Yazarlar Günün Köşe Yazıları Spor Konuk Yaşam Tüm Yazarlar
Demir Kapı Kör Pencere / 12
Mekânlar farklı ama acılar aynı
Hapishane yaşamımız, acı tatlı olaylarla sürüp giderken, aynı davadan yargılandığımız, kimi arkadaşlarımız da, aramızda değillerdi. Bunlar sırasıyla, başka davalardan da çekindiği için, bu geçiş dönemini yurtdışında göğüslemeyi yeğleyen, Ataol Behramoğlu, tutukluluğunu, Metris’te kadınlar koğuşunda geçiren Reha İsvan, sağlık nedenleriyle Kasımpaşa Askeri Hastanesi’nde bulunan Mahmut Dikerdem ve yine sağlık nedenleriyle Sağmalcılar Cezaevi Hastanesi’nde yatmakta olan Orhan Apaydın’dı.
Onlar ile de duruşmalar sırasında karşılaşıyor hoş zamanlar geçiriyorduk.
Ataol Behramoğlu ile bir ay kadar süren ilk Sağmalcılar döneminde, C- 16 koğuşunda birlikte olmuştuk. Hiç kuşku yok, bu kısa ikamet çok değerli deneyimler kazanmasına neden olmuştu.
Bir gün yine kendisine takılmamıza, sanıyorum biraz da şakadan kızmış olmalı ki, Ataol güya birden parladı.
- Ben buradan giderim arkadaş! Ve dilekçe verip, gidiyorum!
O sırada biraz ötede oturmakta olan Hüseyin Baş gayet sakin bir şekilde sordu:
- Nereye gidiyorsun Ataol?..
Ataol hiç teklemeden ve tempoyu yavaşlatmadan,
- Dilekçe verdim, adilerin (biz siyasiyiz ya) yanına gidiyorum.
Hüseyin tebessümle yanıtladı:
- Hiç uğraşma Ataol bizden adisini bulamazsın...
Ataol’un ikinci tutukluluk dönemini yurtdışında geçirmeyi yeğlemesinin nedeni, Barış Derneği dışında da davaları olmasındandı.
Birden fazla TCK. 141 davası vardı ve haklı olarak endişeliydi, tutuklular içinde en az iyi huylu olan ben de, onun bu endişesinin üstüne körükle gidiyordum. Hatta bir gün kendisine “a la ali” vezniyle şu şiiri yazdım:
“Behramzadelerden Ataol, erişmişken mümtaz şüera (şairler) katına,
iki 141’in içtimaıyla (birleşmesiyle) göçüverdi, şüheda (şehitler) safına.”
Sonradan çektiklerini kendisinden dinledikçe, hep sormuşumdur “acaba bizimle kalsaydı, daha mı az sıkıntı çekerdi?” diye.
İsvan: Onlar benim onur bileziklerim
Reha İsvan daha Barış Derneği’nden içeri girmeden önce, eşi eski İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ahmet İsvan, DİSK Davası’ndan gözaltına alınmış, işkence görmüş sıkıntı çekmişti. Her iki İsvan da, her türlü zulme, baskıya karşı yiğitçe direnmişler, kibar, nazik olduğu kadar sapasağlam dirençli kişiliklerine toz kondurmamışlardı.
Reha Hanım’ın direniş günlerini “Bir Ses” başlığı altında kitaplaştıran Zeynep Oral, şunları söylüyor: “Selimiye Kışlası’nın giriş merdivenlerinden aşağıya inerken, yanına çok güzel gösterişli bir kadın polis yanaştı. Sıcak bir gülümsemeyle, ‘özür dilerim, size kelepçe takmak zorundayım,’ dedi.
Mavi gözlü kaim kaşlı, saçlarının önü belli belirsiz ağarmış kadın, kollarını uzattı, gülerek ‘buyurun, hemen kelepçeleyin deyip ekledi: Onlar benim onur bileziklerim’
1982 27 Şubat günüydü.
Reha İsvan’a 57 yıllık yaşamında ilk kez kelepçe takılıyordu ve o, henüz arkadan değil de önden kelepçelenmenin ne büyük bir nimet olduğunu bilmiyordu...
27 Şubat - 25 Aralık 1982 ve 14 Kasım 1983 - 17 Şubat 1986 tarihleri arasında Metris Cezaevi’nde, hükümsüz tutuklu Reha İsvan bir koğuştan öbürüne sürüklenirken moralini hiç bozmamaya, bir de ‘kızlarını’ sıkı sıkıya korumaya çalıştı. ‘Ben zaten özgürüm, özgürlük mekânla sınırlı değildir, özgürlük bilinçle ilgili bir şey’ diyordu hep.”
‘Yerim hem de soğanı bol olsun'
Reha Hanım, o yiğit kişiliğinin yanı sıra, hoş sohbet şakacı bir insandı ve duruşmalar sırasında herkes konuşmak için çevresini sarardı.
Duruşmaların spor salonunda yapıldığı dönemde, oraya gidişlerimizde, bir iki kez, girişimci Kemal Anadol’un önayak olmasıyla, orada bulunanlar aracılığıyla, kebap getirtme imkânı doğmuştu. Hep cezaevi yemeğine talim edenler için bulunmaz bir fırsattı.
Kemal uygulamayı başlatınca, teker teker herkese sorup not ediyor, ona göre sipariş veriyordu. Bana da sorduktan sonra, biraz uzakta duran Reha Hanım’a baktı, “gidip ona da sorayım” deyince, Gencay Şaylan,
- Olur mu oğlum, koskoca Robert Koleji mezunu Amerika’da okumuş kadın bizim gibi soğanlı Adana yer mi? diye itiraz etti.
Kemal aldırmadı, Reha Hanım’ın yanına gitti, biraz sonra neşeyle haykırdı:
- N’aabeer Genco, yerim, hem de soğanı bol olsun” diyor.
Duruşmalar, hukuk açısından fecaatti, ama biz oldukça eğlenerek geçiriyorduk o günleri...
‘Biz sana öyle mi
dedik
Orhan Abi?’
1983 \tAralık’ında, Metris’ten Sağmalcılar’a getirildiğimizde, Orhan Apaydın’ın fenalaştığını ve cezaevi hastanesine kaldırıldığını belirtmiştim. Orhan Apaydın’dan ayrılmadan önce yanına gittim ve şunları söyledim: “Bak Orhan Abi, orada ne olduğu belirsiz tutuklu ve mahkûmlarla yatacaksın. Hapishanenin baş konusu aftır. Sen de koca baro başkanısın; sana sürekli ‘af çıkacak mı?’ diye soracaklardır. Sakın onları umutsuzluğa itecek şeyler söyleme! Hep morallerini yüksek tut! ‘Bakın çocuklar af mutlaka çıkacak, ama siz buradayken suç işlememeye bakın, onlar af kapsamında olmaz’ de. Böylelikle tatsız olayları da önlemiş olursun.” Apaydın 26 ay hastanede yattı ve sonraki duruşmalara geldiği günlerden birinde başından geçen olayı da anlattı.
Gazetelerde af haberlerinin arttığı günlerden birinde kendisine sormuşlar:
- Af çıkıyormuş öyle mi?
- Af maf yok, bu bizi ilgilendiren bir af değil, demiş Orhan Apaydın, pattadak.
Bunun üzerine mahkûm hastalardan biri üzerine doğru gelerek, efelenmiş,
- Neden bizi ilgilendirmesinmiş ki, biz senin gibi devletin temeline dinamit mi koyduk?..
Zor elinden almışlar, Orhan Abi’yi.
Bunu anlattığında güldüm:
- Biz sana öyle mi de demiştik?..
- Ne yapsaydım, hukuki bir konuda yalan mı söyleseydim?..
Orhan Apaydın, ben tahliye olmadan bir buçuk ay önce çıktı, hapishanede yakalandığı kanserden de öldü. Gömülmesinden birkaç gün sonra tahliye olduğumdan cenazesine bile gidemedim.
Görüyorsunuz, elden geldiğince gülerek anlattığım Sağmalcılar günlerinde böyle trajik olaylar da, hem de sıkça oldu. Onun bana cinayet gibi gelen ölümü üzerine “Cinayeti Gördüm” yazısını yazdım, Samim Lütfü adıyla içerden. Ama Orhan Apaydın, Mahmut Bey gibi kendisi için kaleme alınan yazıyı okuyamadı.
Bu olaydan altı gün sonra da, benim Sağmalcılar günlerim noktalandı.
Onurlu bir Büyükelçi Mahmut Dikerdem
Barış Derneği Genel Başkanı olan Mahmut Dikerdem Galatasaray Lisesi, İÜ. Hukuk Fakültesi’ni bitirdikten sonra Cenevre Üniversitesi’nde doktora yapmış, Dışişleri’ne intisap etmiş, Amman, Tahran, Gana, Yeni Delhi’de büyükelçilik yapmış, “Üçüncü Dünyadan” ve “Ortadoğu’da Devrim Yılları” adlı kitapları olan, edebiyata düşkün, Yaprak dergisinin çıkışında katkıları olmuş, emekli bir diplomattı.
Barış Derneği’nden içeri alındığında, prostat kanseri olmuş, bulunduğumuz Kartal Maltepe Zırhlı Tugay’daki askeri hapishanesinden hastaneye kaldırılmıştı ve duruşmalar sırasında tedavi görmekteydi.
Bütün duruşmalarda hazır bulunan Mahmut Dikerdem, tedavi döneminin güçlükle ayakta durabildiği günlerinde mahkemede ifade verirken, Duruşma Yargıcı Binbaşı Atilla Ülkü’nün tekliflerine rağmen oturarak ifade vermeyi reddetmiş, sonuna kadar dimdik durmakta direnmişti.
Barış Derneği Davası’ndan önce tahliye olup, 14 Kasım 1983’te ikinci defa gözaltına alınıp, Metris Cezaevi’ne getirildiğimizde, Mahmut Bey’in tedavisine devam edilmek üzere, Kasımpaşa Askeri Hastanesi’ne sevk edilmesi için, avukatlarının verdiği dilekçe üzerine cezaevi yönetiminden şimdi rütbesini hatırlayamadığım bir subay gelmiş ve kendisine hazır olmasını hastaneye sevkinin yapılacağını söylemişti.
Mahmut Dikerdem, yanındakilerle birlikte koridora çıktı. Biz koğuştakiler de kulaklarımızı duvara dayayıp, neler olduğunu anlamaya çalıştık.
Dışardan gelen seslerden anladığımıza göre, herhalde subay olması gereken biri Mahmut Bey’e emir verdi:
- Soyun!
Üstündeki her şeyi çıkarıp, çırılçıplak kalmasını istiyorlardı.
Mahmut Bey sinirlenmişti:
- Hayır soyunmam!
Subay diretiyordu:
- Soyunacaksın!
- Bakın, dedi Mahmut Dikerdem, ben Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni büyükelçi olarak yurtdışında temsil etmiş biriyim. Beni bu insanların önünde soyamazsınız.
Sinirden sesi titreyerek ekledi:
- Beni soyunmaya zorlayamazsınız, hastaneye gitmeyi de tedavi görmeyi de reddediyorum. Koğuşa döner orada ölürüm. Ama soyunmam!
Yetkili herhalde, ısrarın fayda vermeyeceğini anlamış olmalı ki,
- Peki, dedi yürüyün hastaneye gidiyoruz.
O an kulağını duvara dayamış dinleyen (ki içimizden biri yanlışlıkla hiç duymayan kulağını dayamıştı) hepimiz derin bir nefes aldık. Aynı zamanda da karışık duygular içindeydik. Yetmişli yaşlarında bir emekli büyükelçiye böyle bir muamelenin reva görülmesinden insanlığımız adına utanmalı mıydık, yoksa bir zamanlar ülkemizi böylesine onurlu bir büyükelçinin temsil ettiği için onurlanmalı mıydık?
Bende ikinci duygu ağır bastı.
Aradan yıllar geçti ve bu olayı dile getirerek, Mahmut Dikerdem ile Osmanlı’nın son Washington büyükelçilerinden, Sıvas Kongresi üyelerinden Ahmet Rüstem ve Hasan Esat Işık’ı birlikte anlatan “Üç Onurlu Büyükelçi” başlıklı bir yazı yazdım Cumhuriyet’teki köşemde.
Mahmut Dikerdem, çok mutlu oldu bu yazıya, beni telefonla aradı ve şunları söyledi:
- Yazınızı okudum, teşekkür ederim, çok mutlu oldum. Bu tür yazıları insanın hayattayken okuyabilmesi büyük bir mazhariyettir.
Arada sırada da olsa, iyi insanları mutlu eden şeyler yazabildiğim için ben de mutlu oldum.
Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları
Günün Köşe Yazıları
Video Haberler
- Yeni Doğan çetesi davasında çarpıcı itiraflar
- Canlı tarih müzesi Hisart 10. yılında!
- Teğmenler Yüksek Disiplin Kurulu'na sevk ediliyor
- Tarihçi Yusuf Halaçoğlu'ndan şok iddialar
- TBMM'de 'Etki Ajanlığı' düzenlemesi tartışılacak: Amaç m
- Pera Palas'ta Atatürk Müze Odası
- İmamoğlu’ndan 10 Kasım paylaşımı!
- Donald Trump'ın yeniden başkan olması dünya ekonomisini
- Ege'nin Gündemi'nde bu hafta!
- Dubai çikolatasına rakip
En Çok Okunan Haberler
- Uğur Dündar'ın 'babalık' davasında karar çıktı
- İtirafçı Nevzat Bahtiyar'dan sürpriz hamle geldi
- Kadınlara cehennem hazırlayanlar
- Avrasya tüneli trafiğe kapatıldı!
- Nasuh Mahruki'nin tutuklanma gerekçesi belli oldu!
- Cem Garipoğlu soruşturmasında karar!
- Elektronik kelepçeyi kırıp cinayet işledi
- MSB açıklamasında 'Erdoğan' ayrıntısı
- Beşiktaş'tan Talisca açıklaması: 'Karar verilmiştir'
- Adnan Menderes yıktırmıştı...