Ali Sirmen
Ali Sirmen asirmen@cumhuriyet.com.tr Son Yazısı / Tüm Yazıları

Demir Kapı Kör Pencere / 1

21 Ekim 2008 Salı

Sağmalcılar’da kimi zaman acı ama çoğu zaman dudaklarda gülümseme tadı bırakan 2.5 yıl.

Geçenlerde bir TV programından dönüşte, TEM üzerinden geçerken Sağmalcılar hapishanesini gördüm. Kapatılmıştı, projektörlü kulelerdeki ışıklar sönmüş, bina bir hayalet şatosu halini almıştı.

O zamana kadar hapishane binalarının bizatihi kendi görüntülerinin dehşet verici olduğunu düşünürdüm. O gece, boş bir hapishane binasının daha da dehşet verici olduğunu düşündüm ve gözümün önünde, orada geçirdiğim, iki buçuk yılın görüntüleri canlandı.

Bu dizide dilim döndüğünce onları anlatmaya çalışacağım.

Türkiye’de yazar, çizer, gazeteci, aydın, düşün adamı için hapishane, pek de bilinmeyen bir dünya değildir. Daha önce eski tüfeklerin masalarında, sonra da, kendi akranlarımla yaptığım sohbetlerde konu sık sık gündeme gelir, acı tatlı anılar anlatılırdı.

Hep düşünmüşümdür, yabancı meslektaşlarımız birbirlerine gittikleri tatil yerlerini, güzel otelleri anlatırlarken, bizimkilerin sohbetleri hapishane dünyasının sınırları içinde dolanıp durur...

İki buçuk yılımı geçirdiğim eski adıyla Sağmalcılar, son adıyla Bayrampaşa Hapishanesi kapanmasıyla gündeme gelmiş olmasaydı, ben de oradaki anılarımı kaleme almayı bilmem düşünür müydüm?

Türkiye gibi bir ülkede hapse düşmenin utanılacak bir yanı yoktur, bunun övünülecek bir tarafı da olmadığını belirtmeye bilmem ki gerek var mı?

Hapishane, yoklukların, acıların, baskının, gözyaşlarının diyarı olarak bilinir.

Korkarım, bütün bunları hissetmiş arkadaşlarımla birlikte yaşadığım bu ortak macerayı anlatacağım dizide acılı öğeleri yeterince bulamayabilirsiniz. Onları yaşamadığımız için değil, asıl anlatmaya değer gördüklerimin onlar olmadığını düşündüğümden.

Anımsadıklarım, hep bana komik görünen, zaman zaman düşündürse bile gülümseten olaylardır.

1986 yılında Sağmalcılar’daki uzun konukluğun sona erip özgürlüğüme kavuştuğumda söyleşilerimden birinde, olaya bu biçimde yaklaştığım için dinleyicilerden birinin eleştirisiyle karşılaştım.

Beni hapishaneyi sevimli göstermek ve insanların çektiklerini görmezden gelmekle suçluyordu.

 

‘Hapisliği gülümseyerek hafife almak gerekir’

Kendisine şunları söylediğimi anımsıyorum:

- Ben çekilen acıları biliyorum, görmezden de gelmiyorum. Ama şairin dediğini biraz değiştirirsek, Türkiye’de hapislik her zaman herkesin başında/ kim bilir nerede nasıl, kaç yaşında o yüzden biraz da bizi sindirmek için yapılan bu olay karşısında ağlayıp sızlanmak değil, gülümseyerek, hafife almak gerekir.

Sanırım böyle günlerde, asıl önemli olan böbürlenmek değil, direnmektir.

Doğrusu son Ergenekon olaylarına bakınca, 25 yıl içinde Türkiye’de pek bir şeylerin değişmediğini de görüyorum.

İşte bu yüzden bu anılarda da, Sağmalcılar’da çok değerli dostlarımla geçirdiğim günlerin kimi zaman acı, ama çoğu zaman dudaklarda gülümseme tadı bırakan olaylarını bulacaksınız.

Bu arada belirtmek isterim ki, hepsinin tanıkları hâlâ canlı olan kişilerin adları burada ya baş harfleriyle ya da değiştirilerek verilmiştir.

 

Sağmalcılarla tanışma

12 Eylül 1980 darbesinin üzerinden bir yıldan fazla geçtikten sonra, Barış Derneği Sanıkları olarak, Şubat 1982de tutuklandık.

Tutuklu 26 kişi şunlardı: Mahmut Dikerdem, Reha İsvan, Orhan Apaydın, Erdal Atabek, Aykut Göker, Tahsin Usluoğlu, Haluk Tosun, Şefik Asan, Aybars Ungan, Ali Taygun, Uğur Kökden, Metin Özek, Niyazi Dalyancı, Ataol Behramoğlu, Ali Sirmen, Gencay Şaylan, Ergun Elgin, Orhan Taylan, Hüseyin Baş, Nedim Tarhan, Nurettin Yılmaz, Melih Tümer, Mustafa Gazalcı, İsmail Hakkı Öztorun, Kemal Anadol, Gündoğan Görsev.

 

9 ay sonra Sağmalcılar'a

22 Şubat 1982 günü, tutuklanıp Kartal Maltepe Cevizlideki Zırhlı Tugayın tepede kartal yuvasını andıran, bizim için özel olarak tutukevine çevrilmiş olan cephaneliğinde dokuz ay geçirdikten sonra, kışın yaklaşması üzerine, oradan bir zamanlar Ortadoğu ve Balkanların en büyük en modern cezaevi olarak medar-ı iftiharımız diye anılan Sağmalcılara naklimize karar verildi. Bir askeri nakliye otobüsü ile yola koyulduk.

Olayın Cevizli bölümünü öbürleriyle birlikte, hazırlamakta olduğum Benim Hapishanelerim kitabımda etraflıca anlatacağım için burada ele almıyorum.

Dokuz ay süreyle, çevremizdeki askeri disiplin ve düzene alışık olan bizler, cezaevinin avlusuna girip, oradan otobüsten inerek, meşhur binaya daldığımızda çevremizdeki kalabalık ve gürültüden şaşkına döndük.

Cezaevi müdürü, savcısı ve komutanı gelmişlerdi, daha sonra anılarını kitaplaştıracak olan Başgardiyan İsmail Oğuz da oradaydı.

Kolay değil, gelen tutuklulardan biri emekli Büyükelçi (Mahmut Dikerdem), bir diğeri İstanbul Baro Başkanı (Orhan Apaydın), biri Türkiye Tabipler Odası Başkanı (Erdal Atabek), beşi darbeyle feshedilmiş Meclisin milletvekilleri, (Kemal Anadol, Nedim Tarhan, Nurettin Yılmaz, Mustafa Gazalcı, İsmail Hakkı Öztorun), dördü çeşitli üniversitelerde öğretim üyesi (Metin Özek, Melih Tümer, Gencay Şaylan, Haluk Tosun) biri İzmir Elektrik Mühendisleri Odası Başkanı (Ergun Elgin) idi. Gazeteci makulesi arasında da Hüseyin Baş, Niyazi Dalyancı, Uğur Kökten ve bendeniz bulunuyordum. Ali Taygun tiyatrocu, Orhan Taylan da ressam olduğundan gazetecilerle birlikte resmi sıfatı olmayan ayaktakımı arasında sayılabilirlerdi. Ama belli ki, öbür önemli konukların nasıl ağırlanacakları askeri ve sivil makamlar tarafından inceden inceye konuşulmuş.

Girdiğimiz yan kapının hemen yanından çöpler dökülüyordu, etrafta burun direğini kıran bir koku...

 

Bana hırsızlar koğuşu düştü

Merdiven altında, hepimiz bir yerlere iliştik. Encamımızın ne olacağını öğrenmeyi bekliyoruz. Önceleri, hepimizi ayrı koğuşlara gönderme kararıyla birlikte, her birimizin kimlerin yanına gideceği anlatıldı. Bana hırsızlar koğuşu düşmüştü.

Bu ara zaten sağlığı netameli olan Orhan Apaydın fenalaştı ve hapishanenin hastanesine kaldırıldı. Apaydın, tahliye edilene kadar orada kalacaktı.

Koğuşlarımıza sevki bekliyoruz, olmuyor, yetkililer gidip geliyor... Uzatmayalım, hepimizin birlikte C-16ya gönderilmesi kararlaştırılıyor.

C-16Kaçakçılar Koğuşu”, oraya verilmemiz bize geçilmiş bir kıyak.

 

Tecritten sıyırıyoruz

Hapishane ve tutukevlerinin uygulamasında, buraya gelenler ilk kez tecrit denen bir bölmede, durumlarına göre, birkaç gün ile iki hafta arasında bir süre kalırlar. Sonra koğuşa sevk edilirler.

Tecrit genelde merdiven altında, küçücük, şansı olanların ancak yerde yatabilecekleri (çünkü o kadar sıkışıktır ki, yatacak yer bile yoktur) dar bir mahal; günde bir kez kuru ekmek ve bulaşık suyu gibi bir çorba gelir tuvaleti olmayan, pislik ve itiş kakış içinde bir yer, adeta cehennemin yeryüzü şubesi gibi bir mekândır.

Yılları bulan hapishane deneyimimde edindiğim izlenim o ki, bu ilk bakışta insanlık dışı gibi görünen dönem infaz ve tutukluluk kurumunun en yararlı uygulamalarından biri. Çünkü insan oradan çıkıp da, koğuşa gittiği zaman adeta tahliye edilmiş gibi hissediyor kendini ve ortama çok daha kolay uyum sağlıyor.

Nitekim, daha önce, TCK 125ten de yargılanmakta olan, Nurettin Yılmaz Diyarbakır Cezaevinden Kartal Maltepeye bizim yanımıza geldiğinde sevinçten uçuyor, kendini adeta özgürlüğüne kavuşmuş gibi hissettiğini söylüyordu. Bir keresinde,

- Ben tahliye talebinde bulunmam, ya buradan bırakıp tekrar oraya götürürlerse... demişti.

Aynı duyguyu hemen hemen bir yıl sonra yeniden tutuklanıp, Metriste kırk gün geçirip, bir daha Sağmalcılara, hem de yine C-16 ya getirildiğimizde biz de yaşayacak, kendimizi evimize! dönmüş gibi hissedip, Tek Kâğıt İsmail”, “Eşape Burhan”, “Tatü ve Sezai ile uzun süre görüşmemiş kırk yıllık dostlar gibi sevinçle kucaklaşıp hasret giderecektik.

Neyse, oraya hapishaneden sevk ile gittiğimizden mi, yukarıdan gelen bir kıyak emriyle mi, nedendir tam bilemiyorum, biz tecritten sıyırıp doğru koğuşa yöneldik.



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Laiklik nedir? 6 Mart 2024
Yıldönümü 3 Mart 2024

Günün Köşe Yazıları