Olaylar Ve Görüşler

Yeni Güvenlikçi Devlet

16 Aralık 2014 Salı

Son getirilen düzenlemeleri bir bütün olarak değerlendirdiğimizde hukuk devletinin askıya alındığı, kuvvetler ayrılığı ilkesinin hiçe sayıldığı, bireysel özgürlüklerin sınırlandığı “yeni Türkiye’ye” doğru hızla gittiğimizin ilk uygulamaları olduğu açıktır.

11 Eylül saldırıları meydana geldiğinde, Amerika Savunma Bakanlığı, bu saldırıları fırsat bilerek o güne kadar hazırladıkları güvenlik yasalarını anti terör yasaları adı altında derhal değiştirdiler. Vatanseverler Yasası adı verilen bu yasalar ile bütün Müslümanlar nerdeyse potansiyel terör şüphelisi olarak algılandı ve terörist muamelesine tabi tutularak hukuk devleti askıya alındı. Jean-Claude Paye, Hukuk Devletinin Sonu isimli kitabında,11 Eylül saldırılarının, devletlerin “terör eylemi” tanımını geniş ve muğlak yorumlara imkân tanıyarak, muhalif hareketleri -özellikle küreselleşme karşıtı hareketleri- suçlu ilan etmelerinin meşruiyet duvarını ördüğünü ifade etmişti.
Gezi süreci, ülkemizdeki son yıllardaki en büyük küreselleşme karşıtı eylem olarak nitelenebilir. Eylemleri, çıkış kaynağından bağımsız olarak değerlendirdiğimizde, 12 Eylül darbesiyle hayata geçirilen 24 Ocak kararlarına, Kemal Derviş’le devam eden ve son dönemde zirve yapan neo liberal politikalara, iş güvenliğini ortadan kaldıran çalışma düzenine, doğayı tahrip ederek her yeri rant elde edilen bir gelir kaynağı haline getiren yeni rantiyeci düzene ve en önemlisi bireysel özgürlükleri sınırlayan son 20 yıllık vahşi kapitalist sisteme bir başkaldırı olarak değerlendirdiğimizde eylemlerin neden bu kadar toplumsal taban bulduğu konusunda yanlış düşünmüş olmayız.
Türkiye’de Gezi süreci ile başlayan yeni muhalefet tarzı, artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını ortaya koymuştur. Toplumun farklı kesimlerinde taban bulan bu dinamik yapının kontrol altına alınması için siyasal iktidarın farklı bir yol izlemediğini, tüm otoriter yapıların kullandığı yöntemi çare olarak düşündüğü anlaşılmıştır. Bu kapsamda siyasal iktidarın, son birkaç yıldır ceza hukukunda ve ceza yargılama yasasında ısrarla yaptığı değişikliklerinde tamamen, ortaya çıkan sokaktaki muhalefeti bastırma gerekçesiyle yapıldığı belirgin hale gelmiştir... 11 Eylül saldırılarından sonra Amerika Birleşik Devletleri’nde yapılanın bir benzerinin ülkemizde siyasal iktidarın 6-7 Ekim Kobani olaylarını fırsat olarak değerlendirip önceden planlanan yasaları, yeni yargı paketi, yeni güvenlik yasası adı altında uygulanmaya çalıştığı, böylece 6-7 Ekim olaylarını bir meşruiyet kaynağı olarak değerlendirmiştir.
Özel yetkili mahkemelerin yarattığı tahribat ortadayken ve henüz düzeltilmemişken kurulan yeni sulh ceza hâkimlikleriyle yeni özerk mahkemeler oluşturulmuştur. Bu mahkemelerin vermiş oldukları kararlara karşı bir üst merciye itiraz yolu kapatılarak usul kuralları hiçe sayılmıştır.
17 Aralık süreciyle ortaya çıkan aleyhe durumu lehe çevirmek için özellikle mal varlığına el koyma, dinleme ve aramayla ilgili uygulamanın kapsamının genişletilmesi hukukta keyfiliğe, kişilere göre yeni hukuk sistemi yaratma döneminin önünü açmıştır.
Anayasamıza göre yargı yetkisi mahkemelere aittir. Bu yetki cumhuriyet savcıları ve hâkimler eliyle yürütüleceği açıkça belirtilmesine rağmen valilere suç soruşturması ile ilgili talimat verme yetkisinin verilmesi, polise yargı kararı olmadan ortada işlenmiş bir suç bulunmadığı halde kişileri gözaltına alma yetkisi tanınması için yasal düzenleme yapmak, polis devletine geçiş değil de nedir?
Son getirilen düzenlemeleri bir bütün olarak değerlendirdiğimizde hukuk devletinin askıya alındığı, kuvvetler ayrılığı ilkesinin hiçe sayıldığı, bireysel özgürlüklerin sınırlandığı “yeni Türkiye’ye” doğru hızla gittiğimizin ilk uygulamaları olduğu açıktır.
Sonuç olarak, bir türlü çözülemeyen Kürt sorununu, Alevi sorununu çözmek için, doğadaki tahribata son verip emekçilerin yaşam koşullarını düzeltmek ve iş güvencesi sağlayarak, ekonomisi büyüyen bir Türkiye için sağlıklı işleyen bir yargı sistemi ve güçlü bir hukuk sistemi kurmak zorundayız. Aksi takdirde sokağa inen ve artarak devam eden muhalefet, buna otoriterleşerek cevap veren siyasal iktidar döngüsüne gireriz ki bu da bizi yüzyıllık yürüyüşümüzden saptırır. Koşullar 1919’dan daha zor değil, başarabiliriz.  

BÜLENT YÜCETÜRK Ankara Cumhuriyet Savcısı, YARSAV Bşk. Yrd.

 

 

Fazıl Say Türkiye’dir, Bizim Bayrağımızdır...

Fazıl Say, dünya çapında büyük bir piyanist, büyük bir bestecidir. Derin bir kültür birikimine ve sıra dışı bir aydın kişiliğe sahiptir. Ülkemize, toplumumuza ve dünyaya ilişkin her konuya duyarlıdır. İnsana ilişkin her şey onu ilgilendirir ve yeri geldiğinde düşüncelerini açıklama özgürlüğüne - cesaretine sahiptir. Fazıl Say, gerçek bir yurtseverdir. 
O, besteci olarak, eserleriyle toplumun sesini yaratmaktadır. Tıpkı, Cumhuriyet Türkiyesi’nin sesini yaratan Adnan Saygun, Cemal Reşit Rey, Ulvi Cemal Erkin vb. bestecilerimiz gibi... Tıpkı Osmanlı toplumunun sesini yaratan Itrî gibi, Dede Efendi gibi; halkın sesini yaratan Âşık Veysel gibi, Muharrem Ertaş gibi...

***

Tıpkı Mozart’ın, Beethoven’in Alman toplumunun sesini yarattığı gibi; tıpkı Vivaldi’nin, Verdi’nin İtalyan toplumunun sesini yarattığı gibi. Tıpkı kendi toplumlarının sesini yaratan Chopin, Bizet, Çaykovski, Grieg, Dvorak, Gerswin... vb. gibi. Fazıl Say da Cumhuriyet Türkiyesi’nin sesini yaratmaktadır.

***

Size bir soru: Beethoven’in yaşadığı dönemde (1770- 1827) Alman imparatoru kim idi? 
Bilemezsiniz. Çünkü dönemin hükümdarları o dönemde kaldı; unutuldu gitti. Bugün hiçbiri yok... Ama Beethoven var. Bugün de yaşıyor. Ve Alman toplumunun sesini bütün dünyada bayrak gibi dalgalandırıyor. Bu durum, bütün büyük yaratıcılar için de geçerlidir. 
Gelişmiş toplumlar ve akıllı yöneticileri bu gerçeği bilir ve bestecilerine, yazarlarına, ressamlarına, düşünürlerine, bilim insanlarına sahip çıkarlar. Bilirler ki bu kişiler ve eserleri ülkelerinin en büyük zenginliğidir. Bu yüzden onları destekler; daha çok sayıda, daha nitelikli insan yetiştirmeye ve onları daha verimli kılmaya yönelik bir ortam yaratmaya özen gösterirler. 
Biz ise, sıra dışı insanlarımızdan ve onların eserlerinden rahatsız oluyoruz. Adeta istiyoruz ki, onlar da “sıradan” olsunlar; eserleriyle, düşünceleriyle öne çıkmasınlar; bütün toplum sıradan-vasat insanlardan oluşsun. Bu istek açıkça söylenmese de uygulama böyle görünmüyor mu?

***

Biliyor musunuz, Fazıl Say, piyanist olarak yılda kaç konser veriyor? Türkiye’nin yanı sıra Amerika, Japonya, Çin ve birçok Avrupa ülkesinde, yılda ortalama 100 (yüz) konser veriyor (Bu ne büyük bir emektir, bilmeyene anlatılamaz!) ve her konserinde “Türk piyanist” olarak her ülkede bayrağımızı onurla dalgalandırıyor. 
Bunca yoğun konserlerinin arasında o, akıl almaz bir üretkenlikle çok değerli eserler besteliyor. (Olur şey değil...) Birçok ülke ona eserler ısmarlıyor, elliden fazla ülkede onun eserleri seslendiriliyor. 
(Dünyanın parasını ödeseniz reklam firmalarına, hiçbiri onun yaptığı kadar etkili tanıtımını - reklamını yapamaz Türkiye’nin.) Ve biz, böyle değerli bir insandan takdiri, sevgiyi ve övgüyü esirgiyoruz. 
Fazıl Say, bu toplumun yetiştirdiği olağanüstü bir müzisyendir. Onun yetişmesinde emeği geçen büyük müzisyen ve piyanist Mithat Fenmen, piyano öğretmeni Kamuran Gündemir, besteci İlhan Baran ve yetiştiği ortam olan Ankara Devlet Konservatuvarı, Türkiye’mizdeki profesyonel müzik eğitiminin simge isimleridir. Bu münasebetle, Ankara’nın yanı sıra, özellikle İstanbul ve İzmir konservatuvar ortamlarını, ulusal ve uluslararası değerde sanatçılar yetiştirmiş olan çok değerli eğitimcileri saygıyla anmak isterim. 
Ve babası Sevgili Ahmet Say, usta öykü yazarlığının yanı sıra, Türkiye müzik yaşamına çok değerli kitaplar, dergiler, müzik ansiklopedileri kazandırmış bir emekçidir. Toplumumuz, Fazıl Say ve Ahmet Say ile ne kadar övünse azdır. 
Ben de övgümü eksik etmeyeyim: Sevgili Fazıl Say’ı ve Ahmet Say’ı tanıdığım için kendimi şanslı sayıyorum.

***

Sayın bayanlar, baylar, 
Fazıl Say, eserleriyle, piyanistliğiyle, sıra dışı kişiliğiyle, bugün yaşayan en değerli insanlarımızdan birisidir. Ona hayranım. Onun değerini bilelim. Ona sahip çıkalım. 
Fazıl Say Türkiye’dir, bizim bayrağımızdır.  

PROF. MUAMMER SUN
HÜ Ankara Devlet Konservatuvarı emekli öğretim üyesi, Besteciler, Orkestra Şefleri ve Müzikologlar Birliği Başkanı



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları