Pınar Öğünç

Denizde orman kanunları

31 Ekim 2016 Pazartesi

Üç hafta önce bir öğleden sonraydı. Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’na bağlı çalışan su ürünleri mühendisi Mehmet Özdinar, yanında iki görevliyle Rumeli Feneri balıkçı barınağında bir tekneye yanaştı. Rutin bir işti; TÜİK için balıkçılardan aylık veri topluyorlardı. Hangi balıktan ne kadar tuttunuz... Tanıkların anlatımına göre avdan yeni dönen kaptan uyuyordu. Kendisi de balıkçı çocuğu olan Özdinar’ın yabancısı olduğu bir yorgunluk değildi bu, sonra geleceklerini söyledi. Kaptanın oğlu “Size verecek veri yok bizde, kimsenin yok” dedi birden, Özdinar “O zaman idari para cezası keseriz” diye karşılık verdi. Kaptanın oğlu itti; bu el hareketiyle Özdinar düşerken beton zemine kafasını çarptı. 16 gün yaşam mücadelesi verdikten sonra da hayatını kaybetti; 32 yaşındaydı.

Ölümün ardından ifadeler tekrar alındı, adli tıp raporu bekleniyor. Tanıkların anlattığı gibi bu darp nedeniyle değil de, epilepsi yüzünden öldüğüne dair iddia aydınlanacaktır. Ama bakanlığın sitesinde de haberi “görevi başında saldırıya uğrayarak hayatını kaybeden personelimiz” şeklinde verdiğini eklemeli.

Bu güpegündüz ölüm, ortadaki cüret, bir sektörün ürettiği şiddet potansiyeli üzerine düşündürüyor insanı. Yakından bakınca ise bir vahşi kapitalizm belgeseli çıkıyor karşımıza. Büyük balığın küçük balığın nefes almasına izin vermediği düzene bakmak için, Özdinar gibi genç bir mühendisi kaybetmek şart değildi aslında.

Özdinar’ın mesai arkadaşıyla görüşüyoruz; memuriyeti yüzünden ismini açıklamıyor. Denetim safhasında yaşadıkları gerilimi bir dolu darp örneğiyle anlatıyor. Daha önce balık halinde ona da fiziki şiddet uygulanmış, üstelik bir polis de eşlik ederken. TÜİK için yaptıkları iş, hâlihazırda tutmaları gereken av kaydına göre verecekleri sözlü beyana dayanıyor, herkes istediğini söylüyor zaten. Ama bazı balıkçıların bunu dahi kendilerine müdahale gibi algıladığını anlatıyor. Mesai sırasında en çok duyduğu cümleler: “Seni sürdürtürüm”, “Maaşını ben veriyorum”, “Ben Başbakan’ı tanıyorum”. Tanıdık bir küstahlık...

‘Eşkıyalığın yükselişi’

Peki kim bu bazı balıkçılar? Bu güç nereden geliyor? Fikir Sahibi Damaklar’dan Defne Koryürek, 2012’de Rumelikavağı Su Ürünleri Kooperatifi Başkanı Ahmet Aslan’ın gözünden vuruluşunu, birçok etken yüzünden rekabet artmasıyla “eşkıyalığın” yükselişini anlatıyor. Küçük ve orta ölçekli balıkçılar borç batağındayken, denetim yetersizken, balık kaynağının da azalışının yasadışı yöntemler kullanmaktan çekinmeyen bir kesim oluşturduğunu söylüyor.

Geleneksel Balıkçılığı Yaşatma Derneği’nden Kenan Kedikli, sağlık sebebiyle şu an denizde olamasa da balıkçılığa 70’lerde başlamış. Yumruklanan bakanlık amirleri, sahil güvenlik astsubayları, parçalanan botlar da dahil olmak üzere balıkçılık sektörünün tarafları arasında, birkaçı ağır cezalık şu an en az on davanın sürdüğünü anlatıyor. Kendisi de bu “kabadayılıklara” maruz bırakılmış. Bu şiddetin birikimini tarif etmeye tarihten başlıyor.

“Üç buçuk tarafı suyla çevrili” dediği Türkiye’nin denizle, balıkla arazlı ilişkisi, bu kültürün ve becerinin asıl sahipleri Rumların ve Ermenilerin bu topraklardan koparılmasıyla ilgisiz değil. Denize ulaşım ve güvenlik meselesi olarak bakış Cumhuriyet döneminde de sürdüğünden bu, mevzuattan denetime her şeye yansımış. Buna 80’lerden sonra sıçrama yapan av teknolojisini, küreselleşmeyi ve çokuluslu şirketlerin dahlini ekleyin. Şu an bir tarafta ancak kaynaklar sürdürülebilir olursa varlığını sürdürebilecek, geleneksel yöntemlerle avcılık yapan küçük balıkçılar var; bir de boru hattını yerden sökecek güçte, açık denizde avlanacak donanımda 40-50 metrelik tekneler... Dediğine göre balıkçılık gelirlerinin yüzde 40 ile 50’si arasında bir rakamı 15-16 aile alıyor. Filonun gerisi ise kalan geliri paylaşmaya çalışıyor; üstelik aracı da fazla.

Kedikli, 14-15 bin ruhsatlı balıkçının üç bininin aslen balıkçı olmadığını tahmin ediyor. “Son 15 yılda tarihsel yönetim eksikliğinden, sürdürülebilirlikten konuşmak bir bölüm balıkçıyı rahatsız etti. Büyük balıkçılık bir sermaye birikim modelidir. Adamın balık çiftliği var, un fabrikası, deniz nakliyat şirketi var. Hastanesi, oteli olan balıkçılar var. Onların kaynaklar üzerindeki faaliyetinin amacı küçük balıkçılardan farklı” diyor. Tüm bu faktörlerin sektörde bir lümpenleşme doğurduğunu da ekliyor.

‘Zaten trilyonların var’

Elinde lüfer ısırıklarıyla avdan dönmüş Mehmet Erol Sert, gırgırlardan onlara balık kalmamasından şikâyetçi. Yedi saatte dört lüferle dönmüş. 14.9 metrelik bir aile teknesinde çalışan 27 yaşındaki Eray Özer, çocukluğundan beri işin içinde; kolunda bir denizkızı dövmesi. 180 bin lira borçları var, ne tutsalar sıfırlayamıyorlar. 50 litre mazot harcayıp 20 çinekopla dönen Mustafa Çil, 20 sene önce bile işin stresinin daha az olduğunu söylüyor; “Gereksiz yere birbirimize de düşürüyorlar” diyor. 31 yaşındaki Samet Özgün’ün aile teknesinde 15 kişi çalışıyor, en küçük boy gırgır diyebiliriz. Çaplarının üzerinde ekonomik riskle işletme giderlerinin altından kalkmaya çalıştıklarını anlatıyor. 1 mil hızlı gidebilmek için binlerce liralık yatırım yapılan bir yarış bu. Özgün, en büyükler arasında bir de Moritanya’da ava gidenler olduğundan söz ediyor. Tutulan balık daha çok balıkunu fabrikalarına veriliyormuş, ki oralarda kendi fabrikasını açan dahi varmış. “Şimdi de Moritanya’yı fethediyorlar. Trilyonların var zaten, otur da evinde çocuğunu, torununu sev” diye dalga geçiyor.

Deniz dibindeki hafriyat

Su ürünleri mühendisi Özcan Gaygusuz, yağma duygusuyla yapılan avı ve vahşi rekabeti “Yaşananın adı denizdeki orman kanunlarıdır” diye tarif ediyor. 102 üyeli Tuzla Su Ürünleri Kooperatifi Başkanı Celal Tülü, büyük teknelerin gelip onlarca küçük tekneyi “Çıkın” diye sürebildiğini, gerilimin balıkçılar arasında da sürdüğünü anlatıyor. Kıyıların yok edilişi de önemli faktör. Çok çarpıcı, 25 kulaçtan sonra deniz dibinin öbek öbek inşaat hafriyatı dolu olduğunu anlatıyor kendi “merasında”. Tülü, camiada “Bolu Beyi Osman” diye bilinen balıkçı babası vasıtasıyla hayatını kaybeden Mehmet Özdinar’ı da tanıyor, ayrıca üzgün. Çocuğunu balıktan kazandığı parayla okutup mühendis yapan 40 yıllık balıkçı bir baba, oğlunu böyle hazin bir biçimde kaybediyor.

‘Bana da üç kez silah çekildi’

1991’de kurulan Su Ürünleri Mühendisleri Derneği (SÜMDER), bin üyesiyle camianın temsiliyeti en yüksek örgütlenmesi. İç sularla birlikte 26 milyon hektar suyu denetlemekten sorumlu su ürünleri mühendislerinin sayısı da aşağı yukarı bu kadar zaten. Derneğin yönetim kurulunda yer alan ve sektörün farklı alanlarında tecrübeli dört mühendisle buluşuyoruz. Özdinar’ı kaybetmek ailesi kadar üzmüş onları; devamının gelmesinden ürküyorlar.

Yenikapı’daki Balık Hali’nde 23 yıl çalışan ve Gürpınar’daki yeni hale geçerken yetkinin özel bir şirkete devredilmesiyle ayrılan Mehmet Özgen, “Bana da üç kez silah çekildi” diyor. Başından itibaren balıkhanelerin işletim sisteminin yanlış olduğunu, denetimin daha kapıdan başlaması gerektiğini söylüyor. Erkan Aras, 240 bin metrekarelik yeni halin sadece yüzde 10’unun kullanıldığını, tüm satışın daha kamyonlarda, kayıt altına alınmadan, hijyen koşulları sağlanmadan yapıldığını söylüyor.

İşin hem üniversite, hem özel sektör ayağında tecrübeli Adem Çolak, kurumsallık noksanlığından dolayı maddi açıdan büyük bir sektörün ilkel, neredeyse feodal ilişkilerle işlediğinden bahsediyor. 104 komisyoncu ve tüketiciye erişmeden önceki durak olan madrabazlardan müteşekkil sistemde, endüstriyel balıkçıların arkalarına siyasetin de gücünü almalarıyla küçük balıkçıyı tamamen ufalayan hegemonyaları söz konusu. Küçük ve orta boy avcılar komisyonculara zaten dört mevsim borçlu ve göbekten bağlılar. Anlattıklarına göre büyük balıkçı, komisyoncu, madrabaz, nakliyeci zaten aynı sermayeden gelebiliyor, bu da her manada bir tekel, kartel yapısı doğuruyor; dışarıdan yeni aktör kabul etmeyen dokunulmaz, denetlenemez odaklar oluşuyor. Bir kasayla, bir ton balığa aynı cezayı veren mevzuatın da caydırıcılığı yok gibi.

İşin akademik kısmına daha yakın olan Özcan Gaygusuz, bu ekonomik modelin doğrudan bakanlığa bağlı enstitülerin çalışmalarını dahi itibar edilmez hale getirdiğini anlatıyor. Bu yıl enstitülerin raporlarına rağmen lüfer boyunun düşürülmesi tamamen tepeden bir tazyikin neticesi onlara göre. Gaygusuz balıkçılığın bilimsellikle bağının yok sayılmasından, balıkçının akademiyi kendine düşman olarak görmesinden yakınıyor. Özdinar için sosyal medyada yaptıkları başsağlığı dileklerine dahi tepki almaları böyle açıklanabilir.

‘Altına hücum dönemi gibi’

Geleneksel Balıkçılığı Yaşatma Derneği’nden Kenan Kedikli, denizlerdeki bu vahşi rekabeti Amerika’daki altına hücum dönemine benzetiyor. “Amerika’da diyelim 5 bin kişi bu sebeple zengin olmuştur ama o esnada ölen 2 milyon insanın hikâyesini bilmeyiz. Burada da öyle. Bir masanın etrafında beş kumarbazsınız, parayı bir kişi alacak, dördünüz perişan olacaksınız, diyoruz. Ya o parayı alan ben olursam, diye düşünüyor. Oyna ama kamunun kaynakları üzerine oynama kumarını. Canlı doğal kaynaklar kimsenin değildir; üç beş nesil sonrasını düşünmüyorsan ortada bir yanlışlık var” diyor.

Çözüm önerileri, merkezi balıkçılık otoritesini yüreklendirmek, konuyu paydaşların meselesi haline getirmek, şu an katkılarıyla itici algılanan sivil toplumu ve akademiyi işin içine dahil etmek, caydırıcı cezalar getirmek, stok ölçümü yapmak ve denizi iyi çalışmak...



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Bir tava bir kepçe 19 Nisan 2017

Günün Köşe Yazıları