Erdoğan - Başbuğ - H. Avcı

03 Ağustos 2014 Pazar

Hanefi Avcı, Edirne’deki başarılı gümrük operasyonu siyasilerin zülfü yâresine dokununca Eskişehir’e atanır. Emniyet örgütü içinde yaşadıkları, Emniyet’in genel “fıtrat”ına uygun değil. Yıllardır gördükleri, çözdükleri onu şaşkına çeviriyor. Emniyet İstihbarat Başkanlığı, Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele (KOM) dairelerinde alışılmadık olaylar oluyor. Başkanlarına, İstanbul- Ankara şube başkanlarına kumpas üzerine kumpaslar kuruluyor. Kimisi özel yetkili savcıların eline düşürülüyor, içeri atılıyor, asılsız ihbar mektupları devrede, daire başkanlarının yardımcıları casus olarak kullanılıyor.. binbir yalan ve tuzak...
Ve cemaat 2008-2009-2010’da, devletin ve ülkenin bu en önemli istihbarat ve operasyon kurumlarını yönetmeye başlıyor...
Hanefi Avcı, elinde bütün bu cemaat yapısını ve yasadışı durumları anlatan dilekçe ve raporlarını, İçişleri Bakanı’na, Adalet Bakanı’na kadar, götürmediği “en üst yetkili mercii” kalmamış... Dahası, o zaman Müsteşar Efkan Ala aracılığıyla Başbakan’a bile iletiyor durumu. Ama her şey Başbakan’da kilitleniyor: Soruşturmaya izin yok. Adalet Bakanlığı Teftiş Kurulu Başkan Yardımcısı da Cemaatten biri.. Dilekçesi bakanlık tarafından iade ediliyor... Yıl 2010. Ve bu görevdeyken kitabını yazar bitirir...
Avcı iddialarıyla, gördükleriyle sahipsiz ortada bırakılır iktidarca, cemaatin av sahasına...
Ve cemaat yapısı da Avcı’nın işini bitirir. Odatv davası… Devrimci Karargâh örgütü davası... Üst üste tutuklama kararları... Paçasını ancak bugünlerde kurtarabilmiştir, iktidar vaaayy paralel yapı kumpas kuruyor orduya ve devlete karşı demeye başladıktan sonra... Yani 17 Aralık yolsuzluk ve rüşvet operasyonundan sonra...
Cemaatin RTE ile iktidar kavgasına tutuşmasından.. ele geçirdiği pozisyonlarıyla iktidarın karıştığı yolsuzluk ve rüşvet olaylarını bir bir ortaya sermesinden..
Erdoğan’ın da karşı tetiği çekmesinden, topla tüfekle cemaatin karargâhlarına girimesinden sonra...

***

Peki neden? Bilmiyor muydu durumu, biliyordu...
Başbakan ama o sıralarda baş müttefiki ile birlikte kotardıkları Silivri davalarının başsavcılığını yapıyordu. Hem orduyu hem muhalefeti derdest etmekle uğraşıyordu.
Beraber yola çıkmışlardı ve müttefikinin “üstün yetenekleri” olmadan bu işleri kotaramayacağını görüyordu...
Bu nedenle Hanefi Avcı henüz onun için “erken öten horoz”du sadece, başını cemaat kesebilirdi.
Hatta Başbakan, Haliç’te Yaşayan Simonlar kitabının yayımlandığı 2010’da, Avcı’nın yaptığı cemaat ifşaatlarını soran gazetecilere şöyle diyecekti: Bana gelmedi, ama gelseydi bile ilgilenmezdim...

***

İçeride bulunduğu sürece suçsuzluğunu haykıran, belgeler ortaya koyan Avcı’nın sesine kulak tıkayan, cemaate “paralel” propaganda ateşi altında Avcı’yı kötüleyen muktedirin gazetelerinin ve yazarlarının, bu kez Avcı ile söyleşi yapmak için hapishaneye üşüştüklerini görecektik ve çıktıktan sonra da Avcı’nın kapısını aşındırdıklarını...
İnsan utanır mi diyelim, yoksa ülkemize özgü bir medya trajedisi mi!..

***

Bir başka trajik olay da eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ ile Başbakan’ın karşılıklı paslaşmalarında geçti. Geçen hafta ilgiyle okudum..
Başbuğ, Hürriyet’te yayımlanan demecinde “görevdeyken cemaat yapılanmasıyla ilgili Başbakan Erdoğan’a bir liste verdim ve bu listenin başında, şimdi gözaltında olan istihbarattan sorumlu Emniyet Müdür Yardımcısı Ali Fuat Yılmazer vardı” dedi.
Başbakan da bu sözleri doğrulayacak ve şöyle diyecekti: “İlker Paşa görevde olduğu sürede bana söylediği bir sözü vardı. Onu da ben burada söyleyeyim: Bugün bize, yarın size!”
Yıl kaç? 2010 olsa gerek. 2010’un 30 Ağustosu’nda Başbuğ’un görevi biteceğine göre...
Başbuğ, cemaatçi yapıya ilişkin isim listesi verdiğinde, RTE ne yaptı?
Koca bir hiç... Alıp cebine mi koydu, yoksa buruşturup en yakın çöpe mi attı?..

***

İlginçtir ki, Hanefi Avcı da tam o sıralarda yani Başbuğ’un cemaatçi listeyi verdiği sıralarda, bütün devleti ve ilgili bakanlıkları alarma geçirmeye çalışıyor ve durumu Başbakan’a bile iletiyordu.
Ama verdiği dilekçeler Başbakanlık’ta durduruluyor, işleme konmuyordu.
Dolayısıyla Avcı’ya kulak tıkayan Başbakan, tabii ki Başbuğ’a da kulak tıkayacaktı!
Avcı’nın başının 2010’da cemaat tarafından kesilmesine ses çıkarmayan Başbakan, Başbuğ’un da 2012’de bile içeriye atılmasına sessiz kalacaktı...

***

Çünkü RTE’ye göre süreç bitmemişti henüz. Sadece, utangaç cılız sesini duyacaktık: Tutuksuz yargılanabilirdi!
RTE, o zaman Cemaati karşısına almaya yanaşmıyordu, daha doğrusu korkuyordu bile denebilir. Bu kısa suskunluk sürecin siyasi öyküsü aslında araştırılmaya değerdir. Çünkü karanlık bir durum söz konusu.

***

İlker Başbuğ, Ali Fuat Yılmazer’in “Başbuğ’un tutuklanmasından Başbakan’ın haberi vardı” sözlerine ise inanmıyorum yanıtı veriyor aynı söyleşide.
Başbuğ bunu nezaketen söylemiş olabilir.
Ama olaylar, “işin fıtratı”, Başbakan’ın tutuklamadan haberdar olması gerektiğini söylüyor…
Ordudan, bir de Genelkurmay Başkanı’nın içeriye atılmasında, hepsinin sonsuz ve ortak menfaatı vardı ve ordu üzerinde süren operasyonu tamamlayıcı nitelikteydi!

***

Yukarıdaki yazıyı, tamamlamaya çalıştığım cemaat-iktidar çatışması kitabının sonlarından aldım...
Reklaaaam! Yani…  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları