Hikmet Çetinkaya

Suskunluk...

06 Ağustos 2017 Pazar

Bulanık akan ırmaklar, mavisini yitirmiş denizler, acıların çoğalan fotoğrafları, sırtından vurulmuş bir delikanlının çığlığı, yüreğimin derinliğinden fırlayıp beynime giriyordu sanki...
Bir süre denizi seyrettim, mavi göğün altında yürüdüm...
Anılar denizindeyim yine.
Niçin bulanık akıyordu ırmaklar, niçin mavisini yitirmişti denizler?
Bu soruyu uzun uzun düşündüm...
Doğanın cellatları dağlarımızı, akarsularımızı, göllerimizi birer birer ele geçiriyordu.
Çokuluslu altın avcısı şirketler Karadeniz’de, Ege’de tüm coğrafyamızda ağaçları kesiyordu.
Milyonlarca ağaç ölüyordu.
Uğur Mumcu’yla Ayvalık’ta karşılaşıyordum. Ahmet Taner Kışlalı’ya bir Ankara sabahında merhaba diyordum.
Belleğimde iz bırakan hüznün şarkısı Orhan Yavuz’u, Kemal Türkler’i, Abdi İpekçi’yi, Orhan Cavit Tütengil’i anımsıyordum.
Ellerim ceplerimde Sarayburnu’nda dolaşırken yeşil bir vadinin içinde Serdar Alten, Latif Can, Efraim Ezgin, Hürcan Gürses, Osman Nuri Uzunlar’la karşılaşırım...
Kaç düşleri kovaladım ben...
Devlet içindeki silahlı çetenin Uğur Mumcu’yu alçakça katlettiğini bilirim.
Bir dağın denize bakan yamaçlarında oturup hayatın akışına tanık olurken gözlerimi yumarım.
Bahriye Üçok ve Muammer Aksoy’a gülümserim...

***

Kâğıt parçalarına yazılmış notlar, benim anılarımdır.
Kara hayatın ortasında yitik zamanın peşindeyim ya da kendimi böyle avutuyorum.
Kilit vurulmuş kapılar açılmaz ne yaparsan yap...
Hep acılar beklenir derin kuytularda...
Mor menekşe yalnızlığı sarar odaları.
Akşam olur yıldızlar yanıp söner Homeros’un ışık sahilinde...
Yıldızlar birer ikişer söner.
Kör bir uykunun içinde ışıksız geceler, siyahın ortasına damlamış bir yeşile benzer.
Hüzün!
Coşku!
Acı!
Sevinç!
Yalnızlık!
Çırpınarak anlamını arayan binlerce sözcük...
Bir kadın, kendi mutluluğunu yakalamaya çalışıyordu o akşam.
Uykuların derinliğinde parlayan gece, Pedro Salinas’ın bağlarını koparmış kelimelerinde birbirini tanımlayan yüzlerle karşılaşıyordu.
Paul Eluard’ın serin ağaçları altında dolaşırken mutluluğun peşinde koşan kadın, erkeğin “Ben hiç âşık olmadım hayatım boyunca” demesini içine sindiremiyordu.
İşte onun için suskundu!
Suskunluk, zaman zaman çıldırtan bir sese dönüşüyordu.
Kadın bu yüzden sık sık soruyordu:
“Sonsuzluğun acısı nasıl çekilir... Hüznün insanı kahreden durağanlığı nasıl geçiştirilir, anlat bana.”
Tartışma büyüyüp gitti...
Kadın bir şiir okudu:
“Beni dağ başında böyle yapayalnız kodular
Rüzgârlara, kuşlara, bulutlara yakın
Senin etinden tırnağından ayrı,

Senin kokundan uzak.”

***

Kiraz ağacı yaz yorgunuydu...
Bahçedeki yaseminler, hüznün ve yalnızlığın resmini çiziyordu.
Sayfaları sararmış kareli deftere şunları yazdı:
“Bir çocuk ağlıyor ...
Bir kadın ölüyor orada...”
Octavia Paz, vızıldayan bir sesin arasında tıpkı dilsiz çağlayan gibi bakıyor kadının yüzüne...
Boşlukta dönüp duruyor genç kız. Başıboş bulutlar gezintiye çıkmış gökyüzünde. Esneyen kocaman bir ağız...
Zaman böyle akıp gidiyor işte. Boris Pasternak’ın dizeleri birden düzyazı oluyor.
Bu, yalçınlardan dökülen ıslık, bu çatırtısı sıkışan buzulların, bu yaprağı donduran gecedir, iki bülbülün....
Fırlatıyor yaşı belirsiz havalara... Hepsi eski zaman düşleri anlattıklarının... Taştan bir gökyüzü... Gizli salonda konukların kahkahaları... Tüm kadınlar ağlıyor nedense...
Bizse acının bütün tarihini ne kadar geç okuduğumuzu anımsamaya çalışıyoruz...
Diyoruz ki:
“Kadınlar ağlamasın...”  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Aşklar ve sevinçler... 9 Eylül 2018

Günün Köşe Yazıları