Mandela (1918-2013)

11 Aralık 2013 Çarşamba

Nelson Mandela, 95 yaşında öldü. O gün, CNN, BBC, CNBC, TV5, DW, hatta El Cezire televizyonlarında öbür haberler adeta anlamlarından bir şeyler yitirdiler. Mandela’nın ölüm haberi her yeri kapladı. Mandela’yı herkes “biliyor”, o yılmaz bir özgürlük savaşçısı. On yıllarca hapiste yattı, Güney Afrika halkını ırkçı rejimden kurtararak özgürleştirdi…
Peki neden bunları izlerken huzursuzlanıyorum? Dünyanın neredeyse tüm liderlerinin, kanaat önderlerinin tek bir konuda, aynı duyguları paylaşarak anlaşmış olması olanaklı mı? Bush’tan Cameron’a (Mandela’nın idamını istemiş zamanında), milyarder işadamlarına, Guantanamo’nun üzerinde oturan, insansız uçaklarla sivillerin ölüm fermanlarını imzalayan Obama’ya, en gerici gazetelerden sosyal demokrat yazarlara kadar neredeyse herkesi kapsayan bu “bütünsel” görüntü sakın bir şeyleri gizliyor olmasın?
Ben benzer bir duygu selinin Prenses Diana öldüğü zaman da yaşandığını anımsıyorum. Sonra aklıma Stjepan G. Mestrovic’in, Postemotional Society (1997) (Duyguötesi Toplum) başlıklı kitabı geliyor (kitap şu anda yanımda olmadığından başka yazarların özetlerinden, alıntılarından yararlanacağım).
‘Postemotional’ toplum
“Postemotional” kavramı, “duygu sonrası” gibi anlaşılıyor, ama Mestrovic kitabında, duyguların sona erdiği bir toplumdan değil, duyguların kişiye özgün, içeriye ait bir güç olmaktan, hem “kişinin kendisi”, hem de başkaları tarafından manipüle edilmeye yatkın, metalaştırılmış, yarı entelektüel bir güce dönüşmesinden söz ediyor.
Bu toplumda kitleler hangi olay karşısında hangi duyguları nasıl sergilemeleri gerektiğini medyadan, birbirlerinden öğrenirler. Duygular artık öznel-otantik değil, birer toplumsal yapıntıdırlar. Mestrovic’in geliştirdiği bu savlardan sonra ulaştığı sonuç gerçekten çok karamsardır: Bu uygarlık, yaşandığı biçimiyle otantik değil, “imal edilmiş”, sahte/uydurma/taklit bir uygarlıktır. Bu uygarlığın toplumunda, duygu ile eylem arasındaki bağ koparılmış, özgünlük yok olmuş (Badiou’nun aşkın santimantal erotik pazarlıklara indirgendiğine ilişkin gözlemi geliyor aklıma), kitlesel manipülasyon güçlenerek öne çıkmıştır. Eşdüzey/ görevdeş (peer) gruplar, medya ve kültür endüstrisi toplumsal kontrol kurumları olarak devletin yerini almaya başlamıştır.
Ekonomik kriz, neoliberalizmin metalaştırma, yalnızlaştırma, piyasanın eline terk etme telaşıyla parçaladığı “toplumu” daha da dağıtıyor, bireyini umutsuzluğa sürüklüyor. Bu koşullarda bireyin duygularının, kitlesel duygu selinin, egemen sınıflara, devlete karşı yükselmemesi için yakından denetlenmesi giderek daha çok önem kazanıyor. Toplumun parçalandığı, bireyin yalnızlaştığı umutsuzluk içinde etrafına bakındığı bir “dünyada”, gerçek değil sahte dayanışma, sahte bir ortaklık, aynı kadere ait olma duygularının kitlesel düzeyde imal edilmesi, devletin, kapitalist sınıfların politikalarına endekslenmesi gerekiyor. Yıllar önce Prenses Diana, bir dönem çocuk resimleri üzerinden Suriye’ye yardım kampanyaları (artık unutuldu) şimdi de Mandela...
Simgesel ‘Mandela’ neydi?
Simgesel Mandela’nın insan olarak özverili, becerikli, özgüveni yüksek, ırkçı rejimi ortadan kaldırma davasına sadık biri olduğunu kolaylıkla söyleyebiliriz. Gerçek Mandela’nın davasıysa Güney Afrika’da siyahlara ayrımcılık uygulamayan bir kapitalizm, siyah bir kapitalist egemen sınıf yaratmaktı. Mandela’nın başkan olduktan sonraki dostlarına bakınca karşımıza çok sayıda beyaz, milyarder karakterin çıkması da rastlantı ya da kaderin bir cilvesi değil.
Mandela, devrimin eşiğine gelmiş isyan halinde, yoksul bir siyah nüfusu beyazlarla uzlaşmaya, mülkiyeti ve kapitalizmi hedef almadan rejimin değişmesini kabul etmeye başarıyla ikna etti. Güney Afrika IMF programlarını uygulayan, küresel maden şirketlerinin imtiyazlarını korumaya devam eden, uluslararası sermaye için güvenli bir ülkeye dönüştü. İşte uluslararası kültür endüstrisi, bir uzlaşmayı başardığı, devrimi önlediği için bugün onu bu yaygınlıkla anıyor, kitleleri onun bu özelliklerine hayranlık duymaya, bu Mandela’ya yas tutmaya yönlendiriyor.
Dürüst bir insan olarak Mandela asla kapitalizme karşı olduğunu iddia etmedi, hatta ilk yaptığı konuşmalardan birinde işçilere, bir taraftan kemerleri sıkmaları gerektiğini anlatırken diğer taraftan mücadele etmezlerse haklarını alamayacaklarını söylemeyi ihmal etmedi. Irkçı rejimin yıkılmasıysa, Güney Afrika işçi sınıfının, yoksullarının yaşam koşullarının düzelmesine yol açmadı.  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Koşullar uygun değil! 27 Mayıs 2024
Çürüme ve çözülme 23 Mayıs 2024
Bir Ukrayna daha mı? 20 Mayıs 2024

Günün Köşe Yazıları