Barış Terkoğlu

Hulusi Akar’ın hırkası

30 Mart 2020 Pazartesi

Bir iniş, bir yokuş. Kara taştan bir büyük binanın önünden geçtiler.

- Burası ne? 

- Bu, işte, bizim karargâh, 

Erkânı Harbiye Riyaseti.

Yakup Kadri’nin Ankara romanında, Selma Hanım’ı gezdiren Binbaşı Hakkı Bey, Milli Mücadele’nin Genelkurmay binasını böyle tanıtıyordu. Milli Savunma Bakanı’nın gömlek ve hırka ile Suriye harekâtını yönetirken verdiği fotoğraf bana o sahneyi hatırlattı. Hulusi Akar, etrafındaki kamuflajlı askerlere talimat veriyordu, Genelkurmay Başkanı ve komutanlar ise geride bir siluet olarak kalmıştı. Tabii ki bir bakanın eskiden Genelkurmay Başkanı da olsa kamuflaj kıyafeti giymesi uygun düşmezdi. Öte yandan kravatla savaş yönetmek de pek ortama uymazdı. Belli ki “savaş yönetme kıyafeti sorunu”na çözüm böyle bulunmuştu.

Bir anormallik yok mu, diye düşünüyorduk. Emekli olduktan sonra haber kanallarına yerleşen askerler de bu konuda pek konuşmuyordu. Neyse ki bizim gazeteden İpek Özbey, emekli General Ahmet Yavuz’a “Bu fotoğraf normal midir” diye sordu. Her zaman aklıselimi söyleyen Ahmet Yavuz, “Bence yanlış yapıyorlar, bu tip bir harekâtı Genelkurmay Başkanı sevk ve idare eder ve harekât merkezlerinde komutanlar görünür” diye yanıt verdi.

CHP’li bakan da yönetebilir mi?

Mesele sadece fotoğraf değil ki... 

100 yıl önce çözdüğümüz bir sorun yeniden karşımızda duruyor. Basit bir şey söyleyeyim. Diyelim oldu ya, bir dahaki seçimde Millet İttifakı kazandı. Oldu ya, mesela Tuncay Özkan da savunma bakanı olarak açıklandı. Özkan, karargâha girip, Hulusi Akar gibi parmağıyla harekâtı yönetmek isterse komutanlar ne diyecek? “Biz sadece AKP hükümetinin bakanından emir alırız, sizden emir almayız” mı diyecekler? Yoksa “Siz de eski bir Genelkurmay Başkanı bulun” diye ricacı mı olacaklar? Hani biz bu işe “askeri siyasallaştırmayalım” diye başlamamış mıydık? Bu fotoğraf, tam da “siyasetin göbeğindeki ordu” kapısını kimse fark etmeden açmadı mı?

Konuştuğum kişi “mecburen” demese “düşünemediler” diyecektim. Öyle ya, askerlikle bağlantısı ara sıra orduevinin önünden geçmek olan televizyon yorumcuları bile “Hava sahasının kapalı olduğu bir bölgede harekât risklidir” diyordu. Kuşkusuz iyi eğitimli askerlerden oluşan TSK’nin komuta kademesi de bunun farkındaydı.

Düşünüyor, tartışıyor ve kapalı kapılar ardında söylüyordu. Ama pek de dinlenmiyordu. 

Dahası da var...

TSK, PKK ile mücadelesi sonucu gayri nizami harp deneyimi olan bir orduydu. 

Suriye’de gayri nizami harp unsuru olarak “bölge gücü” ÖSO yaratılmıştı. Ama bazı sorunlar vardı. ÖSO, savaşma konusunda isteksizdi. İçinde “bizden” özneler olmadan savaşamıyordu. Öte yandan ÖSO’nun karşısında iki düzenli ordu, Suriye ve Rusya vardı. 

Düzenli ordularla savaşan ÖSO, bir başka düzenli ordu olan TSK birliklerinden kopamıyordu.

Gayri nizami harbin en önemli kurallarından biri düzenli ordu ile gayri nizami harp unsurlarının iç içe geçmemesiydi. Sakal bırakan, düzenli nöbet tutmayan, giyimi dağınık milislerin; düzenli ordu düzenini bozması, en bilinen sorundu. İki grubun yakınlaşması, ayrıca dağınık birliklerle savaşan milislerin, düzenli ordu birliklerini hedef haline getireceği bir güvenlik sorunu yaratıyordu. Bu ve daha birçok sakınca TSK komutanları tarafından öngörülmüştü. İdlib’deki harekât haliyle “rasyonel askeri” değil, “siyasi” bir operasyon haline gelmişti. Bu durumda asker komutanların siluet, siyasi bakanın ise “güzel çıkmış mıyım” diyeceği fotoğrafın zeminini doğal olarak yarattı. “Biz 34 şehidi nasıl bir anda verdik” sorusunun bir gün verilecek yanıtı da bu fotoğrafta aranacaktı. Putin’in Moskova Mutabakatı günü bile söylediği “Hiç kimse (şehit olan) Türk askerlerinin yerini bilmiyordu” sözlerinin sırrı da.

Bu bıçağın iki yanı 

100 yıl önce çözdük demiştim ya... 

Sahiden Milli Mücadele yıllarında da bu tartışma yapıldı. Düşünün, Meclis daha bir haftalık bebek. Harbi kim yönetecek diye tartışıyor. “Savunma Bakanı (Harbiye Nazırı)” tezini savunanlar olunca, Mustafa Kemal, Osmanlı’da çöküş dönemine göndermede bulunarak uyarıyor:

Harbiye Nezareti’nin meşgul olduğu vazifeler, ordunun iaşesi, giyimi ve teçhizi gibi hususlardır. Vazifelerine emir ve komuta dahil değildir. Bizim memleketimizde öteden beri Harbiye Nazırları harp harekâtını ve komutayı dahi üzerlerinde bulundurmaktan zevk alırlardı. Onun için memleketimizde bağımsız Erkânı Harbiye Riyaseti yoktur. Doğrudan doğruya Harbiye Nazırı’nın arzusu dahilinde hareket eden bir Erkânı Harbiye Reisi vardır.

Peki, Genelkurmay Başkanı ne yapacak? 

Mustafa Kemal, “Nasıl harp edecek, vatanı nasıl müdafaa edecek ve nasıl hazırlanmak lazım geldiğini düşünür” dediği Genelkurmay Başkanlığı için bu ayırımın neden önemli olduğunu, konuşmasının devamında şöyle anlatıyor:

Erkânı Harbiye-i Umumiye Reisi, sırf askeri hususlar ile meşgul olur ve böyle bir zatın siyaset meselesine karşı olması, kendisinin kabine ile beraber icabında düşmesini icap eder.

Görüldüğü gibi Mustafa Kemal, bu bıçağın iki yanını da gösteriyor. Bakanın savaş yönetmesi, savaşı yöneteceklerin siyasetin içinde olması sonucunu doğuruyor:

Efendiler, komutanlar askerliğin görev ve gereklerini düşünür ve uygularken, beyinlerini siyasi görüşlerin etkisi altında bulundurmaktan kaçınmalıdırlar. Siyasetin gereklerini düşünen başka görevlilerin bulunduğu unutulmamalıdır.

Aşk da savaş da kıyafet değildir

Dükkâna giriyorsunuz. Duvardaki çivide asılı ceket tabii ki bakkalındır. Tezgâh başındaki önlük elbette bakkalındır. Ama devlet, bakkal dükkânı değildir. Devleti kuran Mustafa Kemal, Meclis adına harbi yönetme yetkisini ancak kanunla ve belli bir süre tanımlayarak kabul etmişti. Kuruluşun ardından vekil olmak isteyen komutanlara “Ancak üniformanızı çıkarırsanız” demişti. Şimdi devlet, tek kişiye göre tanzim edilen bir bakkala dönüşürken, kurumlar kendi başına işlemiyor. “Başka bir hükümet olursa” ne olacağının yanıtı işte bu nedenle verilemiyor.

Selma ve Binbaşı Hakkı Bey mi? Hakkı Bey’in şahsiyetine değil, harp içindeki üniformalı haline vurulduğunu fark eden Selma Hanım, Kurtuluş’tan sonra Meclis’te iş kovalayan sivil kıyafetli Hakkı Bey’i boşadı. “Her şey, akıl ve irade işidir” diyen Kuruluşçu devrimci Neşet Sabit’e âşık oldu.

Ankara’daki o taş binanın önünden geçerken, aşkın da savaşın da bir kıyafet işi olmadığını artık biliyordu.



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları