Devlet neden ‘ana’ değil de ‘baba’dır?

06 Aralık 2019 Cuma

Birinin yankıları daha bitmeden bir diğeri işleniyor.

Kadınlar evlerde, sokaklarda, ortalarda, kuytularda erkekler tarafından ardı ardına öldürülüyor.

Nedenler, aktörler, yöntemler değişiyor ama sonuç hep aynı kalıyor.

Erkekler kadınları öldürüyor ve biz seyrediyoruz.

Çünkü bilinçaltımızda bunun olağanlığına dair yığınla kadim değer, bir ahlaki hazine olarak nesillerden nesle aktarılıyor ve her bir katilin çekirdeğindeki ortak öfke o lanet hazineden besleniyor.

Bu eril düzende boyun eğdiğimiz gündelik ve sıradan vahşetlerle yüzleşmiyoruz.

Edepten ve ahlaktan ve kadının ve erkeğin toplumdaki yerinden hararetle bahsederken...

Cinsellikle ilgili geleneksel yasakları, ayıpları, kuralları hiç sorgulamadan kabul ederken...

Bilincimizi şekillendiren genetik korkuları şuursuzca nesillere aktarırken işlediğimiz ufak tefek sanal cinayetlerin nelere mal olduğunu fark etmiyoruz.

Bir genç kızın sokak ortasında hiç tanışmadığı bir erkek tarafından bıçaklanarak öldürüldüğü şu günlerde gündemde,

Bir plazanın penceresinden atılarak öldürülen bir başka genç kızın yıllardır sosyal medyanın zorlamasıyla mercek altına alınan ve örtbas edilmemesi için büyük bir çaba harcanan cinayet davasının, güç bela katillerin aleyhine sonuçlanması vardı.

Erkek cüretini pervasızca ve akılsızca deşifre eden bir oyuncu erkeğin kendini bilmez hal ve tavırları vardı.

IŞİD tarafından köle olarak kullanıllanılan ve tecavüz edilen Ezidi kadınla tecavüzcüsünün yüz yüze gelişinin görüntüleri vardı.

Şili’deki kadınların “Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü” nedeniyle hazırladığı ve “Tecavüzcü sensin” diye haykırdığı dans performansı vardı.

Anaokullarında aldıkları dini eğitim yüzünden evde annelerine “Çalışan kadının aldığı ekmeği yemek haramdır. Sen eve ekmek alma” diyen küçük çocukların haberi vardı.

Peki, aynı günlerde bizim hayatımızda, evimizde, kişisel gündemimizde ne vardı?

Misal;

Yaşadığımız evde sofrayı kim hazırlıyordu? Yemeği kim pişiriyordu? Çamaşırları kim yıkıyordu? Çocuklarla kim ilgileniyordu?

Kim giyinip soyunurken perdeleri sıkı sıkı kapatıyordu?

Kim işe, okula giderken edepli giyinmeye özeniyordu.

Kim yolda yürürken sağa sola öyle fazla bakmıyordu?

Kim birilerinden izin almadan gece dışarıya çıkamıyordu?

Kim eve çok geç kalmadan geri geliyordu?

Kim tek başına tatile gidemiyordu?

Kim karşı cinsten yakın arkadaşlar edinemiyordu?

Kim sinirlendiği zaman ağzına geleni bağıra çağıra söyleyemiyordu.

Kim kendi hakkındaki kararları tek başına veremiyordu?

Bu arada...

Yaşadığımız evde kim sinirlendiği zaman etrafındaki herkes sus pus oluyordu?

Kim duvarları yumrukluyordu? Kim kapıları çarpıp çıkıyordu? Kimin kafası atarsa olay çıkıyordu?

Kim için “Aman duymasın” deniyordu?

Bizim evin namusunu kim omuzlarında taşıyordu?

İşte bugüne kadar işlenmiş ve bugünden sonra işlenecek tüm kadın cinayetleri, kadına yönelik şiddet eylemleri cesareti, bu sorulara vereceğimiz kısacık cevaplarla, bu cevapların temelinde yatan uzun tarihsel süreçleri hiç düşünmeyişimiz arasında ortaya çıkan kapkara boşluktan alıyor.

Devletten aileye her yere nüfuz eden o eril şiddet, bizim evimizde, kalbimizde, genlerimizde rahatça biçimleniyor.

Sıradan kabullenişlerimiz, sorgulamadığımız kutsallar, kutsallardan kaynaklanan korkular...

Her seferinde her kadına bıçağı onlar saplıyor; tetiği onlar çekiyor.

Kadını maktul, erkeği katil yapan büyük irade, gücünü, bizim “değişmez” sandığımız doğrularımızdan alıyor.

O yüzden her şiddet hikâyesinde sağ omzumuzda bir peri “Suçlu aslında sensin” diye kulağımıza fısıldıyor.

Ahlaki yargıların ve kadim kaygıların gürültüsünden onu duymuyoruz.

Meydanlara çıkıp “Kadına karşı şiddete hayır” diye bağırırken bile... aslında ölümüne susuyoruz.

Ve devlete “ana” değil, ısrarla “baba” diyerek, kendi kaderimizi kendimiz belirliyoruz.



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Yanık saraylar 4 Ağustos 2021
Patron çıldırdı 30 Temmuz 2021

Günün Köşe Yazıları