Olaylar Ve Görüşler

‘İkinci vatan’ - Rifat Esen

16 Ekim 2024 Çarşamba

Genç Cumhuriyet, Osmanlı’dan miras olarak ağır borcun yanı sıra Aydınlanma ve sanayi devrimini ıskalamış, en temel sanayi ürünlerini dahi ithal eden yarısömürge niteliğindeki bir ekonomiyi devralmıştı. Savaşlarda erkeklerinin büyük çoğunluğu yaşamlarını yitirmişti. Toplum savaşlardan bunalmış, hastalık ve yokluklar içinde, fakir ve eğitimsizdi.

19 Mayıs 1919’da “bağımsızlık ve özgürlük şiarı” ile yola çıkan, aklı ve bilimi rehber edinen ve bunu ulusuna manevi miras olarak bırakan Mustafa Kemal Atatürk, bu sorunların kalıcı çözümü için programını yapmıştı: “Cumhuriyet rejimi içinde çağdaş uygarlık düzeyini yakalamak üzere bir kültür devletinin inşası”. 

Bunun için yetişmiş bilim, sanat ve kültür insanları gerekiyordu. Cumhuriyet ilan edilmiş, kanunlar çıkarılmıştı ancak bunları uygulayacak insan eksikliğinden, Cumhuriyetin kurumları ve kuralları toplum yaşamına yeterince nüfuz edemiyor; eski, çağdışı kurallar varlığını azalarak da olsa sürdürüyordu.  

Ayrıca, Osmanlı tarafından vergi ve askerlik dışında hatırlanmayan yoksulluk içindeki halkın Cumhuriyetin faydalarını yaşamlarında görmeleri ve ona sahip çıkmaları için sağlık, refah gibi yaşamsal beklentilerinin karşılanması kaçınılmazdı. Diğer yandan, ülkedeki tek yüksek eğitim kurumu olan medrese niteliğindeki “İstanbul Darülfünunu” ise kendisinden beklenen Cumhuriyetin gereksinimi olan çağdaş insan yetiştirme görevini yerine getiremiyordu. 

Başta Atatürk olmak üzere, Cumhuriyet hükümeti, sabırla beklediği 10 yılın sonunda, ünlü İsviçreli eğitim uzmanı Prof. Andreas Malche’ın düzenlediği rapor üzerine, 31 Mayıs 1933’te alınan kararla İstanbul Darülfünunu lağvedilip yerine İstanbul Üniversitesi kuruldu. 

TÜRK MUCİZESİ

Atatürk’ün direktifleri doğrultusunda Cumhuriyet devrimcisi, Milli Eğitim Bakanı Dr. Reşit Galip başkanlığında yapılan çalışmalarda, bilimi rehber edinen çağdaş bir üniversitenin kuruluşu ve bunun için gerekli olan kültür ortamının yaratılması için “yetişmiş bilim, sanat ve kültür insanları”na olan gereksinimin;

  • İstanbul Darülfünunundan yeni kurulan üniversiteye aktarılacak çağdaş bilimsel kadrolar, 
  • 1929 tarihli 1416 sayılı kanun çerçevesinde sınavla seçilecek parlak öğrencilerin yurtdışına yüksek öğrenim için gönderilerek yurda tekrar geri dönmeleri ve bunun uygulanmasının oldukça zaman alması nedeniyle, yurtdışından yetişmiş saygın bilim, sanat ve kültür insanlarının ülkeye davet edilmesi yoluyla giderilmesi kararlaştırılmıştı.

İşte, böylesi bir ortamda “Türk mucizesi” denen ve süreci başlatan olay gerçekleşti. 1933 Ocak sonunda iktidara gelen Hitler ve onun Nazi Partisi, kamuda çalışan ağırlıklı olarak Yahudi, siyasal düşünceleri nedeniyle Nazizme karşı olan komünist, sosyalist, sosyal demokrat, Hıristiyan demokrat bilim, sanat ve kültür insanlarını önce işlerinden sonra da ülkelerinden kovdu. Yurtdışına kaçmak zorunda kalan bu çaresiz insanların “güvenilir bir ülkede mesleklerini icra etmek amacı” ile genç Cumhuriyetin yetişmiş insan gereksinimi tarihsel bir rastlantı ile örtüştü. 

Bu insanların Cenevre’de kurdukları “Alman Bilim İnsanları Yardımlaşma Cemiyeti” ile yapılan görüşmeler sonunda, Mustafa Kemal Atatürk’ün direktifi ile kendi alanında en iyi 3 kişi arasından liyakat usulüne göre seçilen 40 bilim insanı ile sözleşme imzalandı. 3 ve 5 yıllık sözleşmelerde bu kişilerin;

  • 3 yıl içinde Türkçe öğrenmeleri, derslerini Türkçe vermeleri, Türkçe kitap ve bilimsel makale yayımlamaları, 
  • Türk hükümetine uzmanlık alanları ile ilgili ücretsiz danışmanlık yapmaları, 
  • Üniversitede tam gün çalışmaları istendi.

Bunun için Türk öğretim üyelerine göre 3 ile 5 kat maaş verilir, kendilerinin ve eşlerinin dışarıda iş ve siyaset yapmaları yasaklanır. Bu ücretlerin devlet hazinesine ek yük getirmemesi için, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün emri ile milletvekillerinin maaşı yarıya indirilir!

Atatürk, ülkelerinden kovulan, Almanya’da yakınlarını toplama kamplarında yitiren, ağır baskı ve tehdit altında yaşayan bu insanların çökmüş moral ile Kasım 1933’ün ilk haftasında açılacak olan üniversitede verimli olmalarının oldukça zor olduğunu düşünür. Onların en geç 15 Ekim 1933’te İstanbul’da olmalarını ister. Öyle de olur. Atatürk, çok ince bir düşünce ve jestle onların moral bulması için 30 Ekim 1933’te Dolmabahçe Sarayı’nda verilecek kutlama töreninde, 1000 kişiden oluşan ve aralarında devlet adamları, askerler, bakanlar, yazarlar, sanatçıların bulunduğu davetlilerin yanında bu saygın 40 bilim insanına da yer verir. 

DERİN İZLER BIRAKTI

Ülkelerinde ağır hakaret, tehdit ve zulme maruz kalan bu insanlar, Nazilerin tehdit ve yıldırmalarına karşı, genç Cumhuriyetin kendilerine değer vermesini, korunma ve özgür çalışma ortamı sağlamasını ve samimi yaklaşımını minnet ve şükranla anmıştır. 

Yabancısı olarak geldikleri bu ülkede zamanla bizden birileri olmuş, içtenlikle ülkemizi “vatan” ve “ikinci vatan” olarak bellemiş, başta İstanbul Üniversitesi olmak üzere, entegre bir anlayış içinde kurulan kurumlarda görev alarak ülkemizde büyük yapıtlar üretip, saygın Türk bilim, sanat ve kültür insanları yetiştirerek etkileri bugüne kadar uzanan derin izler bırakmışlardır. 

Sonuç olarak; genç Cumhuriyetin bilim, sanat, kültür, sosyal yaşam alanları ve ekonomide en parlak yıllarını yaşadığı, dünyada saygınlığının zirve yaptığı döneme büyük katkılar yapmışlardır. Mustafa Kemal Atatürk önderliğindeki Cumhuriyetin izlediği bu samimi, kucaklayıcı, işbirliğine, bilime ve sanata dayalı insancıl barışçı politikaları da ülkemizin dünyadaki saygınlığını en tepe noktaya taşımıştır.

Yetişmiş, nitelikli insanlarımızın hak ettikleri liyakat ve saygıyı görmedikleri için ülkemizi terk etmek zorunda kaldığı bugünlerde, geçmişte ülkemize gelerek büyük hizmetler veren bu saygın bilim, sanat ve kültür insanları ile bu mucizenin mimarı başta Mustafa Kemal Atatürk ile dönemin çağdaş eğitimcilerini, onların ülkemize gelişlerinin 91. yıldönümünde saygı ve minnetle anıyorum.



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları