Hikmet Çetinkaya

Vur emri...

29 Eylül 2015 Salı

Serin bir gün...
Oysa bir Ege kentindeyim...
Vadi, deniz, Ahmetbeyli...
Benliğimi saran rüzgârla yıldızların altında, karanlıkta yanan bir mum ışığının aydınlattığı, sanki alevler titriyor...
Mekke’de şeytan taşlamaya giden hacı adaylarının ilkelliğin uçurumunda can verdiklerini düşünüyorum...
753 can ezilerek öldüler...
Suudiler böyle ölümlere alışık, kılları bile kıpırdamadı.
Neden ve niçin sorularını sormaya hiç mi hiç niyetim yok!
Yanmayan mum beyazdır, soğuktur, cansızdır, ölüdür.
Ustamız, bir yazısında bir kibrit çakımının, mumun içindeki gizli gücü devindirdiğini anlatmıştı 30 yıl önce...
Gerçekten yanmaya başlayan mumun alevinde temsilin gizemi parlar, insanın gözünü alır; pervanede aşk dönencesinin çekim gücü ateşlenir.
Başımı göğe kaldırdığımda Ahmetbeyli üzerinde arka arkaya dizilmiş yolcu uçaklarının iniş için alçalmaya başladığını gördüm...
Onlar, göğü delip yıldızları selamlayıp birkaç dakika sonra piste teker indireceklerdi...
Mekke’den gelen ölüm haberleri, arkasından bir binbaşının daha Tunceli’nde şehit düşmesi, hız kesmeyen PKK terörü...
Kana kan intikam duygularının yaşadığımız coğrafyayı kana bulaması, ölgün mum ışığı, yaşamla ölüm arasında o ince çizgi...
İnsan kardeşlerini, dostlarını yitire yitire yaşamaya alışıyor bir süre sonra.

***

Sevdiklerimizi, çocuklarımızı, kardeşlerimizi, ekmeğimizi bölüştüklerimizi yitirdikçe, içimizde kırk mum yanmaya başlarsa gönlümüz “yatır türbesi”ne dönüşmez mi?
Mekke’de şeytan taşlamaya giden Müslümanlar Suudi ilkelliğinin kurbanı olurken, onlar Kâbe çevresindeki görkemli villalarda, yedi yıldızlı otellerde keyif çatıyorlar...
Ölüm onlara elini uzatmıyor...
Çağdaşlık, gökdelenler dikilerek, duble yollar yapılarak olmuyor...
Zaman”ın dönemecinde, yaşamın ucunda bunca acıları, felaketleri yaşayan benim ülkemin insanı sevgiye, aşka, kardeşliğe, insanca yaşamaya hasret...
Bağnazlığın kör damarı o mum ışığı, derin vadiler...
Yanmayan mum beyazdır...
Beyaz, ölüme açılan bir pencere mi?
Acılar denizindeydim...
Saat gece yarısını çoktan geçmesine karşın uçakların üzerimden geçişi sürüyordu.
Şöyle dedim yıldızlara bakarken, ustanın bir tümcesini anımsadım:
Zaman geçtikçe acı uslanır, akıllanır, bilgeleşir; hüzne dönüşür; yara kapanmıştır ama inceden inceye sızlar...
Günümüz Türkiyesi’nde acılar ne akıllanıyor ne ne de bilgeleşip hüzne dönüşüyor...
Hem anaların hem babaların, kardeşlerin, çocukların, eşlerin, vicdani olan herkesin yüreğine bir bıçak gibi saplanıyor...
Şehit düşenler ya da dağda etkisiz hale getirenler...
Hepsi can!
Hepsi canımız bizim!

***

Aydınımızdan siyasetçimize, sanayicimizden sanatçımıza, gencimizden yaşlımıza değin tüm toplumun özeleştiri yapması gerekir akan kanın durması için...
Nerede yanlış yaptık, bu kan gölünün içine nasıl düştük?
Arkadaşımız Kemal Göktaş’ın belgeleriyle haberleştirdiği insanın vicdanını sızlatan Roboski katliamıyla, herkesin yüzleşmesi, eteğindeki taşları dökmesi gerekir...
Üç haber, üç manşet ve Kemal Göktaş’ın yazdıkları....
Ateş topuyla paramparça olan genç bedenler, o kaçakçı çocuklar ve katırları...
Askerlerin verdiği ifadeler, “Varan 3” başlıklı haber:
Komutanım bunlar kaçakçı!
Onlar devletin bildiği kaçakçı çocuklardı, terörist değil!
Ben bildim bileli kaçakçılık yapılıyordu o bölgede...
Vur emrini kim vermişti?
Verdiler, savaş uçakları kalktı ve genç bedenleri bombaladı...
Evet, gece yarısı, uçaklar inişe geçiyor, serinlik içimi üşütüyor...
Yıldızlar mum ışığı gibi...
Yalnızlık ve hüzün peşimi bırakmıyor benim...  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Aşklar ve sevinçler... 9 Eylül 2018

Günün Köşe Yazıları