Hikmet Çetinkaya

Sahibinin Sesi Aydınlar...

15 Ocak 2013 Salı

Kimsenin dolaşmaya cesaret edemediği gecelerde, belirsiz bir gözyaşı rengi belirir kentin üzerinde...

Soluk alıp veren yıldızlar, hızla denize doğru kayar, hayatın lacivert sularına gömülürdü.

Sonsuz sensizliği düşünürdüm o zaman...

Uykuyla ağırlaşan gözler görürdüm, dağları, ovaları, ırmakları, gölleri, vadileri.

Eski bir şarkı çalardı gramofonda çocukluğumdan kalma...

Bir taşra kasabası...

O karlı kış günleri ve ilkyaz...

Birbirine karışan mevsimler...

Sonra deniz kıyısı, çiçeklenmiş bir evren.

Dağlarımız, ovalarımız, koylarımız daha satılmaya başlamamıştı.

Türkler, Kürtler, Ermeniler, Rumlar, Lazlar, Çerkezler aynı mahallede oturur, kardeşçe, barış içinde yaşarlardı.

Çocuklar aynı oyunları oynardı, anneler yine kazak örerdi kapı önlerinde.

70’li yılların ortalarında Diyarbakıra gitmiştim Lice depreminin ardından...

Diyarbakırda iki, Licede üç gün kalmıştım Oy Lice Oyyazı dizisini yapmak için...

Diyarbakırın en ünlü caddesinde 10 kitapçı vardı ve sol yayınlar, çağdaş yazarların romanlarını, öykülerini, şiirlerini satarlardı... Dünya klasiklerini...

80’li yılların sonlarında gittiğimde ise o kitapçıların yerini İslamcıüstelik köktendincikitap satanların aldığını görünce şaşırıp kalmıştım.

***

Nedense dün sabah dizi yazılar hazırladığım yıllara, çocukluk ve gençlik günlerime doğru bir yolculuğa çıktım...

Licede 85 yaşındaki Kürt dedenin, 12 Martta nasıl tutuklanarak Diyarbakır zindanında işkenceye yatırıldığını yeniden dinliyor gibiydim.

Unutmadan ekleyeyim...

76 yılında Diyarbakırda askeri lojmanlar vardı ve girişinde bir nöbetçi kulübesi bulunuyordu.

Kulübenin karşısındaki yolun üzerindeki bariyerde dikkatimi çekmişti:

Buraya siviller ve köpek giremez!

Benzer bir uyarı yazısını İzmir Fuarının Basmane giriş kapısında da görmüştüm:

Fuara askerler (er ve erbaş) ve köpek giremez!

***

Sabahın sisi içinde uyanmıştım...

Anılarımla baş başaydım kahvemi içerken.

Bir süre sonra kahveden çıktım, deniz kıyısında yürümeye başladım.

Darbe davaları, insanların haklarının, hukuklarının çiğnenmesi, birbiriyle hiç karşılaşmayan, görüşmeyen gazetecilerin, siyasetçilerin, bilim insanlarının, İlker Başbuğun, suçsuz subayların çetelerle, mafyalarla, katillerle aynı torbaya konulup yargılanması.

Karşımda bir fotoğraf duruyordu böyle...

Bir Türkiye gerçeği.

Alıç çiçekleri arasında gözlerimi kapatıp uyumak istiyordum yaşadıklarımızı unutmak için.

Gözaltılar!

İşkenceler!

Kahramanmaraş, Sivas, Başbağlar, Çorum, İzmir İnciraltı, Beyazıt katliamı...

12 Mart ve 12 Eylül!

Solun üzerinden silindirle ezip geçenler, Erdal Ereni idam edenler.

***

Hava serindi, üşüyordum.

Yitip giden kaygılı mevsimler içindeydim...

Akan kan!

Vahşet kasırgası!

Tüm fotoğraflar birbirine karışmış, içinden çıkılmaz bir hal almıştı...

Kördüğüm olmuştu hayatımız!

Bir ırmak gibiydik bulanık akan...

Deniz kıyısında yürürken bir banka oturdum...

Arkadaşım, dostum edebiyatçı Namık Kemal Behramoğlu 1995’te yazdığı iki şiirini bilgisayarıma göndermişti.

Birisi Sivas kıyımında yitirdiğimiz Asım Bezirci, öteki bombalı tuzakla öldürülen Onat Kutlar içindi...

Güzel ağabey,/Nasıl yandı canım/Ve nasıl ağladım bilemezsin.

Ananın ak sütü gibi/helal olsun her şey sana/ama bizi puştluktan döndüremezsin.

Onata yazdığı şiir ise şuydu Namıkın:

Aslında/giren aydın bir bıçaktır/Omurgana./

Ne kadar ve hangi coşkuyla seversen sev/

İnsanları,/acımız hep yinelenecek/sahibinin sesi aydınlar/çekilmeden urgana.



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Aşklar ve sevinçler... 9 Eylül 2018

Günün Köşe Yazıları