Erinç Yeldan

Paris Sözleşmesi’nin beşinci yılı

16 Aralık 2020 Çarşamba

Bugünkü yazımızda günlük ve kısa dönemli ekonomi gündemimizin dışına çıkacağız ve daha uzun erimli, ama öyle olduğu için de geleceğimizi etkileyecek bir o kadar önemli bir konuyu tartışacağız: İklim değişikliği ile mücadele.

İklim değişikliği ile uluslararası düzeyde önemli bir adım olan 2015 Paris 21. Taraflar Konferansı’nın beşinci yılını geçen hafta geride bıraktık. 2015 Aralık’ında, iklim değişikliği ile mücadele araçlarını belirlemek ve bu mücadeleye katkıda bulunmak üzere her ülke kendi “Ulusal Düzeyde Belirlenmiş Katkı Niyeti” (Intended Nationally Determined Contribution, INDC) programını Paris toplantısında sunmuş; Türkiye de kendi “INDC-Katkı Payı”nı resmi olarak toplantı öncesinde açıklamış idi.

Paris toplantısına katılan bilim insanları, sera gazlarının emisyonu nedeniyle dünyamızın yüzey ısısında yaşanan artışın yüzyılın sonuna değin 2 derecede tutulması gerektiğini, aksi takdirde gezegenimizin geri dönülemez biçimde tahribata uğrayacağını vurgulamaktaydı. Çevrebilimciler, bu hedefe ulaşmak için küresel emisyonların 18 milyar ton düzeyine düşürülmesi gerektiğini hesaplamaktalar. Oysa, Paris toplantısının daha başında ülkelerin verdikleri taahhütlerin bu hedeften çok uzakta kaldığı görülmekteydi. Dünya Enerji Ajansı sunduğu projeksiyonlarda 2040 yılına değin dünyada toplam emisyonların 36 milyar tona ulaşacağını, oysa +2 0 C sınırını aşmamak için toplam emisyonların 18 milyar tona değin düşürülmesi gerektiğini paylaşmaktaydı. Aradaki 18 milyar tonluk farkın düşürülmesi Paris sonrası iklim mücadelesinin en önemli sorunsalıdır.

Dünya Enerji Ajansı verilerine göre gezegenimizin atmosferine bir yılda salınan CO2 emisyonu yaklaşık 30 milyar tona ulaşmaktadır. Bu sonucu ülkeler düzeyinde değil de küresel üretim zincirinin baş aktörleri olan ulusötesi şirketler açısından değerlendirdiğimizde, aslında sadece yirmi adet enerji üreticisi ve dağıtıcı tekelin bu rakamın yüzde 30’undan sorumlu olduğunu görüyoruz. Sadece ilk dört şirket, Chevron, Exxon, BP ve Rus Gaspromun yol açtığı emisyonların toplam içerisindeki payı yüzde 11.5’e ulaşmaktadır.

Dolayısıyla, küresel iklim değişikliği ile mücadelede ana öznenin “ulus ekonomiler” olduğu kadar, belki de çok daha belirleyici biçimde, dünya ticaretini meta zincirleri ve doğrudan yatırımlar ile yönlendirmekte olan ulusötesi şirketler olduğunu görmemiz gerekiyor.

Bunun ötesinde, iklim değişikliği ile mücadele özünde kuşkusuz sınıfsal bir mesele. Örneğin, Ankara Üniversitesi’nden Prof. Dr. Nesrin Algan Hoca’nın sözleriyle, “Amerika’da doğan bir bebeğin, Bangaldeşli yoksul bir ailenin yeni doğmuş bebeği ile karşılaştırıldığında 6 yaşına değin tam 175 kat daha fazla karbondioksit emisyonu yaratmakta olduğunu” biliyoruz. Dolayısıyla, Nesrin Hoca’nın vurgularıyla, iklim adaletsizliği sadece zengin - yoksul ya da sermaye - emekçi karşıtlığının ötesinde, bir ekolojik soykırıma dönüşmektedir.

+2 0 C sınırının bir hedef olarak gözetilmesinde fikir birliği oluşmasına karşın, bu hedefin nasıl gerçekleştirileceğine dair çok farklı görüşler var. Ana akım (neoliberal) görüşten olan iktisatçılar söz konusu hedefin sağlanması için çoğunlukla “piyasa aletlerine” başvurulması gerektiğini önermekteler. Bunun için bir karbon ticareti piyasasının kurulması ve karbondioksitin küresel düzeyde bir fiyatının oluşturulması gerektiğini savunmaktalar.

Ancak şu ana değin bu yönde yürütülen çabalar işlevsel bir karbon piyasasının geliştirilmesini ve karbonun gerçekçi bir fiyatının oluşmasını sağlayamadı. Bu konudaki en büyük sorunun aslında piyasa mekanizmasının gene kendisi olduğu görülmekte. Zira, başta finansal derecelendirme kuruluşları olmak üzere, spekülatörler ve fosil yakıtların teşviklendirilmesinden kazanç sağlayan ulusötesi tekeller söz konusu karbon fiyatının rekabet koşulları altında gerçekleştirilmesi önündeki en büyük engeli oluşturuyor. Bu doğrultudaki kısa dönemci başıboş kararlar ise özünde uzun dönemli stratejik bir sanayileşme ve enerji planlaması gerektiren çevre kirliliği sorununu içinden çıkılmaz bir dengesizliğe sürüklüyor.

Aslında sorunun özünde karbon kirliliğinin bir “piyasa tökezlemesi” olduğu ve çevre kirliliğinin yarattığı maliyetleri karşılayacak bir fiyatın piyasa sistemi içerisinde dengelenemeyeceği yatıyor. Amerikalı ünlü coğrafya-iktisatçısı David Harvey’in deyişiyle “iklim değişikliğinin maliyetleri gözeten bir karbon fiyatı gerçekten uygulansaydı, kapitalizm çoktan iflas ederdi”.

Paris 2015 Konferansı’nın ardından küresel ölçekli bu sorunlara ne denli gerçekçi ve kalıcı yanıtlar getirilebilecek? Kuşkuluyuz. Ancak gezegenimizin geleceğini yakından ilgilendiren böylesine önemli bir sorunun uluslararası düzeyde tartışılacağı iklim değişikliği ile mücadele forumlarını yakından izlemek ve çözüm önerilerine olabildiğince müdahale etmek zorundayız.



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları