Barış Terkoğlu

Türkiye’nin ayağına değen taş

14 Ekim 2019 Pazartesi

Arkadaşım uyarmasa fark etmemiştim. Barış Pınarı Harekâtı’nı haberleştiren bir gazetenin manşeti “Balyoz gibi indi” idi. 9 Ekim’in, Balyoz kumpası kararlarının 6. yıldönümü olmasına atıfta bulunuyordu.
Ben ise böyle bir denkleşmeye pek ihtimal vermiyordum. Operasyonu yönetenlerin Balyoz davası konusunda temiz bir sicilinin olmadığını defalarca okudunuz. Ancak devlette bu tür takvimlere dikkat edenler varsa, 9 Ekim ilginç bir güne denk geliyor: Türkiye’nin 21 yıl önce, 1998’de, yine sınıra asker yığarak, PKK lideri Abdullah Öcalan’ı Suriye’den çıkardığı tarih 9 Ekim’di.
Aslında süreç başka açılardan da karşılaştırılabilir. Eski Başbakan Mesut Yılmaz’dan dinleyelim:
Ben aslında Öcalan Suriye’yi terk etmeden sanırım 6 ay önce, MGK’de bu işin Suriye üzerine baskıyı yoğunlaştırmak yoluyla çözümlenebileceğini dile getirdim. Ama o tarihte belli bir konsensus oluşmamıştı. Sonra komuta kademesinde bir değişiklik oldu. Yine bir MGK toplantısından sonra yemek yedik. Kara Kuvvetleri Komutanı Atilla Ateş Paşa bana ‘bölgede görev yaptığını bu işin tek çözüm yolunun Suriye üzerine baskı yapmak olduğunu; Suriye’nin ancak sert dilden anlayacağını, aksi takdirde PKK ve Öcalan himayesinin devam edeceğini’ söyledi. Ben ilk defa orada bu konuda bir devlet politikasının oluşabileceğini düşündüm.” (Operasyon, Tuncay Özkan, Doğan Kitap)

Öcalan Suriye’den nasıl çıktı?
28 Şubat konsepti” dediği süreci Türkiye hep “irtica meselesi” üzerinden okuyor. Oysa dönem, Türkiye’nin, Öcalan başta olmak üzere birçok açıdan yeni bir süreci başlattığı dönemdi.
Hatay’ın kurtuluşunda Başbakan’ın, Suriye’yi “her şeyi yapabilecekleri” konusunda uyarmasını 16 Eylül 1998’de Ateş’in Suriye sınırındaki konuşması takip etti:
Artık sabrımız kalmadı. Eğer gerekli tedbirleri almazlarsa biz Türk milleti olarak her türlü tedbiri almak zorunda kalacağız.
19 Eylül’de Suriye sınırına başlayan askeri yığınağı, 1 Ekim’de Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in TBMM açılışında yaptığı konuşma izledi:
Tüm uyarılarımıza ve barışçı açılımlarımıza rağmen hasmane tutumundan vazgeçmeyen Suriye’ye karşı mukabelede bulunma hakkımızı saklı tuttuğumuzu, sabrımızın taşmak üzere olduğunu bir kere daha dünyaya ilan ediyorum.
Öcalan, sürecin sonucunda varılan noktayı şöyle anlattı:
“Türkiye’nin baskısı üzerine Suriye hükümeti bana ‘Ya Türkiye ile aramızda savaş çıkar veya biz seni yakalar Türkiye’ye teslim ederiz, tercih yapmak zorundasın’ dedi.”
Öcalan, Türkiye’nin baskılarının Şam’daki etkisinin sonucunda bir 9 Ekim günü Suriye’den çıktı. Yunanistan’la başlayan uzun kaçışını başlattı.
4 Şubat 1999 günü ise MİT ile CIA, Öcalan’ın yakalanıp Türkiye’ye getirilmesi için çalışmalara başladı. CIA’nın MİT Müsteşarı Şenkal Atasagun’a teklifi şuydu:
“Operasyonu Amerikan ve Türk ekipleri gerçekleştirecek. Ancak ne olursa olsun Abdullah Öcalan Türkiye’ye sağ olarak getirilecek, mahkemede yargılanacak ve öldürülmeyecek.”
Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ve Başbakan Bülent Ecevit’in onay vermesiyle “sağ olarak yakalanma” ve “adil bir şekilde yargılanma” protokole bağlandı.
Protokolden sadece 12 gün sonra, 16 Şubat 1999’da Öcalan’ı taşıyan uçak Türkiye’ye indi.
9 Ekim’de başlayan süreç, 4 ayda son bulmuştu.

Kapı ardındaki diplomasi
İşin ilginci, 21 yıl önceki 9 Ekim’de Öcalan dahil bir kişinin bile burnu kanamadı, bir asker dahi şehit olmadı, bir kurşun bile atılmadı. Türkiye, kamuoyu önünde belindeki silahı gösterirken, kapıların ardında başka bir diplomasi yürütüyordu.
Örneğin, Türkiye ile Suriye tüm gerilime rağmen diplomatik çözüm arayışındaydı. Mesela, Mısır lideri Hüsnü Mübarek tam da bu gerilimin ortasında Ankara’ya gelmiş, Türkiye ile Şam arasında çözüm için arabuluculuk yapmıştı. Almanya’dan ABD’ye, Rusya’dan İsrail’e neredeyse dünyanın tüm aktörlerine Türkiye’nin neyi, neden istediği anlatıldı. PKK yalnızlaştırılırken Türkiye kendi etrafında bir diplomasi ağı örüyordu.
İşin ilginci PKK de bunun farkındaydı. PKK’nin 6. Kongresi bildirisinden aktaralım:
“ABD emperyalizmi, İsrail Siyonizmi ve Türk faşizminin tüm uluslararası güçleriyle, Kürt ihanetini de kullanarak gerçekleştirdiği 9 Ekim 1998 komplosu…”
Özetle PKK, Türkiye’nin dünyayı kendisine karşı birleştirdiğini iddia ediyordu.

Türkiye’nin ayağına bağlı ‘İhvancılık taşı’
O zaman asıl soruyu soralım…
PKK’nin o dönem Suriye’deki gücü önemsiz bir ayrıntıydı. Hatta Öcalan’ın anlattığına göre PKK, Suriye içerisine siyaset bile yapmıyorlardı. Roma’dayken Tayfun Talipoğlu’na Şam’dan çıkışını “Peygamberin Hicreti”ne benzeten Öcalan’ın askerlerinin Suriye’ye dönüşü, önce kantonlarla ardından bir kuşakla nasıl gerçekleşti? 20 Ekim 1998’de Türkiye ve Suriye’nin imzaladığı Adana Mutabakatı’yla PKK’nin Suriye’deki faaliyetlerinin yasaklanmasıyla tam olarak çözülen mesele, nasıl bir başka 9 Ekim’de “mecburi bir harekâta” dönüştü?
Çok açık ve net bir yanıtı var: AKP ve Erdoğan’ın politikaları sayesinde.
ABD ile el ele vererek uluslararası bir operasyonla Esad yönetimini zayıflatan, Müslüman Kardeşler hayalleriyle Şam karşıtı cihatçılara destek veren, can çekişen Suriye’de, Öcalan’ın askerlerinin ABD lejyoneri olarak bir devlet seçeneği haline gelmesini sağlayan siyasetin sahibi kim?
KKTC’den Filistin’e, Kanada’dan Avustralya’ya, hiçbir konuda anlaşamayan Araplara kadar tüm dünyayı kendisine karşı birleştirme “becerisi”nin sonucu olan yalnızlığımızı Dışişleri Bakanı’nın giydiği kamuflaj elbisesi örtebilir mi?
Türkiye’yi “işgalci” suçlamasından koruyacak, Suriye’de toprak bütünlüğüne dayalı çözümü çabuklaştıracak, hatta Türkiye’nin iç barışına katkı sağlayacak Şam’la açık görüşmeleri reddetmek, Türkiye’yi sahada kazansa bile yenilgiye programlamak değilse ne?
Operasyon doktrinini partisinin il başkanları toplantısında açıklayan, askeri harekât sözlerini “milletimizin her bir ferdini partimiz safına katılmaya davet ediyorum” diye tamamlayan, “Barış Pınarı Harekâtı Koordinasyon Toplantısı”nı AKP yöneticileriyle yapan, bilgilendirme toplantısına “muhalif” dedikleri medyayı çağırmayan Cumhurbaşkanı, “bozgunculuk” dediğimiz şeyi başlatan odak değil mi?
100 yıl önce bağımsızlık mücadelemizin içinde, dönemin koşullarında ürettiğimiz ittifaklarımız ve akılcı diplomasi de vardı. Şimdi “Mehmetçiğin ayağına taş değmesin” diye dua ediyoruz da, ayağımıza bağlı “İhvancılık taşı”nın başka taşlara gerek bırakmadığını göremiyoruz.



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları