Barış İnce'den ses getiren bir roman: 'Köksüzler'

Her şehrin bir aydınlık bir de karanlık yüzü vardır. Zengin semtlerin ışıltılı caddeleri, pırıl pırıl sokakları ön plana çıkarılır her daim. Oysa gerçek hayat çöp kokulu, yoksul kenar mahallelerde yaşanır… Barış İnce, İzmir’in panoramasını gözler önüne serdiği son romanı Köksüzler’i anlattı.

Barış İnce'den ses getiren bir roman: 'Köksüzler'
Abone Ol google-news
Yayınlanma: 12.07.2022 - 15:41

Söyleşi: Ezgi Hotalak

Özgür ruhu, çok kültürlü yapısı, tarihi ve doğası ile bir hayal kenti İzmir. Peki Kordon’un görkemli güzelliğinin ardında neler yaşanıyor? Çok okunan kitapların yazarı Barış İnce uzun bir aradan sonra yeni adresi İnkılâp Kitabevi’nden, tazelenen diliyle İzmir’in arka sokaklarına ışık tuttu.

Yaklaşık 4 yıl aradan sonra gelen Köksüzler kısa bir süre önce raflardaki yerini aldı. Romanlarına sahne olarak daha önce de İzmir’i seçen İnce, bu kez şehrin bambaşka bir yüzüne değiniyor. Yaşadığı süre boyunca bocalamış, ne kadar gayret etse de bir yere aitlik hissedememiş, kök salamamış insanların toprağı kazarak hayata tutunma çabalarını kaleme alıyor.

Ve tıpkı Flaubert’in mahkemede “Kim bu Madam Bovary?” sorusuna verdiği “Madam Bovary benim” yanıtı gibi İnce de ben de yarattığım bu antikahramanlardan biriyim diyor. Tüm bu kök salınamazlığa inatsa Türkiye’de kalıp mücadele etmeyi savunuyor.

Uzun bir aradan sonra Köksüzler’le tekrar okurla buluştunuz… Bu süreçte neler oldu? Bu romanı yazmak için itici gücünüz neydi?

Mesleğiniz buysa, yazmaktan başka bir çareniz de yoksa sürekli kafanızda bir metin döner. Bu çoğu zaman bir ses, bir fikir, bir izlektir. Benim kafamda kentin olağanüstü değişimini anlatmak vardı. Bu da İzmir’e 18 yıl sonra döndüğümde pek çok şeyi hatırlayamama duygusuyla başladı. Elbette öncesinde de mekân-insan ilişkisi düşündüğüm bir konuydu. Bu yüzden de Emek Sineması, Gezi Parkı gibi meselelerde yazmış, konuşmuş bir kişiydim. İzmir’in dönüşümü ise tahminimden daha hızlı olmuştu. Yine de İzmir kendini korumaya çalışıyor ve bir çeşit megakent olmamak için direniyor.

Bu düşünceler çerçevesinde kentleşme, kent sosyolojisi kitapları ve İzmir tarihine dair kitaplar okudum. 2010’da Yıldız’da Siyaset Bilimi’nde yüksek lisans yapmıştım, o dönemi çalışmalar da bu çabaya katkı sundu. Tüm bunlar aslında bir süredir çeşitli dergilerdeki yazılarımda ve panellerde anlattığım “hikâye avcılığı” kavramıyla ilintilidir. Özünde bir hikâye kovalarız ve bu ruhu bedene kavuşturacak bir teknik ve atmosfer arayışına gireriz. Tüm bunlar dört yıl kafamı kurcalarken itici güç kuşkusuz romancılığın maddi manevi yaşamımın merkezinde olmasıdır. Yazmam gerektiğini ve zamanının geldiğini düşündüm.

Her ne kadar birden fazla başkahramanınız olsa da romana bir kadın karakterin ağzından başlıyorsunuz. Bu sizi zorladı mı, kadın gözüyle bakmak?

Tanrısal anlatıcı dediğimiz üçüncü tekil anlatıcı kullansam da, iç monolog (bilinç akışı) ve diyaloglar ile karakterlerin dili de metne sızdı. Bu dili kurarken zorlanmadım çünkü kadın karakterleri konuşturma konusunda Sarsıntı romanımdaki Filiz karakterinden şerbetliyim. İşimiz dinlemek aslında, kim nasıl konuşur buna dikkat eden birisiyim. Oradan düşünce sistematiğini de farklı sınıflar, cinsiyetler, kültürler için çözmeye çalışıyorum.

Bambaşka bir hayatı anlatıyorsunuz… Getto mahallelerde geçen, yolunu bulamamış, herhangi bir yere kök salamamış insanları… Bu tarz yaşamları anlatmak büyük bir çalışma ya da araştırma gerektirdi mi? Neler yaptınız hazırlık sürecinde?

Tarih ve sosyoloji okumaları dışında “Kabuğu Kırmak” belgeselinde yaptığım röportajlar ve çocukluğumda tanıdığım insanlar bana yardımcı oldu. Çocukluğumuzda İzmir farklı sınıfların, kültürlerin temas edebildiği bir yerdi. Site duvarlarıyla bu bir nebze ayrışsa da hala İstanbul’a göre daha bir arada… Çocukken Karabağlar’da önce keresteyle ilgili sonra da mobilyayla ilgili iş yerleri vardı ailemin. Yazları çalıştığımız olurdu. Buralardaki görüntüler hafızamda çok net. Çocukluk bizlere berrak anı paketleri sunuyor gerçekten de. Tabii o dönemde usta, çırak, kalfa, bir arada vakit geçirirdi insanlar. Onların konuşmaları aklımda ama bugün nasıl konuşuyorlar düşüncesi biraz daha gözlem gerektirdi. Anlattığım Damlacık-Bayramyeri-Eşrefpaşa hattı da bildiğimiz, akrabalarımızın yaşadığı bir yer. Ama kitabı yazmadan önce birkaç kez daha gittim ve sokaklardan geçtim. Özellikle kazı sahnelerinin olduğu yerden bir kez daha geçtim.

İzmir her şeyiyle büyülü bir şehir, tarihiyle, doğal güzelliğiyle… ve bu romanı şehri hissederek yazdığınız çok açık. Sizin için anlamı nedir İzmir’in?

Çelişki romanımda da Özdere-Ürkmez tarafları vardı. Şimdi de Bayramyeri var. Hissedeceğiniz üzere bu romanda “güzel İzmir”in karanlık yönlerini de anlatmaya çalıştım. İzmir deyince sadece deniz, kum, güneş, Kordon, laiklik vb… yok. Bunlar elbette ki önemli ve kenti belirleyen şeyler ama derin bir yoksulluk, başkalarının malına konarak edinilmiş zenginlik ve kökleşmeyi engelleyen sürekli bir göç olgusu var.

Bence İzmir’in tarihi aynı zamanda göçler tarihidir. İzmir yangını, mübadele ve sonrası yaşanan iç göçler, son olarak da “laik göç” dediğimiz yaşam tarzından kaygılı kesimlerin biraz olsun çağdaş yaşamak için gelmeleri… Bunlar yetmiyormuş gibi bir de kentsel dönüşümle şehir içinde yer değiştirmeler var. Bunların hepsi romanın arka planında var aslında. Bu kadar göç eden, taşınan, devinen bir toplumun kök salması da kültür yaratması da zorlaşıyor.

Yeryüzünde olduğu gibi yeraltında da bir hazine saklıyor mu sahiden?

Bu konuda şüphe yok. Romanda yazdığım diyalogdaki bir espri gerçek aslında. Adam otoparka kat çıkmak istiyor, binayı yenilemek için yıkıyor ve teni temel atılacakken aşağıdan Agora kalıntıları çıkıyor. İkiçeşmelik’ten şöyle bir geçin her yerden tarihi eser fışkırıyor. Defineciler açısından da bereketli bir toprak.

İzmir’in geçmişinden sıkça bahsediyorsunuz romanınızda. Yahudisiyle, Hıristiyanıyla ama öyle ama böyle yaşamışlar uzun yıllar boyunca. O günlerden bakınca bugün gelinen noktayı nasıl yorumluyorsunuz?

İzmir’de şüphesiz bir arada yaşam kültürü vardır. Hoşgörülüdür esasında nedeni de liman kenti olmasındandır. Yabancılarla tanışma ticaretin de verdiği rahatlıkla çok daha kolay olmuştur. İzmir coğrafi güzelliğiyle de sıkça Akdeniz’in incisi olarak ilgi çekmiştir. Levanten dediğimiz Akdenizli tüccarlardan tutun Yahudi topluluklara pek çok kesim bu kenti tercih etmiştir. O dönemlerde en yoksul ve ağır işçi kesimin Müslümanlar olduğunu söylemek yanlış olmaz.

Defineciliğin her zaman birilerinin ekmek kapısı ya da umudu olduğunu biliyoruz. Ama bu işin bir de toplumsal boyutu var, bu aslında bir devlet hazinesi, böyle bakınca ahlaki sorun da ortaya çıkıyor. Buna ne diyorsunuz?

Devlete teslim etmedikleri sürece yapılan hırsızlıktır buna dair çok bir şey söylemeye gerek yok. Ülkenin değerini kim maddi çıkar için satıyorsa o hırsızdır. Tabii ki roman karakterini yargılamak bizim işimiz değil. Romancı hırsızları da arsızları da katilleri de gaspçıları da anlatır. Çünkü biz insanı anlatıyoruz. Ancak bittiğinde okurda “definecilik iyiymiş” gibi bir düşünce uyanacağını da zannetmiyorum.

Romanınızda bir türlü olamamış, hayata ayak uyduramamış karakterler göze çarpıyor. Sizin gibi toplum nezdinde bir yer edinmiş, başarıya ulaşmış birinin gözünden bu insanları anlatmak nasıl bir duygu?

Ne kadar başarılı olduğum tartışmalı elbette ama ben edebiyatın harika işler yapıp başarıya ulaşmış insanları anlatan bir sanat olduğunu düşünmüyorum. Kişisel gelişim kitabı yazmıyoruz. İnsanı ve insan doğasını anlamaya çalışıyoruz. Toplumun küçük bir kesimi dışında büyük bir bölümü yoksulluk, yaşam kaygısı, her an kaybetme korkusu veya zaten kaybetmiş şekilde yaşıyorsa evrensel karakterler kuşkusuz buralardan çıkıyor.

Flaubert Madam Bovary’yi yazarken onun iç çelişkilerini iyi kavradığı için ölümsüz bir karakter yaratabilmiştir. Yoksa sulu zırtlak bir aşk kitabı yazıp işin içinden çıkabilirdi. O iç çelikiler, namus vb… kavramlar o günün toplumunda eleştirildi ve Flaubert yargılandı. Kim bu Madam Bovary sorusuna ise mahkemede “Madam Bovary benim” diye yanıt verdi. Ben de aynı düşüncedeyim. Bu antikahraman diyebileceğimiz yitik karakterlerin içinde ben de varım.

Avrupa ile Türkiye’yi de sık sık kıyaslıyor, hayallere yurtdışını koyuyor, ama o uzak topraklarda da yer edinememişliği anlatıyor ve maruz kalınan ırkçılığı gözler önüne seriyorsunuz. Sizce gitmek çözüm olabilir mi?

Bu tabii siyaseten konuşulması gereken bir konu… Bir yıla yakın Hamburg’da yaşama fırsatım oldu. Oradaki gözlemlerimi romana aktardım. İnanın ki kolay değil. Ben kimseye gitme diyemem sonuçta buna hakkım yok. Ancak bu ülkeyi daha iyi bir hale getirmeyi ve gidişlerin durmasını çok arzu eden birisiyim. Bu mücadeleyi vermek için Türkiye’deyim. Yine de büyük konuşmak istemem, nelerle karşılaşacağımızı bilmiyoruz çünkü. Sadece kalmak için mücadele etmeye devam edeceğim.

Son olarak, aile içi çatışmaları da romanınıza yediriyor ve hikâyeye derinlik katıyorsunuz. Malumunuzdur ki edebiyat ile psikoloji arasında güçlü bir bağ var. Bunu sağlamak için ayrı bir çalışma yapıyor musunuz?

Siyasetten, tarihten bahsettim ama psikoloji konusunda herhangi bir bilgim yok. Her ortalama okuryazar kadar okumuşumdur o konuda. Ancak karşımdakinin kafasının içindeki düşünceyi ve o kişinin duygusunu algılamaya çalışan bir kişiyim. Eskiden beri...

Bu onların düşüncesine çok önem verdiğim ve kendimi onlara göre düzenlediğim için değil. Sadece tuhaf bir anlama, sezme çabası diyelim. Çocukluğumdan beri vardı bu. Cansız varlıkların bile bir hissi olduğuna karar verip ne hissettikleri konusunda düşünürdüm. Belki bu bir sorun bilmiyorum ama ilerleyen yıllarda karakter yaratmakta çok işime yaradı.


İlgili Haberler

Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler