Ceyhun İrgil: ‘Kurucu kadrolar kin gütmediler, helâlleşmeyi tercih ettiler!’

Kimisi işbirlikçi saray hükümetinin, kimisi işgalci İngilizlerin yanında Kurtuluş Savaşı’na karşı çıktı; Türk milletinin varlık yokluk kavgasında ihanet ettiler. Kurtuluş Savaşı sonrasında affedilenler oldu, böylece sayıları 150’ye indi. 150’likler diye anıldılar. Fransız ve Rus devrimlerinde yapıldığının aksine idam edilmediler, hapse atılmadılar, sürgün edildiler. Cumhuriyet’i kuranlar kin tutmadılar, suçun bireyselliği ilkesini dikkate aldılar. 150’liklerin yakınlarını ve çocuklarını suçlu olarak görmediler. Dr. Ceyhun İrgil de yeni incelemesi Babalar ve Çocuklar - Genç Cumhuriyet’in Vicdan Serüveni’nde (Sia Kitap) 150’liklerin izini sürüyor, onların ve çocuklarının bilinmeyen öykülerini anlatıyor, Cumhuriyet’in saklı kalmış bir yönünü gözler önüne seriyor...

Ceyhun İrgil: ‘Kurucu kadrolar kin gütmediler, helâlleşmeyi tercih ettiler!’
Abone Ol google-news
Yayınlanma: 25.11.2021 - 00:03

Fotoğraflar: ŞÜKRÜ KANDİYE

“Her şeye rağmen ben onları affediyorum…”

Mustafa Kemal Atatürk (Haziran 1938 - Yalova)

KAYBEDEN VE KAZANANLARIN VİCDAN SERÜVENİ!

- “150’lik” olarak adlandırılan kişilerin hayatlarından yola çıkarak olanlara ışık tuttuğunuz, tarihten günümüze bir hatta gerçekleştirdiğiniz çalışmanız boyunca toplumsal merakı ve vicdanı özellikle hangi konularda aydınlatmayı hedeflediniz?

Bu kitabın asıl öznesi, Milli Mücadele ve Cumhuriyet gibi zorlu bir devrim sürecini yönetenlerin ve karşıtlarının tutumları. Dünya tarihinde böylesi uzun, kanlı bir işgal ve savaş sürecinden geçip, karşıtları ile hesaplaşmaktansa ülkeyi ayağa kaldırmayı ve insan kazanmayı önceleyen rejim değişikliği ve devrim süreci çok nadirdir.

Kitap çok acılar çekmiş, ihanete uğramış ve neredeyse yok olma noktasına gelmiş bir kuşağının, her şeye rağmen “biz bu Cumhuriyet’i kanla kurduk ama kin ile büyütmeyeceğiz” anlayışına odaklanıyor.

Kuruluş sürecine dair bir dolu hurafe, asparagas ve çarpıtma var. Kitap okurlara “o dar ve zor günlerde çok şey yaşandı ama bir de bu açıdan bakınız” diyor. Bir de herkes aykırı insanların yaşamlarını, onların sonlarını ve geride kalan ailelerin neler yaşadıklarını merak eder.

Günümüzün siyasi iklimi ve kutuplaşan toplumsal yapı nedeniyle kitap, ihanetlerin öyküsü olarak algılanırsa buna üzülürüm, özneyi iyi anlatamamış olduğumu düşünürüm. Çünkü asıl anlatmak istediğim; zamanın ruhu ve iktidar gücüne sahip olan kaybeden ve kazananların vicdan serüveni.

‘KURUCU KADROLAR İNTİKAMLA HAREKET ETMEDİLER’

- Genç Cumhuriyet’in kurucularının 150’liliklere, ailelerine ve diğer Milli Mücadele karşıtlarına yaklaşımı...

Milli Mücadele döneminde yaşadıkları onca ihanet ve engelleme çabalarına rağmen hesaplaşmak adına izledikleri sağduyulu yol...

Bu yolda yeni umutlar ve devrimler için toplumsal barışın önemini kavrayarak Cumhuriyet’i pekiştirmek ülküsüne müthiş bir adanışla, uğradıkları ihanetler karşısında kızgın, öfkeli ve kırgın olmalarına karşın zoru seçiyorlar, sağduyudan taviz vermiyorlar ve o koşullarda bu hiç kolay değil kuşkusuz.

İlk dikkatimi çeken Cumhuriyet’i kuran kadroların idealist yapıları, özverileri ve yaşadıkları tüm sıkıntılara, risklere, acılara karşın derin bir husumet, intikam içinde hareket etmemeleri.

Yaptıkları her şeyi olabildiğince Meclis kararı ile ve zamanın hukuk anlayışına uygun yapmaya çalışıyorlar.

Kolay bir dönem değil. Ülke neredeyse 30 yıllık süren ve kaybedilen Balkan, 1.Dünya Savaşı, Galiçya, Ortadoğu, Libya savaşlarından sonra üstüne üstelik bir de İstanbul’dan İzmir’e, Konya’dan Kars’a, Adana’dan Trakya’ya kadar işgal altında.

Ülkenin padişahı, halife ve dönemin umut bağlanan tüm idarecileri ülke dışına kaçmış. Halk yoksul ve kimsesiz işbirlikçilerin ve işgalcilerin insafına terk edilmiş. Yeterli silah, ordu, kamyon, petrol, mühimmat, ilaç, personel, yetişmiş insan yok.

En önemlisi ortada devlet kalmamış. Bir avuç inanmış ve kararlı insan, tüm riskleri göze alarak “Ya İstiklal! ya Ölüm!...” diyerek yola çıkmış.

Onlarca suikast girişimi, iç isyanlar, idam fermanları, binlerce ihanet, hayal kırıklıkları, acılar, ölümler, kayıplar ve bunlara rağmen 4 yılda zaferle taçlanan Cumhuriyet’in kurulması alınan riskin büyüklüğü başlı başına biriciktir.

Bu başarının kıvancı ve halkın kaybolmuş öz güveninin tekrar kazanılması ile kurucu kadrolar, Milli Mücadele karşıtları ile derin bir hesaplaşma yerine helalleşmeyi, görmeden gelmeyi ve ihanet konusunu gündem yapmamayı tercih etmiştir.

Kurucu kadroların büyük bir bölümü 2. Abdülhamit döneminin jurnal, fişleme, suçlama, İttihat Terakki ve Hürriyet İtilaf partilerinin karşılıklı husumet, kin ve intikam deneyimini yaşamış ve bu kutuplaşmanın, azgın karşıtlığın ülkeyi nasıl bir felakete sürüklediğini görmüş ve bunun acısını bizzat çekmiş insanlardır.

Bu nedenle Osmanlı’nın son döneminde yaşanan hataları tekrar yaşamamak için olabildiğince hoşgörülü bir tutum göstermişlerdir.

Devrimler ve büyük toplumsal karmaşalar, kanlı hesaplaşmalarla biter. Kurtuluş Savaşı’nda yenilen Yunanistan’da bile Anadolu’daki işgalden sorumlu komutan ve idareciler idam edildiler.

Keza Fransız, Rus Devrimi gibi yakın tarihin önemli değişimleri çok kanlı süreçlerdir. Bu açıdan bakıldığında Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet çok farklı ve yeganedir.

Cumhuriyet’in ilanından sonra kurucu kadrolar çok muktedir olmasına karşın - ki binlerce ihanet suçlaması yapacakları insan varken - vatana ihanet suçlaması ile ne kitlesel hapis ne de idam cezalandırmalarına gitmediler.

Oysa hesaplaşma ve intikam için ellerinde büyük bir güç vardı. Ancak onlar kalkınma ve genç Cumhuriyet’i inşa etme ülküsünü öncelediler.

Hatta eski saltanatçı, hilafetçi kadroları olabildiğince onore ettiler. Zira genç Cumhuriyet’in insana ve barışa ihtiyacı vardı. Bu kolay bir süreç değil. Ancak takındıkları tutumu “devlet aklı” olarak yorumluyorum.

İnsanların duyguları, inançları olur ancak devletin önceliği akıl ve bilimdir. Aydınlanmanın, öz bilincin, aklın olmadığı coğrafyada sanı ve hamaset yaygınlaşır. Bu iklimde siyaset hatta bilim bile sanı düzeyine iner. Rasyonalitesini kaybeder.

Devlet, duygu ve inançla hareket etmeye başlarsa toplumsal kaos, kıyımlar, karşıtlıklar, kutuplaşmalar, çatışmalar kaçınılmazdır. Osmanlı’nın son dönemdeki hatalarından ders almış bu insanlar devlet aklını ve toplumsal vicdanı öncelediklerini düşünüyorum.

‘150’LİLİK LİSTE SEMBOLİK VE ÖZÜNDE BİR AF YASASIDIR!’

- “Çoğuna “vatan haini” sıfatı yakıştırmak doğru olmaz” dediğiniz 150’likler…

Onları 28 Mayıs 1927’de kabul edilen 1064 sayılı yasa ile vatandaşlıktan çıkaran Genç Cumhuriyet’in Milli Mücadele ve devrim karşıtlarıyla yaptığı tek hesaplaşma!

150’likler Yasası aslında üstü örtülü bir af yasası. Düşünün 1919’dan 1923’e kadar ülkenin her yeri yangın yeri, her kasaba köy işgal altında, her yerde işgalcilerle iş birliği yapan binlerce insan, kendi çıkarları için hareket eden binler var.

Kurtuluş Savaşı sürecinde her il, ilçe ve köy kendi içinde yaşananları, herkesin ne yaptığını biliyor. Gerçek bir hesaplaşmaya girilse ciddi bir toplumsal çatışma ve enerji kaybı olacağı açık.

Kurucu kadrolar bunu görmüş, tekrar suçlama, fişleme ve hesaplaşma yerine barışmayı kucaklamayı tercih etmiştir. Bu nedenle 13 milyonluk o günkü Türkiye’de - ki zaten yarısı zaten yurt dışına kaçmış - 150 kişilik liste sembolik ve özünde bir af yasasıdır.

Savaş sürecinde canı yanmış, olan bitene tanıklık etmişler milyonlara isim isim sorulsaydı bu liste 150 değil 150 bin kişi olurdu. Bu açıdan bakılırsa bir parça toplumsal vicdanı rahatlatmak ve biraz da göstermelik sembolik bir listedir.

O dönemlerin hukukunu düşünürseniz, vatana ihanetin cezası ölümdü. Ancak hiç gündem gelmediği gibi hapse atılmaları bile düşünülmemiştir. Zaten yarısı yurt dışına kaçmış olanlara yurt dışına sürgün cezası verilmiş.

Saltanat üyelerine yapıldığı gibi aileleri ile gitmeleri de zorunlu kılınmamıştır. Çoğunun ailesi Türkiye’de kalmayı tercih etmiştir. Zaten sonradan 11 yıl içinde hepsi affedildi.

‘ATATÜRK, 150’LİLERİN AFFEDİLMESİNİ İSTEDİ!’

- Atatürk 150’liklerin neden affedilmelerini istedi? Ve Atatürk’ün 1938’de Yalova Termal Otel’de Atatürk, Celal Bayar, Tevfik Rüştü Aras ve Falih Rıfkı Atay’la yaptıkları bir konuşmada “150’likler” affı için dikkat çektiğiniz “Ben onları affediyorum, fakat göreceksiniz ki, onlar beni affetmeyecektir,” sözlerini burada da açar mısınız?

Atatürk, Milli Mücadele karşıtları için 3 kez af çıkarılmasını istedi. İlk af talebi Cumhuriyet’in 10.yılında, daha sonra Hatay’ın kurtuluşu ve son olarak 1938 yılında. Atatürk, birçok konuda olduğu gibi tarihin zor ve dar günlerindeki yanlış tercihler konusunda da daha hoşgörülü, diğer kurucu kadrolara göre daha yufka yürekli bir kişilik.

Pek bilinmez 150’likler Yasası 1924 yılında çıkmış olmasına karşın, ailelerin hazırlanması, işlerini güçlerini yola koyması için yasa 3 yıl bekletilmiş ve 1927 yılında yürürlüğe girmiştir.

Daha yasanın yayınlandığı Resmi Gazetenin mürekkebi kurumadan 3 yıl sonra Atatürk, herkes için af çıkarılması istemiştir. Çünkü Atatürk, insanların birçoğunun koşulların baskısı sonucunda yanlış tercih yaptığını ve hatalarını anladığını düşünüyordu.

Bu yaklaşımı bazı yaraların sağaltılmasını hızlandırmış olsa da, işbirlikçiliğin yükü altında ezilen, çıkarlarını yitiren, onulmaz kin ve nefret içindeki kişiliklerin Cumhuriyet karşıtlığı hep oldu, olacak. Fırsat bulduklarında eski hesaplara, eski devirlere, eski çıkarlarına ve ayrıcalıklara dönmek isteyenler olacaktır.

‘ATATÜRK’ÜN İKİ AF TEKLİFİ İNÖNÜ HÜKÜMETLERİNCE KABUL EDİLMEMİŞTİR!’

- 28 Haziran 1938’de TBMM’de kabul edilen ve 16 Temmuz’da Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe giren 3961 sayılı Af Kanunu’na itiraz eden, bu yasaya tepki göstererek Meclise gelmeyenler arasında İsmet İnönü de var.

Bu o günlerin siyasal atmosferini ve kurucu kadroların yaklaşımlarını bilmeyenler için tuhaf gelebilir. Öncelikle bu Atatürk döneminin mutlak bir diktatörlük olmadığını gösteren birçok olaydan biri.

Atatürk tarafından daha önce 2 kez af istemi İnönü Hükümetlerince kabul edilmemiştir. Atatürk, genç Cumhuriyet’in 10.yılında toplumsal öz güvenin kazanıldığına inanıyordu. Oysa İnönü, gerici ve Cumhuriyet düşmanları konusunda çok daha endişeliydi. Osmanlının son döneminde birçok ihanete, karmaşaya şahitlik eden ve icranın başındaki başbakan olarak İnönü, Cumhuriyet karşıtlarının faaliyet ve niyetlerinden emin değildi. Bu nedenle Cumhuriyet kazanımları konusunda her zaman Atatürk’e göre daha keskin ve köşeli bir yaklaşıma sahipti. Fırsatçıların her zaman tehlike olabileceğine inanıyordu.

Ayrıca Atatürk’ün 3. af teklifi Celal Bayar Hükümeti dönemine denk geldiği için, tarihi Bayar-İnönü rekabetinin bir sonucu olarak da İnönü ve arkadaşlarının, bu af yasasına pek de sıcak bakmadığını düşünüyorum.

‘DAMAT FERİT YAŞASAYDI LİSTEYE ALINIRDI!’

- Mustafa Kemal’e ve Milli Mücadele’ye düşmanlığı su götürmez, vatan haini ilan edilmiş ancak 150’likler kanunu çıkmadan önce öldüğü için listeye alınmamış, kişiliğini kaleme alınmış anılarla da ortaya koyduğunuz, Kurtuluş Savaşı yıllarında Osmanlı Hükümeti’nin Sadrazamı olan ve Milli Mücadele’ye karşı alınan her kararın altında imzası olan Damat Ferit Paşa, listeye alınır mıydı sizce?

Damat Ferit yaşasaydı listeye alınırdı düşüncesindeyim. Çünkü Osmanlı’nın son dönemindeki tüm hükümetlerin sadrazamı (başbakan) olarak alınan tüm kararlarda doğrudan etkisi ve yetkisi vardır.

Bırakın Cumhuriyet’i kuranları, son padişah Vahdettin bile akrabası olmasına rağmen “başıma gelen felaketlerin sebebi bu heriftir” demiştir. İradesiz tutumu ve İngiliz hayranlığı ile Sevr’i bile imzalayan Damat Ferit’in erken ölümü aslında onun kurtuluşu oldu.

‘KALKINMA VE CUMHURİYET’İ İNŞA ETME ÜLKÜSÜNÜ ÖNCELEDİLER’

- Kuvayı Milliye karşıtı siyasetçi ve askerlerin Milli Mücadele dönemi ve sonrasındaki tutumlarını incelediğiniz ve yaşamlarının seyrini tüm bağlantılarıyla ortaya koyduğunuz kitabınızda bu kişilerin çocuklarının ve torunlarının genel tutumlarında neler dikkatinizi çekti?

Zor bir psikolojik iklim ve kolay bir yaşam değil elbette. Özellikle yurt dışına kaçan idarecilerin ülkede kalan aile üyelerine karşı belirgin bir toplumsal tepki olmamasına rağmen onların bu gerçeklerle yaşaması ve kabullenmeleri kolay değil.

Burada dönemin kurucu kadrolarının bu çocukları dışlamaması, liyakatlerine göre devlet kurumlarında görev vermesi, hatta ülkenin yönetici kadrolarına atamaları ilginçtir.

Genç Cumhuriyet’in kurucu kadroları “suçun, günahın, yanlışın kişiselliği” ilkesini uygulayarak devlet aklını öncelemişler. Bu nedenle kitabın alt başlığını “Genç Cumhuriyet’in Vicdan Serüveni” koydum.

ZOR ZAMANLAR, ZOR KARARLAR, ZORLU TERCİHLER...

- “Savaş dönemleri, her bakımdan insanlık tarihinin en olağanüstü dönemleridir. Olağanüstü zamanların zor günlerinde yöneticilerin, güç sahiplerinin verdikleri kararlar ve yaptıkları tercihler o günün koşulları içinde değerlendirilmelidir.”

Hak verilmekle birlikte bir o kadar hoşlanılmayan bu düşüncenin kitabınızın ortaya koyduğu tarihi gerçeklikler çerçevesinde karşılığını açarsanız neler söylersiniz?

Tarihçiye sorarlar; “Yavuz mu yoksa Şah İsmail mi daha zalimdi?”

Tarihçi yanıtlar; “Zaman zalimdi…”

1919 - 1923 yılları arasını düşünün, ülke büyük bir felaket içinde. Öz güvenini, devletini, topraklarını, ekonomik gücünü ama daha da önemlisi kendine inancını ve öz güvenini yitirmiş yoksul bir halk, umutsuzluk var.

Herkesin kendine göre bir kurtuluş reçetesi var. İdealist, vatanperver insanlar ve bir o kadar bu karmaşık dönemde kendi çıkarlarını düşünenler var. Zor zamanlar. Zor kararlar. Zorlu tercihler.

Atatürk, bu zor zamanları doğru tanımlayan bir kişilik. Halide Edip, Cevat Refi gibi isimlerin de dediği gibi “Atatürk’ten başka kurtuluşa inanan yoktu.”

Bu denli umutsuz tabloda bazılarının salt kendilerini ve çıkarlarını kurtarmaya çalışması, kurtuluş olarak İngiltere, Almanya veya Amerika’yı görmesi günümüzden bakılınca ihanet, saçmalık, rezillik olarak görülür. Ancak herkesin doğru tercihler yapması, doğru kararlar vermesi beklenemez.

İşte biz bu nedenle Cumhuriyet’in kurucu kadrolarına, Kurtuluş Savaşına inananlara, katılanlara ve destekleyenlere saygı duyuyoruz. Tam da bu nedenle, doğru tercih ve kararları nedeniyle Atatürk’e deha diyoruz. Yanlış tercih ve kararları yargılamak tarih ve tarihçilerin işi. Bize düşen olan biteni anlamaya çalışmak.

HALİDE EDİP’İN ÖFKESİ: ‘(DP’LİLERİ KASTEDEREK) BİZ BUNLAR KADAR AMERİKAN MANDACISI DEĞİLDİK!’

- Bu, halkının iradesine, gücüne güvenmeme meselesini açar mısınız?

İşgalcileri yenemeyiz, onlar uygar, kültürlü biz cahiliz babından vargılara yürekten inandıklarını ve hayranlığa kapıldıkları net.

Hani sadece düşmanlık için değil ciddi ciddi inanıyorlar da buna.

Maalesef Osmanlının son döneminde yaşanan felaketler, hızlı çöküş, işgal süreci, idarecilerin kifayetsizliği, iradesizliği ve imparatorluğun hem ekonomik hem de bilim alanında geri kalması, derin cehalet, kimlik bunalımı…

Bırakın sıradan insanları ülkenin aydın kesiminin bile ezik hissiyatı, kurtarıcıyı başka yerlerde arama telaşı ve toplumsal öz güvenin yerle bir olması sonucu işgali normal görenler, manda yönetimini isteyenler oldu.

Bu konuda ilginç bir tespiti paylaşmak isterim. Samim Kocagöz birebir tanıklık ettiği bir görüşmeyi anlatıyor:

“Bir gün Halide Edip Hanımı Vedat arkadaşımla ziyarete gittik. Çok sinirli, öfkeliydi. Milletvekilliğinden yeni ayrılmıştı. Demokrat Parti kodamanlarından biri, Halide Hanım için, ‘bırakın şu Amerikan mandacısını’ demiş. Bu söz kulağına gelmiş.

Aynen şöyle konuştu Halide Hanım; ‘Köpekoğlu köpekler, 1919 yıllarının o meşum günlerini biliyorlar mı? Hepimiz çıkar yol arıyorduk. Herkes mandacıydı. Amerika uzaktır, belki bir gün kurtuluruz diye düşünüyorduk. Mustafa Kemal sordu, böyle cevap verdik.

Sonra Mustafa Kemal Paşa ‘Hayır dövüşeceğiz, kalkın Ankara’ya gelin’ dedi. Kalktık koşa koşa Ankara’ya gittik. İstanbul’dan kaçtık, döğüştük.

Ben, Mustafa Kemal miydim ki bu kadar uzağı göreyim? (Demokrat Partilileri kastederek) biz bunlar kadar Amerikan mandacısı değildik!”.

Sonuçta, İngilizleri, Almanları kurtarıcı, tanrı gibi görenler, üstelik bunlar lafa gelince hamasetle “vatan, millet, bayrak” diyen, “bu ülke için ölürüm, millete canım feda” diyenler İngilizlerin ve Almanların gemilerine binip ülkeyi ve milleti bırakıp ülke dışına kaçtılar.

Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşları, riski göze alarak yurt dışına değil, Anadolu’ya, milletin bağrına gelip Kurtuluş Savaşı’na başardılar. Kaçanlar bu riski göze alamadı.

Sonuçta kaçanların inandıkları, söyledikleri ile yaptıkları tutarsız. Kaldı ki, kaçanlar haklı çıksaydı bugün bağımsız bir Türkiye olmayacaktı. Bu gerçeklik Atatürk ve arkadaşlarının daha sahici ve samimi bir inanca sahip olduğunu gösteriyor.

- Günümüzde pek çok kesim birbirini hain ilan ediyor malum. Savaş koşullarının yüze çıkardığı ruhsal, bireysel zayıflıklar doğrultusunda vatan hainliğinin sınırlarını, nasıl çiziyor, ihanetin tanımını nasıl yapıyorsunuz?

Vatana ihanet veya hainlik ciddi bir suçlama. Günümüzde herkesin birbirini hainlikle suçlamasını, hainlik gibi bir kavramın bu kadar kolayca kullanılmasını yadırgıyorum. Çünkü hain olma kolay değil. Hainlik ciddi bir kavram. Olur olmaz her sorunda, karşıtlıkta, uyuşmazlıkta, her muhalif düşüncenin hainlikle yaftalanması ancak cehalet veya acizlikten olur. “Vatana ihanet” gibi derin ve zor bir kavramın alelade kullanılması bu kavramın içini boşalttığı gibi, iddia sahiplerini de hem ciddiyetsiz hem de aciz duruma düşürür.

İhanetin evrensel bir sınırı ve tanımı yok. Zamanın ve zeminin iklimi ile bağıntılı. Kazananlar kuralı koyar. Evrensel bir geniş tanım için kendimizi zorlasak; toplumsal ihtiyacın, vicdanın ve yönelimin aksine erdemsiz, bencil, çıkarcı tutumlar diyebiliriz.

Eski tabirle, gaflet diyebiliriz. Çoğu insan, gerçeğin ve doğrunun sevimsizliği ve yaratacağı acıya karşı, gafletin konforunu, huzurunu tercih eder.

İnsan yolda, darda, zorda belli olur derler. Kurtuluş Savaşı süreci zor ve dar zamanlardır. Toplumun bu süreçte yanında olmayanları ve kendini yalnız bırakanları, üstelik bir de yoluna taş koyanları unutmaması da doğaldır.

Ancak Çehov’un dediği gibi “başkalarının günahı ile aziz olamazsınız” Tamam unutmayalım, tarihe not düşelim ama genç Cumhuriyet’in kurucuları gibi önümüze bakalım. Geçmişin acıları, hesapları, ayağımıza bağ değil, geleceğimizin inşasında rehber ve ders olsun. Hepsi bu.

- 10 Kasım 1940’ta, 150’liklerden olup ülkeye dönen, 1926’dan sonra Cumhuriyet ve Atatürk yanlısı oldu.

Özellikle 1936 yılında başlayan Hatay meselesindeki tavrı nedeniyle 150’likler tarafından kalemini satmakla suçlanan yazar Refik Halit Karay pişmanlığını nasıl anlatmıştır?

Maalesef Refik Halit gibi bir zekanın ve kalemin, Kurtuluş Savaşı karşıtlığı büyük talihsizlik. Milli Mücadele döneminde salt yazıları ile değil aynı zamanda Posta Telgraf Müdürü olarak, Kuvayı Milliye’nin çabalarına çok zarar vermiştir.

Nitekim Cumhuriyet kurulmadan ülkeden kaçanlardan. Ancak kısa zamanda yaptığı yanlış tercihi anlamış ve Cumhuriyet’i kutsayan bir dolu yazı yazmıştır.

Genel af çıkartılmasında Atatürk’ün bir yazar olarak Refik Halit’i çok beğenmesinin ve özellikle onun gurbet yazılarının etkisi vardır. Refik Halit ülkeye döndükten sonra Atatürk’ün ölümünden sonra her 10 Kasım’da adeta günah çıkarır gibi özel yazılar yazmıştır.

- Sevr Antlaşması’nın görüşüldüğü Saltanat Şûrası’nda bizzat bulunanların tanıklığı ve anılarından örneklere de yer verdiğiniz kitabınızda Sevr Antlaşmasına ilişkin hangi tarihi yalan ve saptırmalarda bulunulduğuna dikkat çekiyorsunuz?

İbni Sina’ya atfedilen bir sözü çok severim; "Hiç kimse görmek istemeyen kadar kör değildir."

Bugün bazı kesimler Sevr Anlaşmasının neredeyse olmadığını, en azından Padişah Vahdettin’in bu anlaşmayı imzalamadığını iddia ediyor.

Kitapta Sevr anlaşmasının imzalanma süreci, saraydaki o çok özel toplantıda olan biteni, bizzat tanıkların bilgi ve belgeleri detaylı olarak yazdım.

Maalesef, bazı çevreler salt padişah ve halifeyi yüceltmek için Sevr Anlaşması gibi Türkiye’nin ölüm fermanı olan ve ülkeyi paramparça edecek bir anlaşmayı onaylamış olmasını kabul edemiyorlar. Güzel yanı, bu kesimler bile Sevr Anlaşması’nın kabul edilmeyecek kadar kötü olduğunu bu iddiaları ile zımnen kabul etmiş oluyorlar.

Bir parça okuması, aklı, analiz yeteneği ve vicdanı olan Osmanlı Hükümeti’nin ve padişahın bu anlaşmayı bile isteye onayladığını ve uygulamaya koyduğunu görür, anlar.

Kaldı ki, ortada anlaşmayı imzalarken fotoğraflar, devletin resmi belgeleri, tanıklıklar, hiçbirini kabul etmiyorlarsa Sevr ile ülkemize gelen İstanbul’u, İzmir’i, Konya’yı, Antalya’yı, Adana’yı, Urfa’yı işgal eden ordularda mı yalan, işgalci askerler de hayal mi?

Kabul etseler de etmeseler de ortada buz gibi tarihi bir gerçek var; Padişah Halife Vahdettin ve Osmanlı Hükümeti, Türkiye’yi parçalayan, işgal ordularının ülkeyi işgal etmesine izin veren ve Anadolu halkının tüm haklarını emperyalistlerin insafına terk eden bu rezil anlaşmayı imzaladılar, işgalcilerin baskısı ile Meclis kapalı olduğu için orada görüşülmediği ancak padişah Saltanat Şurası’nda neredeyse zorla hükümet üyelerine bizzat onaylatmıştır.

Bir kişi hariç… onun da kim olduğu ve öyküsü kitapta var.

GEREDE VE CEBESOY AİLELERİ…

- Mehmet Ali Gerede… Yaz yaz bitmeyecek bir kişilik.

M. Ali Gerede, zeki ve yetenekli bir adam ama dönemin modası İngiliz hayranı biri. Bilinçli bir Kurtuluş savaşı karşıtı. Maalesef bu tutumunu yurt dışına kaçtıktan sonra da devam ettirdi. Ailesi haksızlığa uğradığını düşünüyor. Yaptıklarının detaylarını kitapta yazdım. Okuyucu karar versin.

- Akraba olan birçok ünlü ismin bulunduğu Gerede ve Cebesoy aileleri… Aile bireylerinin Kurtuluş Savaşı’nda da farklı tutumları var. Kim bu ünlüler?

Osmanlı’nın kalburüstü büyük ailelerinden Geredeler, evlilik yolu ile Cumhuriyet döneminde de etkin aileler ile akrabalıklar kurdular. Örneğin, kızı Leyla Makbule (Cebesoy), İsmail Fazıl Paşa’nın oğlu Milli Mücadele kahramanı Ali Fuat Cebesoy’un kardeşi Mehmet Ali Cebesoy ile evlendi.

Bu iki ailenin akrabalık zinciri çok karışık ve kalabalıktır. Ancak ailede birbirine benzemez birçok ünlü var. Şair Nazım Hikmet, şair yazar Oktay Rifat, TİP başkanı Mehmet Ali Aybar, muhafazakâr camianın ünlü sosyoloğu Prof. Sabri Ülgener, ilk radyoterapi tedavilerini yapanlardan Prof. Dr. İsmail Cebesoy, Ayşe Cebesoy Sarıalp ve eşi milli atlet, ilk olimpiyat atletizm madalyamızı kazanan Ruhi Sarıalp, Dr. Nazlı Sarıalp, uzaktan yakından ya kardeş ya da kuzendirler.

Korgeneral ve Bayındırlık Bakanı Fahri Belen, Mehmet Ali (Gerede) Paşa’nın yeğeni Nihal Gerede ile evliydi. Kızları yazar Tülün Yalçın’dır.

Mehmet Ali Gerede’nin kızı Leyla Makbule Hanım’ın çocukları Ayşe Cebesoy (Sarıalp) ve Prof. Dr. İsmail Fazıl Cebesoy’dur.

- Azılı Milli Mücadele karşıtı Refi Cevat Ulunay.., 150’likler listesinde yer alan bir gazeteci, yazar…

“Tek çarenin galiplerle uyuşmak ve anlaşmak olacağı bu kafasızlarca ne zaman anlaşılacak?”, “İngilizleri bekliyoruz. Türkler kendi güçleriyle adam olamaz. İngilizler elimizden tutarak bizi kurtaracak.” yazacak denli kurtuluşa, mücadeleye inanmamış bu kişiliği ayrıca anlatmanızı rica ederim.

Tarihi yanılgıya nasıl bir emsaldi?

Refi Cevat, her dönem aksi, huysuz ve muhalif ama muhalifin de muhalifi bir kişilik. Kendisi ile tartışacak bir yapısı var. Ayrıca dili keskin, üslubu sert. Kurtuluş Savaşı için yazdıklarına eminim işgalciler bile şaşırmıştır. İşgalciler bile Atatürk ve Kuvayı Milliye için be denli ağır ifadeleri kullanmamıştır. İngilizleri tanrı sanan ekibin kalemşoru.

Hakaret ettiği, yenilmesini istediği Atatürk onu affetti. Bu sayede ülkesine geri döndü. İstanbul’da tekrar gazeteciliğe başladı. 78 yaşına kadar Yeni Sabah ve Milliyet gazetelerinde yazarlık yaptı. İstanbul Belediye Konservatuarı’nda görev verildi.

Döndükten sonra da her şeye muhalifti. Farsça ve Arapça hayranı olarak, bu kez öz Türkçe kullanımına karşı çıktı.

İnatçı bir insandı. Hiçbir zaman hatalı olduğunu kabul etmedi. Yıllar sonra bir söyleşide kendisine, “Milli Mücadele’deki yanlışlarınızdan pişmanlık duyuyor musunuz?” sorusu sorulduğunda bile inatçı karakteri ile açıkça “yanıldım” demedi ama belki de ilk kez üstü kapalı da olsa bir tarihi gerçeği kabul ederek, şöyle yanıt verdi:

“Hayır. Ben haklıydım yerden göğe... O şartlar içinde kurtuluş mücadelesine atılıp Türkiye’yi üç büyük devletin pençesinden kurtarmaktan söz edenlere karşı herkes benim gibi düşünürdü. Böyle düşünen tek adam oydu, tek adam!”

İTTİHATÇI-İTİLAFÇI HUSUMETİ!

- Milli Mücadele yanlıları ile İstanbul’daki saltanat hükümeti arasındaki husumet inanılmaz boyutlara ulaşırken, Osmanlı’nın kozmopolit yönetici sınıfında da bir kimlik bunalımı olduğunun görüldüğünü de yazıyorsunuz. Nasıl?

Osmanlı’nın çöküş döneminde İttihatçılar ve İtilafçılar amansız, akıldışı, husumete varan rekabeti -ki bugün bile süren geleneğin tohumlarıdır- Kurtuluş Savaşı’na karşı konumlanmalarında ciddi rol oynamıştır.

Bunların dışında bir gruptan daha söz edebiliriz. Ki bunların çoğu İttihatçılarla siyasi görüş ayrılığına düşen idealistlerdir. Atatürk, İnönü, Çakmak, Karabekir gibi askerlerin öncülüğünü yaptığı bu damar, özellikle İttihatçıların Almanya’ya kaçmasından sonra Kuvayı Milliye’nin omurgasını oluşturan kadrolardır.

Ancak Milli Mücadele karşıtlığındaki en belirleyici husumet, İtilafçıların kişisel husumetidir. Çoğu daha önce İttihatçı olmalarına karşın, özel ve siyasi nedenlerle İttihatçılarla ters düşerek İngilizlerin desteklediği ve daha çok gericilerin konumlandığı Hürriyet ve İtilaf Fırkası’na geçenlerin öfkesi ve husumeti çok keskin ve nettir. Bu kin ve intikam hırsı ile akıl almaz işler yaptılar.

Osmanlı’nın son döneminde dünyadaki gelişmelerin ve imparatorluğun dağılmasındaki travmaların, acıların da etkisi ile toplumdaki ayrışmalar, kimlik bunalımı ülkeyi daha da kaosa soktu. Kimin ne yaptığı, yetkisi belirsiz.

Devlet, kapitülasyonlar ile ekonomik bağımsızlığını yabancılara teslim etmişken, her açıdan yoksullaşan ülkede herkes başka bir çıkış yolu ve kurtuluş reçetesi arıyordu.

Osmanlıcılık, Türkçülük, İslamcılık, Batıcılık, Frenk ve İngiliz hayranlığı, Amerikan manda sevdası, Arap ve Balkan Milliyetçiliği, Kürtçülük, Büyük Ermenistan veya Megalo İdea (büyük Yunanistan) emelleri, emperyalistlerin Anadolu üzerindeki hayalleri, Boğazları, adaları, verimli kıyı ve ovaları paylaşma planları…

Düşünün, okuma yazma oranı yüzde 10’dan az olan ve neredeyse kendine ait bir tek üretim tesisi olmayan, yüzde 80’i tarım toplumu olan bir ülke, bir de 1919 yılında dört bir yandan işgal edilince, şımaran azınlıkların taşkınlıkları…

İşgal altında, devletin ne dirliği ne düzeni kalmamış yoksul topraklarda, çetelere, haydutlara ve işgalcilere, işbirlikçilere karşı yapayalnız bırakılmış çaresiz bir halk…

Bu ortamda kimlik bunalımı, umutsuzluk, kaos kaçınılmazdır. İşte Kuvayı Milliye hareketi ve Kurtuluş Savaşı bu nedenle çok önemli ve değerlidir.

‘CUMHURİYET, HUSUMET ORTAMINI BÜYÜK ORANDA BİTİRDİ! ANCAK...’

Yaşamda kalma mücadelesi ve Cumhuriyet, büyük oranda bu husumet ortamını bitirdi. En azından erteledi. Öz güvenini kazanan toplum, yeni bir başlangıç heyecanı ile tüm enerjisini, dikkatini ve gücünü, ülkenin inşasına yöneltebildi. 2. Dünya Savaşı da bu birliğin korunmasına yararlı oldu.

Ancak çok partili yaşama geçer geçmez geçmişte yarım kalan hesaplaşmalar, İttihatçı-İtilafçı husumeti tekrar canlandı.

İktidarı ele geçiren İtilafçı gelenek veya bu geleneğe yakın güçler açık veya örtülü Cumhuriyet ve kazanımları hesaplaşmaya başladılar. Bu süreç iktidarlara bağı olarak az çok her sürdü, sürüyor.

- Atatürk’ün Harbiye’den sevip saydığı sınıf arkadaşı Reşit Bey… O da ‘ibretlik’ bir kişilik!

Yeşil Ordu döneminde Bolşevik, Milli Mücadele’de Yunan işbirlikçisi, 1925’te Kürtçü, 1930’larda Ortadoğu’da hilafetçi, Amman’da Moskova, 1942’de Nazi yanlısı olan Reşit Bey, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Amerikan yanlısı! Film gibi, hani bu ne hız!

Çerkez Ethem’in kardeşi ve sonunda abisi Ethem ile birlikte Milli Mücadele’ye isyan edip Yunan Ordusu’na katılan Reşit Bey’in “Vatan nedir?” sorusuna yanıtı neydi?

Bir de Reşit ve Ethem ile ilgili pek bilinmeyen nokta neydi?

Osmanlı’nın son dönemlerinde sarayın Çerkez gelin geleneğinde etkisi ile anneleri ve bir çok akrabaları Çerkez olan padişahların ve sarayın üst düzey yöneticilerinin devletin organizasyonunda Çerkezleri kayırması ve tercih etmesi çok olağan bir durumdu.

Zaten çalışkan, cesur, atak ve yetenekli olan Çerkezlerin, devlet içinde yer bulması, yükselmesi hiç zor olmadı. Yüksek kültürel ve birbirlerine bağlılık Osmanlı içindeki Çerkezlerin gücünü pekiştirmiştir.

Osmanlı dağılırken her topluluk, kültürel farklılık ve ulus kendi derdine düştü. Coğrafyanın her yerinde herkes kendi devletinin, beyliğini veya otonom yönetimini kurma telaşına düştüler.

İsyanlar, savaşlar, dünyanın ulusallaşma süreci bu ayrışmaları körükledi, güçlendirdi. Kurtuluş Savaşı sürecinde ben Anadolu’daki diğer etnik gruplara rağmen Çerkezlerin öne çıkmasını ve rolünü buna bağlıyorum. Bu olayın bir parça sosyolojik yanı ancak bir de psikolojik taraf var.

Çerkez Ethem ve kardeşlerinin tutumları biraz da, Ethem Bey’in kişiliği ve o dönemdeki psikolojisi ile doğrudan ilişkili. Ethem Bey’in Milli Mücadele’nin başında büyük yararlıkları olmasına ve iki kardeşinin de TBMM’de milletvekili olmasına karşın kısa zamandaki yükselişinin başını döndürdüğünü ve düzenli ordu kurulması ile bir emir komuta zinciri altına girmek istememesini isyanın temel nedeni olduğu söylenir.

Konu çok karışık. Ancak nedeni ne olursa olsun dar ve zor günlerde işgalci Yunan kuvvetlerine katılmaları, Yunan Ordusu ile Kuvayı Milliye’ye karşı savaşmaları, sonuçta Yunanistan’a kaçmaları en hoşgörülü tarihçiler için bile açıklaması zor bir tablo.

Ben o dönemde birçok Çerkez Beylerinin ve Ethem Bey’in kardeşlerinin, Ethem Bey’in karizması ve gücü karşında ama korkudan ama ona olan güvenden dolayı yanlış tercih yaptıklarını veya bu yanlış tercihin farkında olanların yeterli bir karşı duruş gösteremediklerini düşünüyorum.

Maalesef Reşit Bey, yurt dışına kaçtıktan sonra da bu husumeti kişileştirerek çok daha akıl almaz noktalara taşımaktan çekinmemiş, hoyrat ve atılgan bir adam. Ancak sonuçta ölmeden önce kararlarının ve tercihlerinin yanlış olduğunu anladıklarını düşünüyorum.

Egosuz insan yoktur. Kuşkusuz insanın varlığı için de gerekli. Ancak Milli Mücadele döneminde patolojik egoların, doymak bilmez iştahı ile geri kalan her şeyin aç kalması sorun oldu.

Kişisel hırsları olan insanlar için ölçüsüz veya kabaran egolar, akıldan yoksunlaştığında, köpüren duygularına yenildiğinde taşıması zor bir ağırlık…

- Pek bilinmeyen nokta demişken 15 yürekli ve fedakâr Akhisarlı kahramanı nasıl sormam!

Kurtuluş Savaşı’nın son günlerinde şehit edilen 15 yürekli ve şanssız Akhisarlının öyküsü maalesef çok bilinmiyor. Kitapta onları tarihe not düşmek adına yazdım.

Umarım Akhisar’da onların bu muhteşem öykülerini anlatan ve yansıtan bir anıt yapılır. Dilerim onların öyküleri bir gün romanlaştırılır veya film yapılır. Bu 15 Akhisarlının isimlerinin unutulmamasını, tarihin içinde kaybolmamasını isterim.

- “Cumhuriyet’e karşı düzenlenen karşı devrim çabalarının 1937-38 Dersim Olaylarına kadar peş peşe icra edildiği tarih tezi ve bağlantılar incelemeye değer.” Açar mısınız?

Cumhuriyet’in kurulması ile ortalık elbette süt liman olmadı. Tanzimat’tan bu yana gelen bir tartışma, gerilim ve çatışma ortamının bir kalemde bitmesi beklenmezdi.

Atatürk ve kurucu kadrolar bu çatışma ortamını bitirmek için çok çaba harcadı. Cumhuriyet ile yurttaşları eşitledi, fırsat eşitliğini getirmeye çabaladı.

Çanakkale, Kurtuluş Savaşı gibi travmaları unutmayan emperyalistlerin Türkiye ile ilgili hesapları bitmedi, bitmeyecek. Türkiye’yi parçalamayı başaramadılar ama ayağa kalkıp yükselmesini istemezler.

Dünyanın her yerinde olduğu gibi Türkiye’de geride bir dolu mayın bıraktılar. Bu mayınlar Osmanlı’nın son dönemlerindeki tüm ayrışma ve kutuplaşma başlıklarıdır. Osmanlıcılık, Kürtçülük, Türkçülük, Etnik ayrımcılık, İslamcılık gibi her başlığı dönem dönem denediler, deneyeceklerdir.

Emperyalistler her zaman sömürecekleri, pazar olacak ve güçsüz, kendi kontrolleri altında devletler ve iktidarlar ister. Bunu başarmak için toplumsal yaraları kanatır, eski hesapları hatırlatır, yeni yaralar açar.

Aklı başında toplum ve yöneticilerin işi bu yaraları sarmak, yeni yarlar açılmasına engel olmaktır.

Maalesef 1950 sonrası Türkiye, Batılı emperyalist oyunları ve tuzakları göğüslemekte, tam bağımsız bir ülke gibi davranmakta Atatürk Cumhuriyet’i gibi kararlı bir irade gösteremedi.

Bu açıdan zamanın ve kendi koşullarında Genç Cumhuriyet, gelmiş geçmiş yönetimlerin en başarılı dönemidir denebilir.

Genç Cumhuriyet’i de sekteye uğratmak, Hatay meselesini engellemek gibi bir dolu nedenle pek çok kurgu, girişim ve plan oldu. Bunun için eski hesaplaşmaların aktörleri ve sorunları kullanıldı.

Genç Cumhuriyet olabildiğince kendini savunmaya, olabildiğince bu saldırıları ve komploları bertaraf etmeye çabaladı.

Genç Cumhuriyet’in ilk 10-15 yılda aldığı yol ve başarılanlar azımsanamaz. Aslında Cumhuriyet, kurtarılan onuru ve kültürel varlığının korunması ve devamı açısından dağılan Osmanlı’nın da yüz akıdır.

Paşaları, kurumları Osmanlı’dan miras alan Cumhuriyet aynı devlet farklı rejimdir. Cumhuriyet Tanzimat ile başlayan süreci somutlaştırmıştır. Değişimin ve gelişimin hızı açısından Cumhuriyet’i kuranların aldığı risk ve kısa zamanda başardıkları şeyler muazzamdır.

Osmanlı’dan kopan diğer Doğu toplumları, Avrasya ülkeleri Cumhuriyet’in başardığı atılım ve değişimleri yapamadı. Bu nedenle Cumhuriyet projesi, en azından millet ve yurttaşlık bilinci, laiklik, hanedan sisteminin sona erdirilmesi, kadın hakları, sağlık, eğitim, kültürün Anadolu’ya ulaştırılması çabası açısından başarılıdır.

Cumhuriyetçilerin ve Atatürkçülerin siyasal keskinliğinin temel nedeni, 1950 sonrası DP ile vücut bulan gelenekselcilerin, gerici akımların tekrar baş göstermesidir.

Cumhuriyet projesine saldırı olmasaydı Cumhuriyetçilerin bu denli keskinleşmesi ve sertleşmesi beklenmezdi. Aksiyona karşı reaksiyon diyebiliriz.

Aynı bakış açısıyla Atatürk’ün ölümü ile jakoben Cumhuriyet elitlerinin, yaşadıkları 31 Mart ayaklanması, Arap isyanları, Balkan ihaneti gibi deneyimlerinin getirdiği yüksek hassasiyetle devrimleri ve cumhuriyeti korumak için gösterdikleri keskin ve sert refleksler de muhafazakâr kesimlerin aksiyonuna neden oldu.

Karşılıklı bu restleşme, cebelleşme, hesaplaşma hali darbeler ile soğutulmaya çalışıldıysa da, toplumsal değişime ve demokrasiye karşı müdahaleler yaraları sarmadı. Aksine daha çok kanattı.

Bu kan kaybı, iyileştiremediğimiz yaralar ülkeye enerji, zaman ve güç kaybettirirken, toplumu oyalarken, bu süreçleri körükleyen, köpürten emperyalistler, neo-liberallerin aradan kazançla sıyrılmayı amaçlayan, bireyi taşeron, milleti pazar yapmak isteyen hedeflerine yaradı.

ABDÜLHAMİT’İN TORUNU ERTUĞRUL OSMAN BEY: ‘ATATÜRK OLMASAYDI, HİÇBİRİMİZ OLMAZDIK!’

- Kitabınızın finalini 2. Abdülhamit’in gerçek torunu Ertuğrul Osman Bey’in ibretlik sözleriyle yapıyorsunuz. Burada da yinelemenizi rica ederek bitirelim söyleşimizi?

Osmanlı İmparatorluğu devam etseydi padişah olacak hanedanın reisi ve 2. Abdülhamit’in gerçek torunu Ertuğrul Osman Bey’in ölmeden önce ATV’de canlı yayında dönemin Genel Yayın Yönetmeni Yılmaz Özdil’e yaptığı açıklamadan söz ediyorsunuz.

Bu söyleşide Ertuğrul Osman Bey, olan biteni ve tüm gerçekliği şu sözleri özetlemiştir;

“Türk olarak doğdum, Türk olarak öleceğim. Atatürk, Türk halkı için muhteşem bir liderdi. Ailemiz için çok kötü oldu ama, Türkiye kazandı, Türk milleti kazandı.

Mustafa Kemal olmasaydı, İstanbul olmazdı. Memleketi kurtarmanın tek şekli, Cumhuriyet’i kurmaktı.

Ben dahil bütün Türkler, Mustafa Kemal Atatürk’e borçluyuz. Vatanı O kurtardı.

Atatürk olmasaydı, Allah bilir ne olurdu. Padişahlık, monarşi, hilafet, bunların hepsi geride kalmıştır, gençlerimiz laikliğe ve vatanın bütünlüğüne sahip çıksınlar.

Atatürk olmasaydı, hiçbirimiz olamazdık.”


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler