'Sanatın Gölgedeki Kadınları'

“Sanatın Gölgedeki Kadınları”, 1850-1950 arasında etkinlik göstermiş, pek çok iyi iş ortaya koymuş, yine de edebiyat ve sanatta eril tarihin dışında bırakılmış kadınlara odaklanıyor. Halide Edip’den Emine Semiye’ye, Afife Jale’den Macide Tanır’a... Liste uzayıp gidiyor. Kitabı yayına hazırlayan isimler; Özlem Belkıs ve Duygu Kankaytsın’la kitabı ve üzerine yükseldiği zemini konuştuk.

'Sanatın Gölgedeki Kadınları'
Abone Ol google-news
Yayınlanma: 05.06.2018 - 16:02

‘Cinsiyet ayrımı sadece akıl ve inançta değil'

- Sanatın Gölgedeki Kadınları’nı yazarken ne amaçla yola çıktınız? Bu kitabın yazılmasını nasıl bir ortam ihtiyaç hâline getirdi?

DUYGU KANKAYTSIN: Bu kitap ulusal bir sempozyuma dayanıyor aslında. Edebiyat ve Sanatta Tarih Dışında Bırakılanlar Sempozyumu. Dokuz Eylül Üniversitesi Kadın Hakları ve Sorunları Araştırma ve Uygulama Merkezi DEKAUM tarafından sım 2016’da düzenlendi. Ve bu sempozyum fikrini getiren sevgili Asuman Susam’a bir kez daha teşekkür edelim. Bu konu ayrıca birbirinden haberli habersiz pek çok araştırmacının uzun zamandır üzerinde çalıştığı bir konuydu. Benzeri toplantılar 2000’lerin başından itibaren yapılmakta. Edebiyat ve Sanatta Tarih Dışında Bırakılanlar bu vesileyle butik, sınırları iyi çizilmiş bir buluşma oldu. Bilginin ve araştırmaların paylaşıldığı, heyecanla gelinen, yeni araştırma fikirleriyle ayrılınan güzel temasların toplamı.

ÖZLEM BELKIS: Davetli konuşmacılarımız sevgili Serpil Çakır -ki Osmanlı Kadın Hareketi kitabını bilirsiniz, kadın çalışmaları ve kadın tarihi alanında çok önemli bir çalışmadır- ve Ahu Antmen’di. Ahu Antmen ise bir sanat tarihçi olarak Sanat ve Cinsiyet adlı kitabı derlemişti. Bu kitap da alanın neredeyse en önemli, en dikkat çekici yazılarını içerir.Yani tarih yazımı, sosyal tarih yazımı bağlamında Serpil Çakır, sanat tarihi yazımı bağlamındaki körlükler bağlamında da Ahu Antmen... Bir önemli konuşmacımız daha vardı: Latife Tekin ile Asuman Susam’ın söyleşisi... Gerçekten ufuk açıcıydı. Tahmin edersiniz ki Latife Tekin, kadın üzerine çalışan araştırmacıların mutlaka yolunun kesiştiği bir yazar. Bilmem o heyecanlı atmosferi anlatabildik mi...

TARİHİ DEVLETLER, GERÇEKLERİ AYDINLAR YAZAR”

- “Eril tarihin dışında bırakılmış kadınlar” diye bir nitelemeniz var bu kitaba aldığınız isimler özelinde. Bahsettiğiniz bu “eril tarih”, nasıl bir tahakküm alanı oluşturuyor ki bütüncül bakılması gereken bir sanat tarihine dahi böylelikle eksik yaklaşılabiliyor?

Ö.B.: “Tarihi devletler, gerçekleri aydınlar yazar.” Tarih dediğimiz şey çok uzun zaman, hatta belki bugün bile, devletlerin tarihinden ibaret olarak düşünülüyordu. Bu tarih ise sınıfsal bir bakış içeren, belirli bir açıyla belirli alanlara bakıp yazan bir tarihti. Ve bu tarihin içinde kadınların bulunmadığını tahmin etmek zor değil. Böyle bir tarih anlayışı yirminci yüzyılın başında değişiyor elbette. Tarihin tüm ötekilerin de tarihini içermesi fikri derin bir aydınlanma yaratıyor. Feminist tarihçilik, bu hiyerarşik, sınıfsal ve eril bir bakışa sahip yaklaşımı sorgular. Hoş, her şeyi, her kurumu sorgulamaya açmak için çalışır feminizm. Yaşamın içinde, kamusal yaşam ve faaliyet alanlarında eşit bir temsiliyete sahip olmayan kadınlar, tarihe nasıl yazılsın? Kendi ismiyle kitabını yayımlatamayan, eserini ortaya çıkaramayan, hatta kocasının ismiyle yazan kadınlar, sırf kadın olduğu için umursanmayan isimler...
Sevim Burak’ın ismini burada yazalım isterseniz.

- Bu bağlamda nasıl bir çalışma dönemi geçirdiğinizi ve hangi kaynaklara yöneldiğinizi de sormak isterim... Malum, sonuçta söz konusu edilen bir anlamda ‘görmezden gelinen’ özneler; yani bir şekilde kayıtdışı edilmişler. Bu kayıtsızlığa hangi kayıtlar üzerinden ulaştınız?

D.K.: Cinsiyet ayrımı sadece akıl ve inançta değil sanatta, sosyal yaşamda da kendisini güçlü şekilde gösterir. Büyük çoğunluğu erkeklerden oluşan edebiyat-sanat dünyası ve ilgili tarih yazımını inceleme alışkanlığı 1970’lerde, ikinci dalga feminizmin akademiye girmesiyle başlar. Bizse bu çalışma için sadece tarih sınırlaması yaptık. 1850 ile 1950 arasındaki yüzyıllık bir dönem. Araştırmacılar, alanda çalışanlar zaten kendi alanlarının gölgede kalmış, tanınmamış, bir şekilde ismi olması gereken yerlerde yazılmamış kadınlar ve işleri üzerine çalışıyordu. Herkes kendi alanında gölgede bırakılanları aydınlığa çıkarmak için peşlerine düştü. Bu sempozyum sadece heyecanla izi sürülen yaşamların ve çalışmaların üzerine ışık tuttu.

- Dünde yaşanan ezilmişlik ve az önce bahsettiğimiz görmezden gelme bugüne nasıl yansıyor? Demem şu; dünkü yaşananlar bugünü okumamıza ne kadar katkıda bulunup yardımcı oluyor?

Ö.B.: Berger söyler bunu değil mi... düne bakarak bugünü anlıyorum ama bugüne bakarak da yarını görüyorum. Fakat galiba önemli olan ezilme ve ezme pratiklerini deşifre edebilmek, tanıyabilmek, zamanında okuyup müdahale etme kararlılığı göstermek. Bu hikâyeler, yaşantılar içinden güçlenme pratiklerini, kendi yolunu çizen inatçı, güçlü, hâliyle çılgın ve “deli” kadınların enerjisini, kararlılıklarını yeniden üretmek gerektiğini düşünüyorum. Ben bütün bu gölgeler, karanlık ve körlükler içinde kalemiyle, fırçasıyla, kendisiyle kavga eden harika kadınlar görüyorum. Sanırım bugünü okumamızda, anlamlandırmamızda payımıza düşen şeylerden biri bu.
 
ESKİMEYEN ULUSAL TEMA: BATILILAŞMA”

- Peki, bizde durum böyleyken, yurtdışında bu algının ne düzeyde olduğuna dair neler söylersiniz bize? Sonuçta “eril tahakküm” dediğimiz evrensel bir kavram...

D.K.: Çok farklı değil tabii ki. Biz zannederiz ki eğitim ve ekonomik düzey yükseldikçe cinsiyet eşitliği seviyesi de yükseliyor. Ya da mesela sanatta daha “uygar”, daha “eşitlikçi” bir ortam mı var? Elbette değil, yok. Öyle olsaydı Avrupa’nın en saygın üniversitelerindeki profesör sayısı eşit olurdu, ki gülünç bir oran vardır gerçekten. Bizde daha eşitlikçi bir cinsiyet dağılımı var üniversitelerde, eğitime gerçek anlamda önem vermediğimiz, ekonomik ve sosyal statüsü yeterince yüksek olmadığı için... ne içerde ne dışarıda farklı değil. Belki kuzey ülkelerini ayrı tutmak gerekir bu genellemelerden.

- Seçtiğiniz tarih dilimi 1850 ve 1950 arasındaki yüz yıllık döneme odaklanıyor. Bu zaman aralığı neden önemliydi sizin için? Ne anlatıyor bize bu yüz yıllık süreç?

Ö.B.: Hiç eskimeyen ulusal temamızdır Batılılaşma. Elbette bu tarihten çok önce başlamıştır toplumun farklı kesimleri ve kurumları kavı almaya ama bu tarihten sonraki meyveleri 1850’lerden itibaren alırız. Ve öyle ilginçtir ki bu dönem hem Osmanlı kadın hareketinin izlendiği hem de cumhuriyet ideolojisinin kadın profilini çizdiği yıllardır. Kadın hakları hareketleri 1850’den sonra organize olup harekete geçer, 1950’ye kadar oy hakkı, eşit işe eşit ücret gibi temel kazanımlara kısmen ulaşılır. Kadınlar bu dilimde eğitim, özellikle de üniversite eğitimi içinde varlık göstermeye başlar. Yaşamın müthiş bir hızla değiştiği, iki koca dünya savaşı, bir büyük bunalım ve sayısız irili ufaklı kriz, değişim, dönüşüm... Bu anlamda içinde gezinmesi gerçekten heyecan uyandırıcı bir dönem.

Sanatın Gölgedeki Kadınları / Derleyen: Özlem Belkıs, Duygu Kankaytsın / Ayrıntı Yayınları / 480 s.


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler