60 yıl önce, 60 yıl sonra (05.09.2015)
6 Eylül 1955, saat 13.00’te radyo, Atatürk’ün Selanik’teki evinde bomba patlatıldığı haberini geçti. İstanbul Ekspres’in akşam baskısı bu başlıkla çıktı ve utanç saatleri başladı. Taksim Meydanı’nda toplanan kalabalık, gayrimüslimlere ait ev ve işyerlerini yağmaladı, yıktı. Polisin müdahale etmediği güruh ibadethane ve mezarlıklara da saldırdı.
6 Eylül saat 13.00’te devlet radyosu Atatürk’ün Selanik’teki evinde bomba patlatıldığı haberini geçtikten sonra, İstanbul Ekspres akşam baskısına ‘Atamızın evi bomba ile hasara uğradı’ başlığıyla çıktı. Taksim Meydanı’nda toplanan kalabalık, gayrimüslimlere ait ev ve işyerlerini yağmaladı, yıktı. Polisin müdahale etmediği güruh sadece ev ve işyerlerine saldırmakla kalmadı, ibadethanelere ve mezarlıklara da saldırdı. Dini mekânlar yakıldı,mezarlıklar talan edildi; hatta mezarlar açılıp içerisindeki kemikler çıkarılarak yakıldı. Cumhuriyet, 60 yıl sonra 6-7 Eylül olaylarının yaşandığı ve bir dönem gayrimüslimlerin yaşadığı İstiklal Caddesi’nde o güne ait fotoğraf karelerini aynı açıdan tekrar çekti. İstiklal Caddesi bugün kadim dostlarını mumla ararken, 60 yıl sonra çekilen kareler, o kara iki günün izlerini silmeye yetmiyor...
Çocuk haykırırcasına bağırıyordu. ‘’Yazıyor yazıyor, İstanbul Ekspress, Atatürk’ün evine bomba atıldığını yazıyor...’’
Şaşkın gözlerle meydana bakıyor, mahşeri kalabalığa anlam vermeye çalışıyordum. Meydan iğne atsan yere düşmeyecek haldeydi. Anıtın çevresinde, Kıbrıs Türktür Cemiyeti’nden bir grup, ellerinde Türk bayrakları, Atatürk ve Celal Bayar büstleri ile “Allahsızları gebertin” sloganları atıyor, kamyonlar meydana yaklaşıyor, kasalarından atlayan insanlar demir çubuk ve sopalarla kalabalığa karışıyordu. Beyoğlu, sonbaharın hafif serinliğinde, bir çocuğun masum haykırışıyla, belki de tarihinin en sıcak gününe merhaba diyordu.
Beyoğlu’nda sabaha kadar açık olan genelde şoförlerin vardiyalarını beklediği kahveden sesler geliyordu. Masanın üzerine çıkmış bir adamın, “Siz ne biçim Türksünüz? Tüm halk ayaklandı, siz hâlâ oturmuş kart oynuyorsunuz” sözleri alkışlarla kesintiye uğrarken, Yervant Gobelyan uzaktan kahvedeki insanların ateşli kalabalığa katılmasını izliyordu. Küçük gruplar caddenin başında birleşerek büyüyor, “Dükkânların camlarını aşağı indirin” sesleri yankılanıyordu. Caddeye doğru ilerlerken, Katanos’un bakkalı ile Vafiadis’in kasap dükkânını görünce tanıyamadım. Yerle bir olmuştu. İnsanlar sırtlarında un, şeker çuvallarıyla kırılan camların arasından çıkıyordu.
Yorulmuştum...
Tuhafiyeci Saviadis, Mobilyacı Nikitas, Kunduracı Nazar... Ne haldelerdi acaba şimdi...
İstiklal Caddesi’nde ilerlemek bir yana adım atmak dahi imkânsızdı. Ağa Camii’nin önünde gözlerini yolun karşısına dikmiş adam, ezan sesiyle irkildi. Camiden çıkanlar kalabalığa katılırken, bazıları da harap olmuş caddeyi ve öfkeli kalabalığı merak dolu gözlerle izlemekle yetiniyorlardı. Yanına yaklaşan birinin adını fısıldamasıyla kendine gelen Hicri Tan, sessiz bir şekilde polisleri işaret edip, “Saldırganlar, ellerindeki kürk mantoları yırtmaya çalışıyorlardı. Polis bıçağını vermedi ama mantoyu rahat yırtabilmeleri için biraz kesti”’ diyordu.
Aya Triada yanıyordu...
Sanki birden kırk yıl yaşlanmış, adım atmak için bastona ihtiyaç duyar hale gelmiştim. Nefes almak için başımı kaldırdığımda, kapkara bir dumanın gökyüzünü kapladığını fark ettim. Burnuma gelen is kokusu nefes almayı güçleştirirken, önümden ellerinde ikonalar ve şamdanlar olan bir grup Tünel’e doğru koşuyorlardı. Arkamı döndüm. Meşelik sokaktan çıkanlar caddeye karışıyorlardı. Aya Triada kilisesi yanıyordu...
Galatasaray Lisesi’ne doğru ilerlerken, Yeşilçam Sokağı’nda, elinde Türk bayrağı olan bir genç bir çocuk, etrafındakilere hararetli bir şekilde bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. Adam, “Suphi, elimizdeki listeye göre burası bir Rum dükkânı. Çekil önümüzden” derken, Suphi ise “Listede bir hata var. Dükkân bir Türk arkadaşımın” cevabını veriyor, can siparene Gömlekçi İstelyo’nın dükkânını koruyordu. Adam ya ikna olmuştu ya da daha fazla vakit kaybetmemek adına vazgeçmişti. Kalabalığa dönerek, “Şu sokaktan sağ girdiğinde ilk ev Rum evi. Evin üzerinde Türk değil işareti var”’ talimatını verince, insanlar ellerinde taşlar ve sopalarla o tarafa doğru koşmaya başladılar. Suphi, elinde bayrakla kalakalmıştı.
Doktor Yorgos Adasoğlu’nu, Luvr Apartmanı’nın önündeki kalabalığı meraklı gözlerle izlerken yakaladım. Saldırganlar bir muayenehaneyi tahrip ederken; tüpler, tansiyon aletleri havada uçuşuyordu. Hırçın bir adam yaklaşarak, “Burası da gayrimüslim dükkânı. Bak doç. yazıyor. Gayrimüslim ismi’’ dediğinde, Adasoğlu, tebessümle oradan uzaklaştı.
‘Ben Türküm’ diyordu
Korku dolu gözlerle Lise’yi geçip Tünel’e doğru ilerlerken, polisler gördüm. Kuş uçturmuyorlardı. Sovyet Konsolosluğu’nun önü polis doluydu. Aralarından geçip Tünel’e vardım. Tünel’de kumaşçı Cevat Bey’in bağrışları ortalığı inletiyordu. Dükkânına saldırmaya çalışanlara, “Ben Türküm” diye haykırıyordu. Cevat Bey sonunda dayanamayarak, utanç içinde, pantolonunu indirip, sünnetli olduğunu gösterdi. Yüzü kıpkırmızıydı. Gözlerini indirdi ve yavaş adımlarla uzaklaştı. Pera’da sessizliğe bürünmüştü...
Tarlabaşı’na indiğimde, Kalyoncu Sokak’ta, Vasiliadisler’in evinin önünde kapıcı Mehmet’i elinde Türk bayrağı ile beklerken buldum. Apartman sapsağlamdı. Mihail Vasiliadis “Mehmet, elinde Türk bayrağı ile apartmana kimseyi yaklaştırmadı. Kalabalığa burada Rum oturmadığını söyledi. Oysa apartmanda çoğunluk Rum” dediğinde, pencereden aynı Mehmet’i caddenin karşısındaki ev ve dükkânlara saldırırken görüyordum. Kafamı çevirdiğimde ise, sokağın köşesindeki fırının camlarının inmiş olduğunu fark ettim. Fırının sahibi, nam- değer Arnavut, umutsuz bir şekilde evine doğru gidiyordu. Her akşam fırını kapattıktan sonra arta kalanları karakoldaki polislere verecek kadar yufka yürekli bir adamdı. Arnavut, “Komiser bey bana, ‘Hiç bir şey yapamam, ben bugün polis değil, Türküm’ dedi” diye haykırarak koşar adımlarla uzaklaştı.
Yeniden kuracağız!
Gözlerimin önünde öldürülen, tecavüz edilen, gitmek zorunda bırakılan insanlar; yakılan, yıkılan, talan edilen kiliseler, evler, işyerleri...
Kulaklarımda Patrik Atenegoras’ın “Yıkıntılardan kalan malzemeyle her şeyi yeniden kuracağız” deyişi...
Tarlabaşı’nda yıkıntıların arasından, çok uzaklardan, daha doğmadığım bir tarihten, 60 yıl öncesinden gelen bir çocuk sesiyle kendime geliyorum.
“Yazıyor yazıyor. Tezer Özlü yazıyor. Burası bizim değil, bizi öldürmek isteyenlerin ülkesi...”
(*) Gerçek hikâyeler, Dilek Güven’in Cumhuriyet Dönemi Azınlık Politikaları ve Stratejileri Bağlamında 6-7 Eylül Kitabı’ndan alıntılanarak kaleme alınmıştır.
En Çok Okunan Haberler
- Kaynanasını hiçbir zaman sevemeyen 4 kadın burcu
- İtirafçı Nevzat Bahtiyar'dan sürpriz hamle geldi
- Avrasya tüneli trafiğe kapatıldı!
- Nasuh Mahruki'nin tutuklanma gerekçesi belli oldu!
- Albaya verilen ceza belli oldu!
- Fatih Altaylı ve İsmail Saymaz'a soruşturma
- Beşiktaş'tan Talisca açıklaması: 'Karar verilmiştir'
- Elektronik kelepçeyi kırıp cinayet işledi
- Havalimanında kaçakçılık operasyonu
- Teğmenlerin avukatlarından açıklama geldi!