Belgin Elmas yazdı: Geleceğin öğretmenlerini nasıl yetiştirmeliyiz?

Prof. Dr. Belgin Elmas, Cumhuriyet için "Geleceğin öğretmenlerini nasıl yetiştirmeliyiz?" başlıklı bir yazı kaleme aldı. Elmas, öğretmen adaylarının zorluklara rağmen çabaladıklarını belirterek, "Pandemi yaşadılar, depremlerde sallandılar, sellere kapıldılar, evlere kapandılar, kapatıldılar, okullarından uzaklaştırıldılar, yaşadıkları felaketler listesinde neredeyse yok yok. Bu çocuklar hala ayaktaysa, hala çabalıyorsa, hala umutlarını koruyorsa onlara takacağımız madalyanın elmastan olması gerekmez mi?" ifadelerini kullandı.

Belgin Elmas yazdı: Geleceğin öğretmenlerini nasıl yetiştirmeliyiz?
Abone Ol google-news
Yayınlanma: 15.04.2023 - 09:26

Eğitimci Prof. Dr. Belgin Elmas, "Geleceğin öğretmenlerini nasıl yetiştirmeliyiz?" başlıklı bir yazı kaleme alarak, Türkiye'de öğretmenlerin yaşadığı sorunlara mercek tuttu.

Elmas'ın yazısı şu şekilde:

"Biraz hayal kuralım mı bugün? Şöyle hayalimizdeki öğretmenleri yaratalım, daha doğrusu onları yaratabileceğimize dair hayalimizdeki eğitim sistemini kurgulayalım.

Dünya hızla değişiyor, bilgi baş döndürücü bir hızla artıyor, gençliğin özellikleri de beklentileri de değişiyor diyoruz uzun zamandır yüksek sesle. Üstelik eğitim sistemimiz bu değişime ayak uydurabilecek bir sistem değil de diyoruz. Hepimiz hemfikiriz bu konularda. Değişim şart diyoruz. Peki nasıl bir değişim? Nasıl bir sistem istiyoruz? Geleceği yetiştirecek öğretmenleri biz nasıl yetiştirmeliyiz ki onlar da bu baş döndürücü dünyaya ayak uydurmayı bırakın, liderlik yapabilsinler? Liderlik yapabilecek bireyleri yetiştirsinler.

Dünya Ekonomik Forumu'nun 2020 yılında belirlediği en önemli becerilere baktım da listenin başında karmaşık problemleri çözebilme becerisi, eleştirel düşünme ve yaratıcılık var. Duygusal zeka, esneklik ve başkaları ile koordine bir şekilde çalışmayı da eklemişler önemli özellikler diye. Ülkemizde yaşadıklarımıza ve onlarla baş etme becerimize bakınca Türkleri doğrudan en başarılı insan kategorisine koymalılar bence. Hayatımızın her yeri çözmemiz gereken karmakarışık problemlerle dolu ve bunları çözebilmek için akla hayale gelmeyecek yaratıcılık ve esneklik becerilerimizi kullanmak zorundayız, e bu konuda fena da değiliz hani, her şeye rağmen…. Duygusal zeka ve koordineli çalışmak derseniz yaşadığımız felaketlerde gösterdiğimiz çabalarımıza üstün başarı madalyası vermeliyiz. Herkesin nasıl da birlik olup hiç tanımadıklarına yardım ettiğini görünce bu madalyayı her birimizin hak etiğini düşünüyorum kesinlikle. Bir tek eleştirel düşünme becerisi konusunda endişelerim var, uzun bir süredir eleştirme kaslarımız oldukça zayıflatılmış olabilir, ama bunları da derhal geliştirebileceğimiz konusunda bir endişem yok.

Merak, dayanıklılık, öğrenilen bilgilerin birbiri ile bağlantısını kurabilme ve son zamanların modası olan “sabit” değil “büyüme zihniyetine” sahip olabilme de hemen hemen her kitapta, her listede karşımıza çıkan başarılı insan özellikleri. 

Gelin bir de OECD’nin gençler üzerinde yaptığı araştırma sonuçlarına bakalım. Gençlerin başarılı olabilmeleri için neler bekleniyormuş onlardan, bakalım bakalım? Listenin en başında odaklanabilme ve işleri halledebilme becerileri var. Bunun için düşünebilmek ve yaratabilmek gerek elbet. Bilgileri ezberlemek değil, onları uygulamaya koyabilmek gerek. Problem çözme ve karar verme becerileri ise olmazsa olmazlardan şüphesiz. Buraya kadar sunulan liste insanı çok şaşırtmıyor, ama duygularının farkında olabilmek, onları ifade edebilmek, zorluklarla başa çıkabilmek ve tüm bunları yapabilmek için öngörülerini kullanarak başkaları ile olumlu ilişkiler kurabilmek listede görmekten memnun olduğumuz maddelerden. Ancak formda olmak ve formda kalmak gibi bir madde var ki insana vay be dedirten ve de memnun eden bir özellik değil mi sizce de? En çok hoşuma giden de bir birey olarak var olabilmek ve varlığının farkında olmak oldu açıkçası. 

Gelin şimdi de bizim Türk gençliğimize bakalım bu özelliklere sahipler mi diye? Ben uzun süredir gençlerle birlikte yaşıyorum. Öyle güzel bir meslek yapıyorum ki öğrenmeye hevesli, pırıl pırıl beyinlerle, güzel insanlarla birlikteyim. Öğretmen olup geleceği biz şekillendireceğiz diyen nesillerle yan yanayım. Evet yanlış duymadınız, her tür kırgınlıklarına, sık sık kapıldıkları olumsuzluklarına, onlara yaptığımız her tür haksızlıklara rağmen gelecekten umudunu kaybetmeyen nesillerle bir aradayım. Evet bazen tökezliyorlar, bazen düşüyorlar, bazen soruları yanıtsız kalıyor, pek çok zaman hak ettiklerini alamıyorlar ama yine toparlanıyorlar, yine yola umutla devam ediyorlar, yine birbirlerine destek oluyorlar. Pandemi yaşadılar, depremlerde sallandılar, sellere kapıldılar, evlere kapandılar, kapatıldılar, okullarından uzaklaştırıldılar, yaşadıkları felaketler listesinde neredeyse yok yok. Bu çocuklar hala ayaktaysa, hala çabalıyorsa, hala umutlarını koruyorsa onlara takacağımız madalyanın elmastan olması gerekmez mi? Biz bu gençlere güvenmeyelim de ne yapalım? Onların bize hala güveni var mı bilmem ama benim onlara güvenim de inancım da her zaman tam. Mihaly Csikszentmihalyi yine bayılarak okuduğum “Good Business” kitabında vizyon sahibi liderlerde fark edilen belki de en belirgin özelliğin “patolojik iyimserlik” olduğunu söylüyor. Her sorunun bir çözümü olduğuna inanıyormuş vizyon sahibi insanlar. E gelişim odaklı bir zihin de buna inanmıyor mu zaten? İşte bu güzel gençlerimiz de aslında patolojik iyimserler, onlar da vizyon sahibi liderler. Şartlar onları her türlü sınasa da o sınavlardan başarı ile geçiyorlar. Ama artık biraz nefes almaya onların da hepimiz gibi ihtiyacı var, artık her şeyin gerçekten güzel olmasına ihtiyacımız var. 

Bahsettiğim, sizin de çevrenizde bolca olan bu gençlere eğitim sistemimizin yetmediği çok aşikâr, onu tartışma konusu bile yapmıyorum. Daha da sonra gelecek nesilleri eğitebilecek donanımda öğretmenler yetiştirebilmek benim derdim, hepimizin ortak derdi. 

Gelecek her ne kadar belirsizse ve ne olacağını her ne kadar bilmiyorsak da emin olduğumuz bir şey varsa o da eğitim sisteminin artık bilgi değil, yeterlik odaklı olması gerekliliği. Geleceği yetiştirecek öğretmenlerimizi öyle hazırlamalıyız ki onlara A, B, C derslerinin içinde bir takım bilgiler değil, işte o yukarıda sayılanları yapabilme yeterliği kazandırabilelim. Meraklı, yaratıcı, dayanıklı, düşünen, tüm insanlığın yararına kararlar verebilen, etik ve sürekli gelişime açık bireyler olabilsinler. Onlar olsunlar ki çocukları öyle yetiştirebilsinler. E peki çocukları yetiştirecek öğretmenleri yetiştirenler? Bizler de buyuralım buradan kendi dersimizi çıkaralım, aynalarımıza bir bakalım, artık biz de şu gelişim zihniyetine sahip olmakla başlayalım mı işe? Ne dersiniz? 

Hayal kuralım diye başladım yazıya ama gördüğünüz gibi elimizde sahip olduğumuz nitelikli gençler ile dünya liderliğine soyunmak bir hayal değil, hatta çok yakında çok olası bir gerçek. 

Ne yapmalı, ne yapmamalıyızı konuştuk, peki tüm bunları nasıl yapabilirize de bakalım mı? 

NASIL ÖĞRETMELİYİZ?

Gelecek nesilleri yetiştirebilen, yetiştirmekle kalmayıp dünyaya liderlik etmelerine yardımcı olabilen öğretmenleri hangi yöntemlerle yetiştirmeliyiz? Şimdi gelin bunu nasıl yapabileceğimize kafa yoralım.

Columbia Business School Profesörü Eli Noam’ın Sabancı Üniversitesindeki bir konuşmasını dinlemiştim, sanırım bir yıl kadar önceydi. Eli’nin yüksek öğretimin geleceği üzerine düşüncelerini paylaştığı, YouTube’da da erişebileceğiniz konuşması en beğendiğim, en ufuk açıcı konuşmalardan birisi idi. Yüksek öğretimin tüm dünya çapında dijitalleşme konusunda diğer sektörlerden çok geride kaldığını, bu konuda gelişime açık olmadığını iddia etti Eli. Maalesef 1,5 yılı aşan süre boyunca yaşadığımız pandemi döneminin bile yüksek öğretimin kabuklarını kırıp yaşananları zorunlu da olsa bir öğrenme imkânı olarak algılamasına yardımcı olamaması Eli’yi haklı çıkarıyor. Bireyleri hayata hazırlamaktan uzak kalmakla eleştirilen üniversite eğitimi uzaktan eğitim yaptığımız günlerde derin yaralar alarak insanların hayatından iyice uzaklaştı. Ülkemizde o dönem neler olduğunu hep birlikte acı tecrübeler elde ederek yaşadığımız için siz de çok net hatırlarsınız. Daha acısı ise bu dönem yine mecburi uzaktan eğitim yaparak başladığımız, şimdi de kimsenin ne yapacağı konusunda bir fikri olmadığı hibritimsi eğitim ile devam ettiğimiz süreçte gördüğümüz kadarı ile bir arpa boyu yol kat etmemişiz. Yine öğrencilerinin karşısına desteksiz atılan hocalar el yordamı ile bir formül bulma çabaları ile ellerinden gelenin en iyisini yapmak için çırpınıyor. Ortaya çıkan komedi dizileri ile yarışır, herkesin hafızasına kazınacak oldukça yaratıcı sahnelere rağmen, ya da onlar yüzünden, herkes bu dönemin de geçmişte yaşadığımız dönem gibi bir an önce bitmesi için dua ediyor.

Şu konuda hepimizin hemfikir olup anlaştığını varsayıyorum artık: Bilgi aktaran bir eğitim sistemine son verip bireylere “Aha moments” dediğimiz farkındalık anları yaşatabilmeliyiz. Yani onlara yeni sunulan bilgiler ile deneyimlerini birleştirebileceği, “evet işte bu” diyebilecekleri bir sistem yaratmalıyız. Peki bunu nasıl yapabiliriz? Eğitimcinin becerisi de niteliği de tam olarak burada yatıyor. Kendisini ne kadar geliştirdiğinde, öğrencilerin ders ne zaman bitecek diye saatine baktığı değil, bir sonraki derse koşarak geleceği deneyimleri yaşayabileceği ortamlar tasarlayabilmesinde. Bunu “bite-sized” dediğimiz kompakt, disiplinler arası dersler ile yapın diyor Eli.

Günümüz gençliğinin her yerden aldığı girdi bombardımanına ve konsantrasyon sürelerinin ne kadar kısaldığına bakınca çok da anlamlı bir öneri bu bilgilerin kısa sürelerde sunulması. Zaten artık dört yıllık bir eğitim ile kazandığımız bir diplomanın bizim ömür boyu bir mesleği yapmamız için yeterli olmadığı, çeşitli konularda kendimize yatırım yapıp aldığımız sertifikalar ile ne bildiğimizi gösterdiğimiz bir sistemin dönüşümü biz ister kabul edelim ister etmeyelim dünyada çoktan uygulanmaya başladı bile. Peki öğretmen adaylarımızı kısacık sürelerde mi görerek hazırlayacağız diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Hayır, bilgi aktardığımız bölümlerin süreleri kısa olsun diyoruz. Onu öyle güzel derleyip toplayalım ki sadece neyi neden bilmeleri gerektiği konusunda yol gösterelim, gerisini araştırarak onlar bulsunlar. Nereden mi? Nereden isterlerse oradan. Biz onlara düşünmeyi öğretelim, araştırmaya sevk edelim yeter. Aslına bakarsanız bu farkındalık yaratan düşünceyi öğreten sistem Plato tarafından kurulduğu MÖ 4. yüzyıldan beri akademinin amacı ve de görevi zaten. Hani ülkemizin durumu için sıkça paylaşılan bir söylem var ya “25 yıl geriye gidersek 100 yıl ileriye gitmiş olacağız” diye, şimdi atacağımız adımların da akademinin ilk kuruluş amacına ve felsefesine ulaşma hedefi taşıyor olması ne ilginçtir değil mi? 

Ken Robinson’un, “Öz – Eğitimde ve Hayatta Tutku Yaratmak” kitabını okumadıysanız bir eğitimci olmasanız da okumanızı şiddetle tavsiye ederim. Ken, hepimizin sürekli savunduğu gibi eğitimin amacına ulaşabilmesi için öğretmene yatırım yapılması gerektiğine inanıyor. Öğretmenlerin asıl rollerinin de öğrencilere öğrenmeyi öğretmek ve onlara mentörlük yapmak olduğunu söylüyor. Bunun için de öğretmenlerin öğrencilerini birey olarak tanıması, onları cesaretlendirebilmesi, öğrencilerinin hayal gücü ve motivasyonunu ateşleyebilmesi gerekiyor elbet ilk şart olarak. Tabi bunları yapabilmesi için de öğretmenlerin önce kendilerini tanımaları ve mesleklerini tutku ile yapan öğretmenler olmaları şart. Parker Palmer da “The Courage to Teach” kitabında diyor ki “öğretmenlerin yaptığı hiçbir şey eğer öncelikle kendi kişiliklerine etki etmiyorsa başka kimseye etki edemez. Bu yüzden öğretmenlerin kendi kimliklerini keşfetmeleri öğretebilmek için ilk ve en önemli adımdır”. Mesleğine karşı, hayata karşı tutkusu olmayan bir öğretmenin öğrencisinde bunu ateşleyebilmesi nasıl beklenebilir ki? Ancak kendi fiziki, ruhsal, zihinsel ve duygusal farkındalığı olan bir öğretmen öğrencilerine bu farkındalıkları yaratma ve potansiyellerini keşfetme konusunda yol gösterebilir. 

Ben Eli’nin de, Ken’in de, Parker’ın da, dediğine katılıyor ve eğitim konusunda kafa yoran tüm insanların vardığı doğal sonuç olan öğretmenin sistemin odağında olması gerekliliğine ve ona yapacağımız yatırımın tüm sistemin kalitesini etkileyeceğine inanıyorum. Ülkemizde de artık var olanı düzelterek, dönüştürerek işin içinden çıkamayacağımızı, yeni baştan bir sistem kurgulamamız gerektiğini, bireylerin kendilerini keşfedebilecekleri, kapasitelerini arttırarak daha doyumlu hayatlar yaşayabilecekleri, toplumun refah, kültür ve bilgi seviyesinin arttırılmasının akıllı bir şekilde kurgulanmış öğretmen eğitiminden geçtiğini biliyorum. Zihinleri farklı çalışanların cezalandırılmaktan çok yönlendirildiği, kendi kültürlerine yabancılaşmayan, ona renk katan bireyler haline geldiği bir dünya yaratabileceğimizi ümit ediyorum. Asıl amacı bilim ve düşünce sistemi üretmek olan akademinin de daha fazla var olan bilgileri olduğu gibi öğrenciye aktarmaya devam ederek kendini yok etmeye devam etmeyecek bir forma dönüştüğünü de bir an evvel görmek ve yaşamak istiyorum. Sahip olduğumuz otoriteye sıkı sıkı yapışıp kalıpların dışına çıkmaya korkarak geleceği daha da kaçırmayacağımızı ümit ediyorum. 

Öğretmen eğitim sistemimizin neyi nasıl öğretmesi gerektiğine baktık. Bir sonraki bölümde de sunacağımız bu eğitimin amacına ulaşıp ulaşmadığından nasıl emin olabileceğimize, değerlendirme sistemimizi nasıl kurgulamalıyız sorusunun yanıtına odaklanalım mı hep birlikte? 

DEĞERLENDİRME NASIL OLMALI?

Yeni bir öğretmen yetiştirme sistemi kurma hayalimize değerlendirme boyutu ile devam edelim. Geleceğe damga vuracak yetkinliklerle yetişen, araştıran, sorgulayan, düşünen, düşündüren, sürekli öğrenmeye meraklı, işini şevkle yapan öğretmen adaylarımızın istediğimiz özelliklerde yetiştiğinden, kurduğumuz sistemin başarılı bir şeklide işlediğinden nasıl emin olacağız?

Todd Rose’u tanır mısınız?  “The End of Average” kitabının yazarı. Todd diyor ki, her ne öğretirsek ve bunu nasıl öğretirsek öğretelim, bireye odaklanmadığımız sürece eğitim sistemimiz başarılı ve tatminkâr hayatlar yaşamamıza yardımcı olamayacaktır. Eğitimin dört duvar arasında bir liste halinde sunulacak bir dizi bilgi olmadığını hatırlamak zorundayız, diyor Todd. Ken Ragers da tek bir elbise kalıbı gibi tek bir modelle herkese zorunlu olarak uydurulmaya çalışan okul sistemi bazı yetenekleri abartarak sadece dar bir başarı ve zekâ tanımı sunuyor derken çok benzer bir şey söylüyor aslında. Şu an sahip olduğumuz sistemde pek çok birey yetenek ve ilgi alanlarını keşfetme imkânı bile bulamadığı, mutlu olamadığı, anlam yaratamadığı hayatlar yaşayıp gitmiyor mu? Hatta çoğu zaman kafaları ortalamadan farklı çalışanlar farklılıkları sebebi ile eğitim kültürünün bütününden kendi istekleri dışında ayrılarak yabancılaştırılıyorlar. Yani bir çeşit cezalandırılıyorlar. 

Geliştirmeyi hedeflediğimiz yeterlik odaklı eğitim sisteminin hedeflerinin net ve ölçülebilir bir şekilde ortaya konması gerekiyor elbette ki, neyi yapmaya çalıştığımızı bilelim. Ancak böyle bir sistem bireyleri 0’dan 100’e ya da A’dan F’e notlandıran, bir vize bir final ile sınırlı olan bir değerlendirme modelinin çok ötesinde bir yapılanma gerektirir. Bireyi odağa koyan, onun kendi potansiyelini keşfetmesini, en üst düzeye çıkarabilmesini, kendi bireyselleştirilmiş öğrenme yolculuğunda ilerleyebilmesini hedefleyen bir sistem, bireyi aynı zamanda bilgiyi sadece tüketen değil, onu üreten ve kullanan bir yeterliğe getirmeyi hedefler. Bu sebeple değerlendirme sisteminin de süreç boyunca neyi nasıl öğrenmesi gerektiğinin farkında olan, kendi yeterliğini değerlendirebilen bireyler yetiştirmesi hedeflerin en önde gidenlerindendir şüphesiz ki. Değerlendirme de öğretim gibi sınıfın içi ile sınırlı kalamaz. Öğrenen bireylere ulaşabilecekleri, programla sınırlı kalmayan seçenekler sunmalıdır. Süreç odaklı bir değerlendirme sistemi yaratabilmenin başka bir yazının konusu olabilecek pek çok çeşitli araçları var tabi ki. Ancak kendi bireysel gelişim yolculuklarını değerlendirmeyi bilen, bireysel ve profesyonel vizyonlarını belirleyebilen, bunları geliştirebilecekleri kaynaklara nasıl ulaşabileceklerinin farkında olan ve bu yolculuğu her adımda daha da ileri taşımayı hedefleyen bireyler yetiştirebilirsek daha ne isteriz ki? Hedef belli, hedefe ulaşma yolları çeşitli.

Michael Fordyce "Human Happiness" kitabında mutlu bireylerin diğerlerinden çok daha eğlenceli zaman geçirdiğini söylüyor.  Eğlenmekten keyif aldıkları çok fazla etkinliğe sahipler ve zamanlarının çoğunu eğlenerek, heyecan duyarak ve güzel etkinlikler yaparak geçiriyorlar diyor. O halde cevap net bir şekilde ortada. Eğitimin öğrenme boyutu da, değerlendirme boyutu da bireye özgü ve keyifli olmalı. Alınacak keyif bireylerin ellerinden gelenin en iyisini yapmaları ve zevk almalarının ötesine geçerek kendilerini aşan bir şeye katkı sunabilmeye de dönüşürse, işte o zaman daha da anlam kazanır. Topluma katkıyı sunma arzusu taşıyan bireyler için de öğrenme anlam kazanmakla kalmaz, bireyin bundan aldığı mutluluğu da yaptığına inancı da artar. 1945 yılında Sony’yi kurduğunda Masaru Ibuka “Kurumsal Amaçların” başına şöyle bir hedef koymuş: “Mühendislerin teknolojik yeniliğin keyfini yaşayacakları, topluma karşı görevlerinin bilincinde olacakları ve tüm kalpleriyle çalışacakları bir iş yeri kurmak”. Ibuka’nın mühendisler için koyduğu hedef bizim öğretmenler için koyacağımız hedefe de çok şahane uymaz mı ne dersiniz? “Öğrenme ve öğretmenin keyfini yaşayacakları, topluma karşı görevlerinin bilincinde olacakları ve tüm kalpleriyle çalışacakları okullar yaratmak”. Zaten öğretmenlik gibi doğasında anlam taşıyan bir meslek için bu hiç de zor bir hedef değil. Ken de diyordu ya eğitimi iyileştirmenin en iyi yolu ne programa ne de değerlendirmeye odaklanmaktır. Eğitimi iyileştirmenin en güçlü yolu öğretmene ve onun toplumdaki statüsünü geliştirmeye yatırım yapmaktır diye. Hiç içinde harika öğretmenleri olmayan harika bir okul gördünüz mü? Göremezsiniz. Harika okulları olmayan harika bir toplum da göremezsiniz. 

Yazının en başında kurduğumuz öğretmen yetiştirme sisteminin başarılı bir şeklide işlediğinden nasıl emin olacağız diye sormuştum ya, buna Michelengelo cevap versin: “En büyük tehlike hedefi çok yüksekte tutup ona ulaşamamak değil, aksine çok aşağıda tutup ulaşmamızdır” diyor Michelengelo. Bizim hedefimiz çok yüksek. Öğrenme ve öğretmenin keyfini alan, bu süreci öğrencilerini kendilerini keşfedebilecekleri, özlerine ulaşabilecekleri kişisel bir yolculuk haline getirebilen, kendini bilen ve bir başkasına destek olabilen bireyler yetiştiren öğretmenlere sahip olmak. O halde Atamın açtığı yolda, gösterdiği hedefe doğru ilerlemeye devam. Daha yapılacak çok işimiz, gidilecek çok yolumuz, yetiştirilecek çok güzel öğretmenlerimiz var."



İlgili Haberler

Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon