Kara film tarihine yolculuk: Sugar

Bir zamanlar sinema tarihine yön vermiş türe çokça göndermelerle dolu olan dizi Sugar, sinefiller için biçilmiş kaftan.

Kara film tarihine yolculuk: Sugar
Abone Ol google-news
Yayınlanma: 26.05.2024 - 12:00

Charles Laughton’ın, 1955 tarihli klasik filmi “The Night of the Hunter”da, Robert Mitchum’ın hafızalara kazınan bir sahnesi vardır: Nefret, aşk ve bunların bileşimiyle açığa çıkan yaşam üzerine sarsıcı bir nutuk attığı, karakterinin de gizemini açığa çıkaran o meşhur plan...

Apple TV’de yayımlanan “Sugar” isimli yeni dizinin bir bölümünde, ana karakter John Sugar (Colin Farrell) ile birlikte paralel kurgularda izlediğimiz bu sahne metinler arasılığı baş tacı etmiş bir senaryonun yalnızca küçük bir parçası ve bütününde “Sugar”ı bir kara film ziyafetine dönüştürüyor.

DÖNEM FİLMLERİNE GÖNDERMELER

Siyah beyaz bir tonda, Tokyo’da açılan “Sugar”, John Sugar’ın bir adamın kaçırılan oğlunu bulduktan sonra Los Angelas’a dönmesiyle sürüyor. Akira Kurosawa’nın “High and Low”ından (1963), Sugar’ın tutkunu olduğu “The Big Heat”e (1953) yumuşak bir geçiş yapan dizi, Glenn Ford’a küçük bir övgüden sonra asıl serüvenini başlatıyor.

Film yapımcısı Jonathan Siegel’ın, kaybolan torununu bulması için Sugar’ı görevlendirmesinden sonra “L.A Confidental” (1997) kaftanı giyiyor çünkü bu andan sonra kayıp Olivia’yı bulma çabaları yalnızca Sugar’ın geçmişi ile bağ kurmasına yol açmıyor, aynı zamanda Siegel ailesinin de çatlaklarını ve çürüklerini açığa çıkarıyor. Arabalarda bulunan cesetlerden insan kaçakçılarına, kadınlara yönelik cinsel taciz ve şantajdan işkence girişimlerine değin bir dizi suç arasında John Sugar yolunu bulmaya çalışıyor.

Hatta Siegel ailesiyle birlikte Hollywood’da yakın zamanda patlak veren cinsel taciz ve tecavüz skandallarına da gönderme yapan dizi, hikâyesi boyunca John Sugar aracılığıyla “insan olma halini” masaya yatırıyor. Dahası anlatısını sinema tarihinin en önemli filmleriyle bezeyen Sugar, her bir karesini ünlü aktör ve aktrislerin geçidine dönüştürüyor. Dizinin bütünü kara film tarihinde bir yolculuk halini alıyor.

Öyle ki Sugar, Olivia’yı köşe bucak ararken sinema salonlarında kaybolmaktan geri kalmıyor; John Carpenter’ın çok sevdiğim “The Thing” (1982) filmine referans verirken kendisine ve bedenine ilişkin “işaretler” göndermeyi de eksik etmiyor. Olivia vakasında tanıştığı eski rock yıldızı Amy ile çıktığı yolculuk “In A Lonely Place”in (1950) bir anına dönüşürken Humphrey Bogart daha pek çok filmiyle, Philip Marlowe ise “Long Goodbye” (1973) ile John Sugar’a eşlik etmeye başlıyor.

Bu andan sonra geçmiş filmin şimdisine karışırken Sugar da çok sevdiği dedektiflerin, aktörlerin pelerinini üzerine alıyor ve klişeleşmiş dedektif rollerinden sıyrılarak sıra dışı ve pek çok sinemasever için heyecan verici bir görünüm kazanmayı başarıyor.

Ancak dizinin kara filme olan bu aşkı ile kahramanının yolculuğunu sinema tarihinden karelerle ifade etme arzusunun bazı anlarda senaryoyu tökezlettiğini de söylemek gerek. Çünkü Sugar’ın ana hedefine ulaşma yolundaki çabası ve filmin bunun için ürettiği entrikalar büyük oranda yetersiz kalırken dizinin ve karakterin esas gizemi söz konusu gediği kapatmak konusunda da çözümsüz.

Kare kare incelendiğinde ayrıntıcılığı ve titiz üslubuyla çok şık, sinema tarihinin nefis karelerinin bir sinefil coşkusuyla izleğe motif yapıldığı, Colin Farrell’ın etkili yorumuyla beslenen ancak bütününde bir şeylerin eksik kaldığı hissinden kurtulamadığım bir dizi, “Sugar”. Finali, gerçekten de “bitmesini hiç istediğimiz ama o anın geleceğini hep bildiğimiz hikâyelerle” daha da güçlendi ancak Sugar’ın kendisi, ne yazık ki o anlatıların bir parçası olamadı. Belki, başka bir sezonda...

Puanım: 6.5/10


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon