Sahi saat kaç?

23 Mayıs 2014 Cuma

Muhteşem! Olağanüstü! Yaratıcı! Çarpıcı! Vurucu! Şaşırtıcı! Baştan çıkarıcı! Hipnotize edici! Büyüleyici!
SALT Beyoğlu’ndaki “The Clock” - (Saat ) adlı olaydan söz ediyorum. (Film, video, eser, iş , “kolaj”, gibi sözcükleri beğenmedim, ondan “olay” dedim.) 24 saat boyunca hiç aralıksız izlenebilecek, daha doğrusu yaşanabilecek bir olay, yaşanması gereken bir deneyim. Eğer bugüne dek görmediyseniz, benden söylemesi son 3 gününüz kaldı: Bugün, yarın ve pazar günü. 25 Mayıs son gün.
Evet evet, İsviçreli babadan, Amerikalı anneden doğma (1955) dünya vatandaşı sanatçı Christian Marclay, bir büyücü! Ses, müzik, gürültü, plastik sanatlar, fotoğraf, film, video sanatları arasında gide gele, bunları birbiriyle ilişkilendiren bir sanatçı. 2010 tarihli sıra dışı eseri “The Clock” Venedik Bienali’nde büyük ödülle taçlandırılmıştı.

Zamanın durmaz ilerleyişi
Sinema tarihindeki binlerce filmden aldığı minicik parçaları, yeniden düzenleyerek 24 saatlik yeni bir kurgu gerçekleştirmiş sanatçı.
İçinden saat geçen sahneler... Kol saati, çalar saat, masa saati, guguklu saat, dijital saat, saat kulesi, garlardaki, vapur iskelelerindeki, alanlardaki saat görüntüleri... “Şimdi saat kaç”, “geç kaldın”, “erken geldin” diyalogları... Kronolojik olarak ilerleyen ve sergilendiği ve gösterildiği yerin, yörenin gerçek zamanıyla birlikte ilerleyen bir kurgu. Yani perdede saat bir iken İstanbul’da da saat bir. Perdede saat biri beş geçiyor, on geçiyor, yirmi geçiyor, ikiye çeyrek var, vb... Sizin kolunuzdaki ya da cep telefonunuzdaki saat de o anda o saati gösteriyor. (Rüşvet saatleri konumuz dışındadır.)
Ama sanatçının amacı size şimdi saatin kaç olduğunu söylemek ya da İsviçre dakikliğine methiye değil elbet.
Amacı zamanın durmak bilmez ilerleyişini iliklerimize işlemek, bunu irdelememizi sağlamak...
Bunu gerçekleştirmek için zamanı simgeleyen, zamanı (sözde) bildik kılan, zamanı denetime alma çabamız olan saati kullanmış. Sinema tarihine yönelttiği müthiş bir saygı ve sevgi duruşuyla...
Laurence Olivier’nin (Hamlet) elinde tuttuğu kafatası da Humphrey Bogart’ın sigarasından çektiği nefes de Romy Schnider’in çocuk yaşındaki görüntüsü de “Koş Lola Koş”un müziği de ve perdedeki daha binlerce an, “Ey Zaman Gitme Dur” diye haykırıyor bize. Ama tık, tık, tık, tık, tık... Saatler durmuyor. Hepimiz o kaçınılmaz sona doğru ilerliyoruz...

‘Şimdi ne olacak?’
Bana soracak olursanız Christian Marclay, amacının ötesine bile geçmiş. Sanatçı sinema sanatının farklı dönemleri, türleri, biçemlerini bir araya getiriyor. Bunu yaparken film sahnelerini orijinal içeriğinden ve orijinal ses-müzik düzeninden koparıyor. Görüntüler üzerine sanatçının kurguladığı müzik ve ses çok etkileyici. Ve sonuçta çarpıcı bir anlam bütünlüğü ve müthiş bir gerilim sağlıyor.
Beyazperde sizi adeta içine çekiyor. Şimdi ne olacak diye mıhlanıp ayrılmak istemiyorsunuz perdenin önünde. Geçmişle gelecek; düşüncelerle duygular; anımsamalarla çağrışımlar arasında yolculuktasınız! (Günün ve gecenin istediğiniz saatinde girip istediğiniz an çıkarak izliyorsunuz. Ben Venedik Bienali’nde sabah saatlerini izlemiştim.
Bu kez öğleden sonra ve akşam saatlerini izleyebildim.) Bu benzersiz deneyimi yaşarken ve sonrasında içime yerleşen duygu ve düşünce şuydu: Zaman sadece saatle ölçülmüyor.
Zaman beklemeyle,
umut etmekle, düş kırıklıklarıyla da ölçülüyor. Korkularla, sevinçlerle, aşklarla, kahırlarla... Gelip geçici olduklarını bilmeyen diktatörlerle... Bir ömre bedel dostluklarla, dayanışmayla, kucaklaşmayla, sevişmelerle... Bir dokunuşla... Bir bakışla...
Bu deneyimin izleyicide yarattığı çağrışımlar şelalesine (Ahmet Hamdi Tanpınar’dan Beckett’a, Virginia Woolf’tan Melih Cevdet Anday’a) yerim kalmadı. SALT Beyoğlu’na ve bu olayı destekleyen SAHA’ya teşekkürler!  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Dans hayattır 2 Mayıs 2024
Kaburga sohbetleri 28 Nisan 2024

Günün Köşe Yazıları