Yaşamanın yeni bir yolu

07 Mayıs 2024 Salı

Toplum içinde insanların arasındaki ekonomik hiyerarşi ya da katmanlaşma “sınıf” kavramı ile ifade edilir. Son günlerde hangimizin hangi sınıfa dahil olduğuna ve ait olduğumuz sınıfın bizlere kazandırıp kaybettirdiklerine dair sosyal medyada hararetli bir tartışma yürüyor. 

Gündemdeki bu “sınıf tartışmasının” bunca yıl yaşanan ekonomik çöküntüden sonra başlaması kaçınılmazdı. Çevrenize baktığınızda hemen herkesin “yaşamanın yeni bir yolunu” aradığını görebilmek zor değil. Alt ve orta sınıftaki insanlar yaşamanın yeni bir yolunu arıyorlar çünkü ne geleceklerini görebiliyorlar ne de bugünlerini eşit ve insanca yaşayabiliyorlar. Zenginlerde ise bu arayış çaresizlikten çok, daha önce deneyimlemedikleri yaşam hazlarının peşine düşmek şeklinde özetlenebilir.  

İşte herkesin bir şekilde dahil olduğu bu arayış içinde, usta hikâye anlatıcısı Wim Wenders’in “Mükemmel Bir Gün” adlı son filminin bu kadar gündemde olması da sürpriz değil. Havalı dijital platformların hemen her hafta duyurduğu büyük, ışıltılı ve pahalı projeler bir iki günde unutulurken, son derece mütevazı bir film olan “Mükemmel Bir Gün”ün; “Tokyo’da umumi tuvalet temizleyicisi bir adamın sade ve rutin yaşamını” anlatarak bu denli beğeni toplaması elbette son derece dikkat çekici.

Toplumun çok farklı sınıflarından insanların filme dair duygu ve düşüncelerini içeren yorumlarını ya da çeşitli meslek gruplarından eli kalem tutan insanların filmin odaklandığı “yaşam felsefesine” kafa yordukları yazılarını okumak bile başlı başına bir zevk. Ben de bugün sizlere, filmden yola çıkarak başka güzel şeylerden daha söz etmek istiyorum. 

78 yaşındaki yönetmen Wim Wenders’in filmografisi ilginç denemelerle dolu. Bunlardan biri de “Oda 666” adlı çalışması. Bu orta metrajlı denemede Wenders; 1982 yılında Cannes Film Festivali'ne katılan dünyaca ünlü yönetmenleri bir otelin 666 numaralı odasına davet ediyor ve kurduğu kamera karşısında yalnız bırakarak şu soruyu yanıtlamalarını istiyor: “Televizyon yayıncılığı ve televizyon programları sinema sanatının sonunu getirecek mi?” 

Oda 666” boyunca Godard’dan Spielberg’e pek çok dev sinemacı bu konudaki görüşlerini kısaca ifade ediyorlar. Hatta finalde Yılmaz Güney de odaya bizzat gelmeyi beceremese de bir ses kaydıyla görüşlerini aktarıyor. Sonuç: Wenders’in sorusuna pek çoğunun cevabı “evet, televizyon çok yakında sinemanın sonu olacak” yönünde. 

1982 tarihli bu dokümanterin üzerinden 42 yıl geçtiğinde ise otorite sayılan pek çok duayenin yanıldığını, bugün sinemanın halen varlığını ve etkisini ortaya koyduğunu görüyoruz. Özellikle pandemi döneminde sinema endüstrisi yüz yılı aşkın tarihi boyunca dünya savaşlarında bile hiç almadığı kadar büyük bir yara alsa da kendini toparlamayı bildi ve halen varlığını sürdürüyor. Öyle ki sinemayı bitireceği söylenen televizyon kanallarında insanlar bugün artık izleyecek bir şeyler bulmakta zorlandığı için ücretli televizyon kanallarına yöneliyor. Yani yarım asrın sonunda ücretli sinema halen ilgi görürken onlarca ücretsiz televizyon kanalının evlerde bir kenar süsünden öteye geçemediği aşikâr.  

Peki sinemanın tümüyle yok olmamasının nedeni nedir? Pek konuşulmayan en önemli nedeni antropolojik. İnsanlık alemi tarih boyunca büyük bir anıt ya da mücadele, bir emek ve eser görmek için daima toplanarak bir araya gelmişler. Yeter ki ortada insanı etkileyen, merak uyandıran bir eser olsun. Bir diğer neden ise yine insanla ilgili, yani sinemanın bir halk eğlencesi olarak doğması. 

Cumhuriyet tarihimizin en önemli sinemacılarından biri olan Ertem Eğilmez’in bu konuda ilginç tespitleri var. Eğilmez, “üst sınıfların başlangıçta sinemayı avam bir halk eğlencesi olarak gördüklerini” söylüyor. Ancak, ayak takımını eyleyen ucuz bir çadır gösterisi olarak görülen sinema, özellikle ikinci dünya savaşı döneminde önemli bir hikâye anlatma aracı olarak kitleleri etkilemekte büyük rol oynuyor ve “Yedinci Sanat” unvanını alıyor. Üst sınıfların sinemayı küçümsediklerini fark ettikleri kırılma anı da bu dönem oluyor.

Ertem Eğilmez’e göre dünyadaki üst sınıf, sinemayı küçümsedikleri bu hatalarını örtmek için yeni bir sinema kavramı icat ediyorlar. Bu icada göre “halkın kolay anlayamayacağı, yalnızca kendilerinin anlamlandırabilecekleri” bir formülle “art house/sanat filmleri” kavramını devreye sokuyorlar. Böylece sinema bir anlamda “onların” ve “bizim” olmak üzere ikiye bölünmüş oluyor. 

Çeşitli ödül organizasyonları ile hangi filmin “sanat filmi” olduğunu hangi filmin “sanat filmi” olmadığını onaylama ya da dışlama ve hatta yok sayma lobileri kuruluyor. Deyim yerindeyse medeniyet soslu vahşi bir yaklaşımla bu derecelendirmeleri yapan kişiler “otorite” olarak kabul ediliyor. Örnekse Türkiye’de bu otoriteler Ertem Eğilmez ve arkadaşlarının 70’li yıllarda ürettiği ve seyircinin büyük ilgi gösterdiği onlarca filmde bir sanat değeri göremiyorlar. Oysa Ertem Eğilmez, Arzu Film ekibi ile “sinemanın, sokaktaki siyasi çatışmalar ve TV’nin hayatlara girişiyle yerini erotik filmlere bırakarak bitme noktasına” geldiği yıllarda aileleri yani halkı neşe ve hüznün tıpkı hayat gibi beraber harmanlandığı bu filmlerle yeniden sinema salonlarına çekmeyi başarıyor ve bu günübirlik bir hüner değil. 

Keza 70’li yılların üzerinden yaklaşık 50 yıl geçti. Bugün Türkiye’de sinema tarihinin en önemli ekolü haline gelen “Arzu Film” eserlerini o günlerde kıymetsiz gören otoritelerin çoğu bugün hayatta değiller. O filmler ise halen halkın en sevdiği filmler arasında üst sıralarda yer alıyor ve üzerine tezler yazılıyor. Çünkü geçen yıllar gösterir ki “Tek otorite zamanın kendidir” ve eserler için “Tek gerçek ödül halkın sevgisini kazanarak zamana direnip kalıcı olabilmeleridir.

Ertem Bey'in yıllar önceki bu söylemleri aslında dünyada her şeyin “sınıf kavramı” üzerine kurulduğu ile ilgili zekice tespitlerdir. İnsan ölümlüdür ve ölüme karşı çaresiz olduğu gerçeğiyle sürekli uyarılır. Bu gerçeğin acısını bilinç dışında her an duyumsar. İnsan psikolojisini oradan oraya savuran en iri hakikat budur. 

İnsan ölümlüdür ancak insanın yarattığı eserlerin ölümsüz olma ihtimali vardır. Tüm bu ödül verme organizasyonları ise ölümsüz eseri yaratma ayrıcalığının hangi sınıfa ait olduğunun tespitiyle ilgili beyhude telaşlardan fazlası değildir. 

Bugün bu kavramlar altüst olmaya devam ediyor. “Mükemmel Günler” gibi, sanat ya da festival filmi olarak sadece belli bir zümreye yönelik olarak sınıflandırılabilecek bir film halk tabanında sınıf tanımadan kendine geniş bir beğeni alanı bulabiliyor. 

Wenders, “Oda 666”da her yıl Cannes’da festival alanına gelirken yol kenarında gördüğü bir ağaca dikkat çekiyor. Yıllar geçiyor, festivaller geride kalıyor ama yol kenarındaki pek önemsenmeyen ağaç, geçen zamana inat hayatın içindeki yerini koruyor. Wenders’in “Mükemmel Günler” filminin de merkezine yerleştirdiği ağaçlar, güçlü bir eser gibi, insan ruhuna dokunan her emek gibi “yaşamanın bir yolunu” mutlaka buluyor. Her biri bakmasını ve görmesini bilenler için dev bir metafor olarak sonsuz maviliğe yani gökyüzüne uzanıyor. 

Sizlere bu satırları ulaştırmama imkân veren gazetemiz Cumhuriyet de ölümsüz bir ağaç misali bugünlerde 100. doğum gününü kutluyor. Bir medeniyet projesi olan Cumhuriyet’in sınıfları ortadan kaldırarak her yurttaşa eşitlik ve medeniyet vaat etmesi belki de sinemada olduğu gibi öncelikle kimi sınıfları rahatsız etti. Otoritelerce tartışıldı, zaman zaman görmezden gelindi. Ancak halk bir fikri, bir eseri kendine yakın buluyorsa ona her dönem sahip çıkıyor. 

Bazen yol kenarında ya da parktaki bir ağaç gibi unutulmuş gibi görünse de yaşamanın yeni yollarını aradığımız bu dönemde bir başka büyük eser olan Cumhuriyet kavramını da hatırlamak gerekiyor.  

Bakmasını ve görmesini bilenlere…



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları