San Francisco manifestosu, Demiral olayı ve Olimpiyatlar

11 Temmuz 2024 Perşembe

Dünya, birçok anlama gelen Batı ve Doğu olarak adlandırılan bir ayrım hattı içerir, hayali bir hat… Takdir edersiniz ki, bu kısa makalede dünya tarihini ve bu ayrımın sürecini ele almam sağlıklı olmaz ama özetle batı, Doğu’yu ve Güney’i sömürmek üzere örgütlenmiştir. Kolonyal tavrıyla yüzyıllar boyunca Güney ve Doğu’daki ülkelerin iliğini emmiş, kendi zenginliklerini ve güçlerini ilerletmişlerdir.

“ORYANTALİZM” VE BATININ EGEMENLİK SAPLANTILARI

Filistin asıllı Amerikan filozof Edward Said, 1978’de yayınlanan ünlü kitabı Oryantalizm’de dünyadaki tarihsel ve sosyal akışa yön verecek ve özellikle Orta Doğu araştırmalarında bir devrim niteliğinde yeni bakış açıları getirecek fikirlerini gündemin orta yerine bırakmıştır.

Okumanızı tavsiye ettiğim bu kitaptan sadece birkaç paragraf kullanacağım:

“(…) Düşünceleri, kültürü ve tarihi anlayabilmek, derinlemesine inceleyebilmek için önce onların etki güçlerinin, daha doğrusu güç biçimlerinin incelenmesi gereklidir. Doğunun yoktan var edildiğine (ya da benim deyimimle Doğululaştığına) ve bazı şeylerin salt düşgücünün dayatmasıyla ortaya çıktığına inanmak ikiyüzlülüktür, samimiyetsizliktir. Batıyla Doğu arasındaki ilişki bir güç, bir egemenlik, karmaşık bir hegemonya ilişkisidir. Ve K.M. Panikkar’ın, Asya ve Batı üstünlüğü konulu, klasik eserinde son derece isabetli bir dille belirtilmiştir. 

(…) Oryantalizmin (Doğuya özgü yaşamı, kültürü ve tarihi araştırma eylemi, Doğuculuk) stratejisi bu esnek, konumsal üstünlüğü dayanmakta; buysa Batılıya elindeki görece üstün kartları Doğuluya kaptırmaksızın, onunla sayısız ilişki biçimine grime olanağı sağlıyor.

(…) Oryantalizmin ortaya attığı politik sorular şunlar: Oryantalistlere (Doğu uzmanları,araştırmacıları) özgü bu sömürgeci geleneğe oluşturmak için başka ne tür entelektüel, estetik, bilimsel ve kültürel enerjiler kullanıldı? Filoloji, sözlük yazımı, tarih, biyoloji, siyasal ve ekonomik kavramlar, edebiyat, sömürgeci bakış açısının hizmetine nasıl girdi?

(…) Umudum, kültürel egemenliğin korkunç yapısını tanımlamak, özellikle eskiden sömürge olan toplumlara bu yapıyı benimsemenin ya da başkalarına dayatmanın tehlikelerini, baştan çıkarıcılığını göstermek.

(…) Böyle bir incelemeyi mümkün kılan tarihsel koşullar oldukça karmaşık; onları burada yalnızca başlıklar halinde sıralayabilirim. 1950’lerden beri Batı’da, özellikle ABD’de yaşayanlar, Doğu ve Batı arasındaki ilişkilerde olağandışı, çalkantılı bir döneme tanık oldular. Bildiğimiz Doğu’nun yanı sıra Rusya’yı da içine alan bu Doğu kavramı tehlikeyi ve tehdidi simgeliyordu.”

Bana dönersek, tam 40 yıl önce, Amerika’da, Kaliforniya’da yaşayan bir genç sanatçıydım. Bu aktardığım hikayenin detaylarını, yayınlanmış 32 kitabımın ikincisi olan “Maymunların Resim Yapma Hakkı”nda da veya otobiyografimin ikinci cildi “Sonsuz Okyanus”ta bulabilirsiniz. Ama ben yine de burada çok kısa olarak özetleyeceğim.

San Francisco Modern Sanat Müzesi (SFMoMA) 1984 yılında dönemin önemli akımı Yeni Dışavurumculuk üzerine uluslararası bir sergi açıyordu. Bu sergide benim de yer almam gerektiğini düşünen üniversitenin yetkilileri beni müzenin bir asistan küratörü ile tanıştırdılar. Küratörün gelip eserlerimi görmesi lazımdı. Müze ile yazıştık ve asistan küratör bana bir yazı gönderdi: “Müze müdürü ve küratörümüz Henry Hopkins’in sizin işlerinizi görmeye vakti yok. Ancak San Francisco Bölgesi’nde oturan başka Orta Doğulu Yeni Dışavurumcu ressamlar tanıyorsanız, belki onlarla bir başka küçük sergi alanında bu başlıkla bir sergi açmayı deneyebilirsiniz”. Yani özetle adamın dediği şu oluyordu: “Müze müdürümüzün sizden eserlerinizin görsellerini bile istemeye niyeti yok. Sizleri ayrı bir ırk ve ayrı bir insan grubu olarak gördüğümüz için kendi aranızda toplanıp belki bir küçük sergi ile avunabilirsiniz. Teşekkürler, hayırlı işler.” Irkçılık bazen açık yapılır, bazen de böyle satır aralarında “efendice” gerçekleşir…

Serginin açılmasına daha on veya on bir ay vardı. Kararımı aldım, bir manifesto yazıp serginin açılışını basacaktım. Tek bir tereddüt taşımadan yalnız eylemimi iyi organize ederek aynen planladığım gibi müzede serginin açılış gününü ve ertesi gün yapılan uluslararası sempozyumu hazırladığım kısa ve vurucu manifestoyla “bastım”. “Hayat, hesaplı risktir” derdi sevgili babam. O gün Amerika’dan sınır dışı edilmek dahil her riski göze almıştım çünkü haklı olduğumu ve bana sunulabilecek her ukalalığa karşı kesin bir yanıtım olduğunu çok iyi biliyordum; hiçbir tartışmadan korkum yoktu. Cebimde belki yalnız 20 dolar vardı ama o gün oraya benimle beraber gelen bazı genç Amerikan sanat öğrencisi yakın arkadaşlarımın dağıtımına yardım ettiği manifestomun tarihe kalacağını biliyordum. Çünkü ömrümde, daha sorumsuzca yazılmış bir ırkçı mektup ne görmüş ne duymuştum. Ama dediğim gibi, kendimden çok emindim ve o gün orada çektiğimiz fotoğrafların, dağıttığımız metnin, yapılan eylemin değerinin farkındaydım. O gün, o coğrafyada Batı’nın iki yüzlülüğü, ırkçılığı, antidemokratikliği ve sahte tarih üretimi kayda geçmeliydi. Sempozyumda bulunan çeşitli dünyaca ünlü sanat tarihçileri daha sonra bana hak veren yazıları dergilerde ve kitaplarda kaleme aldılar.

İNGİLTERE’DE 32 YIL SONRA YAYINLANAN KİTAP

2016 yılında, ünlü yayınevi Penguin Books Londra’da “Biz Neden Sanatçıyız?” (Why Are We 'Artists'?) başlıklı bir kitap yayınladı. İçinde sanat tarihinin en önemli 100 manifestosu vardı. Bunlardan biri de, benim o gün dağıttığım “San Francisco Manifestosu” idi. Ayrıca ne mutlu bize ki, Türkiye’den bir de 1933’ten “d Grubu Manifestosu” vardı. Bu kitabın çıkmasından tabii ki çok mutlu oldum, yüzlerce gazete ve dergi bu eylemden söz etmişti ama bu kadar önemli ve kalıcı bir kitapta yer alması ayrı bir keyifti. Ama şaşırdım mı? Hayır! Dediğim gibi en büyük riskleri alırken 27 yaşında da yazdıklarımın doğruluğundan emindim. Batı kendi çıkarları için tarihi saptırmaya, tarih üretimini yalnız 4-5 Batı ülkesi etrafında limitli olarak yapmaya, Güney ve Doğu pasaportlarına sahip insanları böyle bir üst düzey entellektüel buluşmada yok saymaya, fazlasıyla hazırdı. Şanssızlıkları şuydu ki bütün bu önyargı dolu iki yüzlülükleri, ırkçılıkları orada yüzlerine vurulmuş, kayda geçmişti.

BATI’NIN KANIKSANAN İKİYÜZLÜLÜKLERİNDEN BASİT ÖRNEKLER 

Saymaya kalksak bırakın bir makalenin bir paragrafını tabii ki ayrı kitaplar yazmamız lazım. Ben burada birkaç hatırlatma ile yetineceğim. Mesela “Ermeni soykırımı iddiaları” ortaya atıldığında Türkiye’nin savlarını hiç dinlemeden, yargısız infazla, tamamen antidemokratik şekilde Türkiye’yi mahkum edip (!) aleyhine kararlar çıkarıp anıt-heykeller dikmek, mesela Kıbrıs’ta 1974’de Nikos Simpson’un yaptığı darbeyi olmamış sayarak sanki Türkiye durup dururken bir gün adanın yarısını işgal etmiş gibi uluslararası diplomaside yüz kızartıcı tavırlara girmek, mesela 2003’de sözde kitle imha silahları bulmak için Irak’a girmek ve aradan geçen sekiz yıl ardından hiçbir kitle imha silahı ipucu bile bulamadan ama 1.500.000 kişiyi katletmiş olarak muzaffer bir şekilde (!) ABD’ye dönmek ve arkasından kuru bir özür bile dilememek, Batı adaletinin ve “demokratik” bakış açısının vazgeçilmez kolaycılığıydı. Mesela Ukrayna’ya karşı yapılan her saldırıyı görüp kınamak ve dünyaya duyurmak, yer bu sefer Gazze ve saldıran İsrail olduğu zaman büyük bir sessizliğe ve körlüğe bürünmek, terör örgütleriyle savaşmak ile halka bomba yağdırmak arasındaki ayrımı da görememek demekti. Sonuçta karşınızda anlı ve şanlı büyük Batı vardı ve onların her durumu kendilerine uygun şekilde hak ve hukuk kavramlarına adapte edebilecek akıl almaz ustalıkta devlet adamları, medyaları ve hatta filozofları vardı!

MERİH DEMİRAL OLAYI’NI ŞİMDİ DAHA İYİ ALGILADINIZ MI?

Batı’nın sanat tarihini kapalı kapılar ardında yalnız dört-beş büyük zengin Batı ülkesini ilgilendiren şekilde yazıyor olmasını eleştirdiğim birçok makale ve konuşmamda, dünyada sporda bunun yapılamadığını, uluslararası organizasyonlara her ülkenin katılmaya hakkı olduğunu ve ortamın çok daha dürüstçe ve eşitlikçi bir şekilde geliştiğini anlattığıma rastlamış olabilirsiniz.  

Sonuçta bugünlerde de açılan müze sergilerinde neredeyse hep aynı Amerikan, Fransız, Alman, İtalyan sanatçılara rastladığınızı fark edebilirsiniz. Büyük müzelerde açılan retrospektif dev sergiler dünyadaki hakkaniyete göre seçilmezler; kapalı kapılar ardında o büyük ülkelerin ticari galerilerinin de baskısıyla kültür bakanlıklarının prestij savaşları gerekleri doğrultusunda alınan kararlardır bunlar. Ama futbolda, voleybolda, atletizmde, gülle atmada, basketbolda, teniste ülkeler eşit haklarla katıldıkları elemelerle önemli uluslararası organizasyonları ya kazanırlar ya kaybederler; ama her şey hak ve hukuka uygun gelişir… zannederdik değil mi? Her zaman değil! 

Fazla uzağa gitmeye gerek yok, geçen hafta Hollanda’ya 2-1 yenildiğimiz maçta bildiğiniz gibi Merih Demiral yer alamadı. Oynasaydı ne olurdu bilinmez ama bana sorarsanız Hollanda kazanamazdı. Neden oynamadı Merih Demiral? Çünkü kazandığımız Avusturya maçından sonra sahada yapılan sevinç gösterilerinde kurt işareti yapmıştı! UEFA, hemen bunu fırsat belleyerek soruşturma açmış ve alelacele bir şekilde toplanan UEFA Disiplin Kurulu, Merih Demiral’a iki maç ceza verdi.

Evet, önce Türkiye’de gerçekten halkın büyük çoğunluğu Merih Demiral’a kızdı. Çünkü böyle bir siyasi simgeyi maçtan sonra uluorta kullanarak milyonlarca insanın sevincine limon sıkmak anlamsız bir tavırdı. Spor sahası, hiç kimsenin siyasi alanı değildi. Buna biz kızabilirdik, en ağır şekilde eleştirebilirdik, gereksiz bir patavatsızlık diyebilirdik. Ama… UEFA kalkıp bu fırsatın üstüne balıklama atlayarak buradan Türk takımına zarar vermek ve bir maç önce yıldızlaşmış oyuncusunu sabote etmek için hemen devreye girmişti! 

UEFA’nın yaptığının adı yine ırkçılıktı. Maç sonrası ile ilgili haberleri izlerken veya UEFA cezasını okurken siz de bu ırkçılığı gördünüz ve tepki verdiniz eminim. Peki bu makalede okuduklarınızı alt alta koyduğunuzda ve Merih’e verilen cezaya baktığınızda yine çok şaşırıyor musunuz yoksa Batı’nın kendisine yakışan kendisinden beklenen o sünepe davranışı yine yüzü kızarmadan yapmasının aslında çok normal olduğunu görebiliyor musunuz?

Aynı UEFA, Slovakya maçından sonra cinsel organını ısrarla seyircilere tepki olarak elleyen Jude Bellingham’e basit para cezaları vererek onu aklarken, maçlardan önce veya sonra dua eden veya istavroz çıkaran, dini görüntüler sergileyen oyuncuları görmezden gelirken, Merih Demiral tabii ki büyük bir ceza alarak turnuva dışında kalmalıydı! Çünkü o kara kafalı ve Batı medeniyetlerinin dinlerinden birinden gelmeyen bir meczup statüsündeydi onların gözünde! Biraz daha gülmeye hazır mısınız? UEFA Disiplin Kurulu’nun iki başkan yardımcısından biri kuyruk acısı taşıyan yendiğimiz Avusturya’nın temsilcisi, bir diğeri de ertesi gün oynayacağımız Hollanda’nın temsilcisiydi! 

Sonuçta müdafaamız Demiral yokken bunun bedelini ödedi. Yenilen her iki golde de onun yokluğunu hissettik. Hocamız ise ikinci arada Hollanda hücumları akın akın üzerimize gelirken adeta boks deyimiyle “grogi” oldu ve herhalde oyuncu değiştirme hakkı olduğunu unuttu, başka türlü izah edemiyorum bu pasifliği! Böyle aciz bir kararı hiçbir hoca bilinçli almış olamaz! Kısmet, hayatta her şey olabilir, bu da bizim başımıza geldi! Maçtan sonra ağlayan futbolcularımıza, taraftarlarımıza, televizyon karşısında depresyona giren milyonlara üzülüyorum. Gerçekten 1-0 galipken ikinci yarının başlarında iki veya üç oyuncu değişikliğine gidip taze kan ve nefes ile maça devam etsek, üç gün sonra İspanya’ya karşı finalde olmamız işten bile değildi! Hatta bana sorsanız ülkemizdeki başarı ve şampiyonluk açlığıyla şampiyon bile olurduk! Ama tabii bunu söylemem çok kolay çünkü nasıl olsa bu iddiam kanıtlanamayacak. (Tabii bir nokta daha var: 2-1 kaybettiğimiz Hollanda maçında, bilmem fark ettiniz mi, Mert Müldür’ün baldırına doğrudan basan Hollandalıya kırmızı kart verilmedi, ve yine Hollanda’nın ikinci golünden önce Mert Müldür‘e doğrudan faul yapan Hollandalı‘nın bu ağır müdahalesi görmezden gelindi! Artık detaylara girmiyorum nasıl olsa işin iç yüzünü deşifre ettik! Yani ben size şampiyon olurduk desem bile, siz belki yine de bu gerçekler ışığında bana bana inanmamalısınız!)

Evet, Milli Takım’ımızın geleceği gerçekten parlak olabilir. Ama kesinlikle ağız birliği etmişçesine spor yazarlarının çoğunluğunun dediği gibi 2032 yılı değil, 2026 ve 2028 yılına odaklanmamız lazım! Çünkü meşhur laflarımız var: Sekiz yıla kim öle kim kala! Aynı futbolcuların ve takım iskeletinin sekiz yıl sonra sahada olacağını beklemek için çok saf olmak lazım. 

Bu arada turnuanın en verimli ismi seçilen ve büyük bir uluslararası yıldız haline gelen Ferdi Kadıoğlu’nun Türk Milli Takımı’nı seçmesinde çorbada tuzum olduğu için çok mutluyum. Ferdi bana ayrıca o günün hatırası olarak imzalı kramponlarını hediye etmişti. 

OLİMPİYATLAR…

Temeli milattan önce sekizinci yüzyılda Olympia’da gerçekleştiren olimpiyat oyunlarının modern çağda tekrar devreye girmesi 1896’da yaşandı. 1896 yılında bu başlangıcı Baron Pierre de Coubertin gerçekleştirdi. Onun da tarihe kalan en önemli cümlesi şuydu: “Olimpiyatlar’da mühim olan kazanmak değil, yarışlara katılmaktır, hayatta da mühim olan kazanmak değil dürüstçe mücadele etmektir; iyi savaşmak, zafer elde etmekten daha mühimdir.”    

Bu yazıyı özellikle olimpiyatların başlamasına az bir süre kala neden yazdım, neden Merih Demiral olayı ile bütünleştirdim, neden San Francisco Manifestosu’nu 40 yıl sonra tekrar gündeme getirdim, eminim parçaları birleştirip bunu çok iyi gördünüz. Maalesef sözde en ileri, en medeni, en saygın, en akıllı, en okumuş, en görgülü kesim olması gereken Batı’nın esasında nasıl insan öğütücü bir canavara dönüşebildiğini, hukuk ve demokrasiyi çıkarları için gözü kapalı katledebildiğini, elinden geldiği gücünün yettiği yerde tarihi kafasına göre yazdığını size hatırlatmak istedim. Hem sanat tarihinde neden bu kadar Batılı sanatçı yoğunluğu gördüğünüzü anlamanız için hem de ellerinden geldiği yerde hala hakemli, dakikalı, kaideli yapılan spor temaslarında bile bu ırkçılıkları yapmak için maalesef çifte standart kullanarak her an operasyona hazır olduklarını tekrar hatırlatmak istedim.

İtiraf edeyim, Olimpiyatlar’da gerçekten bu ırkçılıkların, bu önyargıların, bu fırsatçılıkların çok daha az rastlanır hale geleceğini, ırkçılığın bu evrensel kardeşlik buluşmasında yok olup gideceğini yine inanıyorum, inanmak istiyorum. Batı ister ağlasın ister zırlasın, mesela Afrikalı sporcu gelip koşuyu üç saniye ya da 20 saniye önce tamamladığında yapabilecek pek bir şeyleri kalmıyor! Olimpiyatlar, ırkçılığın doğal akışta en çok kaybolduğu ortamı yaratabiliyor… Bu büyük buluşmayı lütfen en az Avrupa Futbol Şampiyonası kadar izleyin, dünyanın her yerinden gelmiş her farklı sporu yapan binlerce kadın ve erkeğin dürüstçe yarıştıkları bir müthiş ortamda yaşanacak rekabet ve keyif dolu anlar sizi şimdiden heyecanlandırsın. Ülke olarak alacağımız madalyalarla kendi kulübümüzün sporcularının başarılarıyla, bayrağımızın her fırsatta dalgalanmasıyla tabii ki mutlu olalım ama unutmayalım, mühim olan katılmış olmak ve dürüstçe mücadele etmek! Bu sporda da siyasette de sanatta da böyle. “Tek dişi kalmış canavar” Batı’nın, kravatlı, güler yüzlü, medeni, okumuş yüzünün altındaki gizli ajanda sizin etik değerlerinizi ve moralinizi bozmasın… Ne zaman bilinçaltlarına yerleşmiş olan bu ağır ırkçılık kalıntılarından kurtulurlar, bilmiyorum… Belki yakında kendi topraklarında küçük bir azınlık haline düştükleri zaman bu yaşanır… Kim bilir? Yaşayan görür!



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Bir büyük veda daha… 5 Eylül 2024

Günün Köşe Yazıları