Tarikatlar kıskacındaki Türkiye: DP, AKP ve tarikatlar
Gün geçmiyor ki tarikat ve cemaatlerle ilgili olumsuz bir haber duymayalım. Peki, bu tarikat ve cemaatler yasak olmasına rağmen neden bu kadar gelişti, denetlenemez hale geldiler, istedikleri gibi rahatça kutsal dinimizi ve dini değerlerimizi kendi çıkarlarına alet ederek ilerliyorlar? Konuya biraz da tarihsel süreç açısından bakmakta yarar var.
Tarikatları, Cumhuriyet tarihindeki dönüşümlerden, üretim ilişkilerinden ve sosyo-ekonomik modellerden ayrı düşünemeyiz. Bu durumu tarihin akışı içinde doğru yerine koymadan Türkiye, irticanın yıkıcı etkisinden kurtulamaz. Zira tarikatların Cumhuriyet tarihindeki gelişim eğrisi aslında Cumhuriyetimizin değişimiyle at başı gider. Cumhuriyet ile tarikatların etkileşimi aslında bir tahterevalliye benzer. Hangisi yükselirse, diğeri aşağı iner. Bu nedenle dört nirengi noktası dikkati çeker. Bunlar;
1. Kamucu kuruluş yılları,
2. NATO’cu dönem,
3. 12 Eylül yıkımı,
4. Soğuk Savaş sonrası zirve.
KİMSESİZLERİN KİMSESİ
Mustafa Kemal Atatürk, “Cumhuriyet kimsesizlerin kimsesi” demişti. Bu tanımlama basit bir slogandan ibaret değildir. Yıllar boyu bir kenara atılmış ve canı, tek bir kişinin insafına bırakılmış Türk milletinin, çaresizliğin elinden kurtuluşunu ifade etmektedir. Padişah, ağa, şeyh gibi feodal düzenin güçlerine karşı artık halkın Cumhuriyeti vardır. Bu tutum kadınların eğitiminden karma ekonomiye, adaletten seçme ve seçilme hakkına kadar her alanda birbirini tamamlar. İzmir İktisat Kongresi ve ardından yürürlüğe konan planlı karma ekonomi ile “Tekke ve Zaviyelerin Kapatılması Kanunu” birbirinden ayrı düşünülemez. Zira Cumhuriyet rejiminde hiç kimse yoksulluk ve çaresizlik nedeniyle feodalitenin insafına terk edilemez.
KOPUŞ
Soğuk Savaş’ın daha başında iktidar olan partinin adının Demokrat Parti (DP) olması tesadüf değildir. Ancak asıl tesadüf olmayan nokta, DP’nin CHP’den kopuş gerekçesidir. Zira Atatürk döneminde başlatılan yoksul köylüyü topraklandırma kanunu, TBMM içindeki feodal kesimlerin temsilcilerini CHP’den koparmıştır. Oysa asıl kopuş, Cumhuriyetin felsefesindendi. Pek konuşulmasa da kanunun ilk halinde arazileri 500 dönümü aşan toprak sahiplerinin yanı sıra dini vakıf arazilerini yoksul halka dağıtmak hedefleniyordu. 11 Haziran 1945’te kabul edilen “Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu”nun 8. maddesinin f bendinde ise bu ifade “bu kanun hükümlerine göre kamulaştırılacak arazi” şeklini aldı. Kanuna itiraz edenlerden biri toprak ağası Eskişehir milletvekili Emin Sazak’tı. Halkın Cumhuriyetle elde ettiği kazanımları içine sindiremediği “Padişahı devirdik, halifeyi kovduk, şapka giydik, Latin harflerini kabullendik, tekkeyi kapattık, bazı gerekçelerle varlık vergisini bile kabul ettik fakat bu kanunu kabul edemiyorum” şeklindeydi. Bir başka toprak ağası Aydın milletvekili Adnan Menderes’in “Bu, bir dönüm toprağın cebinizdeki bir keten mendil pahasına kamulaştırılması demektir” diyerek itiraz ettiği aslında kanun değil, Cumhuriyetin ta kendisiydi. Zaten DP’yi kuran da bu zihniyet olacaktı.
İÇ GÖÇ VE OY DEPOSU
Yoksul köylüye toprak dağıtılmasını istemeyen milletvekillerinin kurduğu DP, beş yıl sonra iktidara gelecek ve uygulayacakları iktisat programını “her mahallede bir milyoner yaratmak” şeklinde tarif edecekti. O milyonerler yaratılamadı ama kırsaldaki yoksulluk, batıdaki büyük şehirlere doğru göç dalgalarını tetikledi. Cumhuriyetin en büyük projelerinden biri olan Köy Enstitüleri’nin 1954’te kapatılmasıyla göç daha da hızlandı. Yoksul, eğitimsiz ve biçare kalabalıkların şehirlerde kamu arazisi üzerine kaçak evler yapmaları ise toprak kanununa itiraz eden DP için ironik bir durumdu. Gecekondu denilen imarsız, yolsuz, elektriksiz ve susuz evlerin çevresinde şekillenen yeni hayat, köydekinden farksızdı. Zira göç eden her topluluk için ailesini ve geleneklerini kaybetme içgüdüsü özel korunma alanlarını doğurur. Bu çaresiz ve eğitimsiz kalabalıkların korunma alanları da tarikatlar oldu. Tarikatın içinde kendilerini güvenli ve bir topluluğun parçası olarak önemli hissettiler. Üstelik Menderes için bu biçare kalabalıklar ve onları yönlendiren tarikatlar, oy deposu halini almaya başlamıştı. Menderes’in “Siz isterseniz hilafeti bile geri getirirsiniz” sözü burada anlam kazanır.
SOĞUK SAVAŞ’IN MİRASI
Günümüzdeki olgu, Soğuk Savaş’ta din üzerinden yürütülen projelerin bir sonucudur ve 1940’lı yıllara kadar uzanan bir geçmişi vardır. Zannedildiği gibi sadece Komünist Sovyet tehdidine karşı dini yapılara yol verildiği için değil, Cumhuriyetin felsefi temelleri yıkıldığı için toplum tarikatlara teslim edilmiştir. Türkiye gibi devrimini tamamlayamamış ülkelerde, devletin boşalttığı alanların feodal güçler tarafından doldurulması kaçınılmazdır. ABD’li siyaset bilimci Fareed Zakaria’nın “İlliberal Demokrasi” diye tanımladığı bu durum, aslında Zakaria’nın temsil ettiği rejimin bizim gibi ülkelere dayatmasıdır. Seçimler yapılsa bile ancak halkın feodal güçlere teslim edilmiş iradesi sandığa yansıyabilir. Cumhuriyet kamucudur ve Türkiye’nin “Batılı müttefikleri” bu nedenle Cumhuriyete ve Atatürk’e düşmandır. Bu yüzden Cumhuriyetin adını dahi ağızlarına almazlar ve karşısına demokrasi adı altında feodal iradeyi koyarlar. Adnan Menderes bu durumu, Zakaria’dan 60 yıl önce “Odunu koysam seçilir” diyerek belirtmişti.
İLK NESİL
AKP’nin kurucu pek çok ismi Menderes dönemi göç dalgasında büyük şehirlere yerleşmiş ailelerin şehirde doğan ilk nesliydi. İmrendiği şehir hayatına ve yeterli eğitime ulaşamamaları, pek çok arkadaşları gibi içlerinde ukde olarak kalmıştı. Bu psikoloji, “monşerler” gibi ifadelerle zaman zaman dile geldi. Bu, şehirli, iyi eğitimli ve lisan bilen kesimlere karşı, o günlerden kalan kompleksin bir yansıması olarak karşımıza çıkar.
Onun gibi binlerce kenar mahalle çocuğu da büyük şehirlerin varoşlarından taşan bu öfkelerini, ailelerinin de zorlamasıyla, tarikatlarda sistemli hale getirdi. Tarikatların yönlendirdiği bu ilk nesil, 12 Eylül’de paramparça edilen Türk gençliğinin yerini almıştır. 12 Eylül’le uygulamaya konan 24 Ocak neoliberal iktisat programı 1950’den bu yana dayatılan liberal sistemin silah zoruyla uygulanmasından başka bir şey değildi. Fethullah Gülen gibi pek çok tarikat lideri, “Güzel şeyler de yaptılar” diyerek selamladığı 12 Eylül rejimini ellerini ovuşturarak desteklemiştir. Zaten o günlerde askeri rejim, Doğu ve Güneydoğu’da süren teröre karşı ayet ve hadisli propaganda bildirilerini halkın üzerine atarak destek arıyordu. Ekonomik programın mimarı Başbakan Turgut Özal’ın kendisi de zaten Nakşibendi tarikatı üyesiydi.
Kamu kaynakları, özelleştirmeler, borç ekonomisi ve rüşvetle yağmalandıkça halk daha da fakirleşti. Fakirleşen halkın ümitsizliği arttıkça tarikatların gücü arttı. 50 yılda oluşturdukları sermaye ile her biri birer holding halini alan tarikatlara mevcut partiler yetmemeye başladı ve sonunda bu sermaye uluslararası destekle AKP’yi iktidara taşıdı.
NEOLİBERAL DÜZENDE DİN BİLE SATILIKTIR
Son dönemde elektrik faturalarındaki artışı hükümete yakın elektrik şirketlerine bağlama yaklaşımı sorunu çarpıtmaktan başka bir şey değildir. Sorun şirketlerin kimliği ile ilgili değil, sistemin kendisiyle ilgilidir. Siz Cumhuriyetin toplumcu-kamucu yanını şeytanlaştırır ve yerine azgın neoliberal kâr hırsını koyarsanız, tarikat yurtlarında çocuklarınıza tecavüz de edilir, kafası da kesilir. Bu bizim acı gerçeğimizdir ve döngü basitçe şöyle işlemektedir: Neoliberal düzende her şey satılıktır; eğitim, sağlık, adalet, su, elektrik, hatta din bile. Bu düzende parası olmayan halk sahipsizdir; çocuklarını okutamaz, ilacını alamaz, faturalarını ödeyemez, sınav kazansa da atanamaz, adalet de güçlüyü kollar. Sahipsiz kalan ve giderek yoksullaşan halk, çözümü metafizik bir duyguda aramaya başlar ve tarikatların eline düşer. Yaptığımız araştırmalarda karşımıza çıkan tek gerçek budur.
Nitekim Zygmunt Bauman da cemaatler ve tarikatların “güvenli olmayan bir dünyada güvenlik arayışı olduğunu” savunur. Bir cemaate dahil olmak ve içinde bulunmak insanlara iyi gelir. Dünyada ve ülkemizde işte bu güvenlik ve iyi hissetme duygusu insanları cemaatlere, tarikatlara ve cennet vaat eden çeşitli dini gruplara yöneltir. Cemaat bir yerde kaybedip döne döne aradığımız kayıp cennetin ta kendisidir. Sözü edilen cemaatler eğitim politikalarını da etkileme yoluna giderek, kendi istedikleri nitelikte, kendilerine bağlı insan yetiştirilmesi için çaba gösterirler. Müritlerine belli kurallar koyarlar. Örgüt dışından olanlarla evlenme yasağı, kadın ve erkeğin rollerini daraltma, boşanma yasağı vb.
Bu sıkı itaat, giderek havanın ağırlaşmasını ve bunalma halini getirir. Cemaate girmenin sonucu oluşan özgürlük kaybı çocuk ve gençlerde geri dönülemez sonuçlar ortaya çıkarır. Bu dini örgütler, alternatif dini, kültürel ve ekonomik kurumlarla büyük ağlar kurarak devletin etrafından dolanırlar. Ortak strateji budur. Bunu da sabırla az görünerek, çeşitli maddi manevi yardımlarla yaparlar. Toplum kurumlarına, dernekler, okullar, kulüpler, ibadethaneler, temsilcilikler yoluyla nüfuz ederler. Toplumu ele geçiremeseler de sağlam köşebaşlarını tutarlar.
AKP DÖNEMİNDE TARİKAT VE CEMAATLER
Türkiye’de tarikatlar tarih boyu birer çıkar örgütü oldu. AKP döneminde tarikatlar desteklendi ve daha da güçlendi. Geçmişte de tarikatlar vardı ve partilerle iç içeydiler. Fakat bütün tarikatların her bakımdan güçlenip kurban derisi, fitre, zekât toplayarak yaşamasından sıyrılıp holdingleşmesi, daha çok AKP sayesinde olmuştur. 20 yıldır kabine içinde neredeyse tüm tarikatların temsiliyeti bulunuyor. Bakanlıklar, bürokrasi, eğitim, sağlık ve ticaret buna göre dağıtılıyor. Şimdilerde söylenen; “Şu tarikat bu bakanlıkta, falanca cemaat şu adliyede hâkim” sözünün kaynağı buraya dayanır. Elbette FETÖ gibi kamu kaynaklarının bölüşümünde hükümetle çıkar çatışması yaşayanlar, aforoz edildiler ve yerlerini yenileri doldurdu.
Öte yandan iş o kadar çığırından çıktı ki Atatürk’ün dinimizin yozlaşmasını engellemek amacıyla kurduğu, ancak son yıllarda esas amacından uzaklaşan Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB) bile, tarikatların gidişatından rahatsız olarak 2017 yılında tarikat şeyhleri ile bir toplantı yapmak zorunda kaldı. Toplantı sonuçları, Oktay Yıldırım tarafından “Gizli” ibaresiyle ve “Diyanet’in Tarikatlar Raporu” adıyla yayımlandı. Diyanet’in yaptığı toplantının amacı tarikatları kapatmak değil, bir düzene sokmaktı ancak bunu yapamadığı gibi kendisi de onların bir parçası haline geldi. Nitekim son günlerde, DİB’nin açtığı, sözüm ona devlet denetimindeki Kuran kursunda, bir çocuğa yapılan cinsel taciz (tecavüz) olayı, ne acıdır ki bir yerel gazetecinin ısrarlı takibi ve bir annenin feryadıyla basına sızarak gündeme taşınabildi.
YARIN: İslam Endüljansı ve Tanrı Şeyhler
En Çok Okunan Haberler
- Futbolda pis kokular yükseliyor
- Son seçim anketinde çarpıcı sonuç!
- TÜPRAŞ'ta patlama: 12 kişi yaralandı
- 'Erdoğan bize göre tek seçenektir'
- CHP’de çelişen başkanlara uyarı
- Hekimlerin istifaları hızlandı
- 'Erdoğan ömür boyu Cumhurbaşkanı olacak diye...'
- Beyoğlu'ndaki cinsel saldırı dehşetinde yeni gelişme
- Türkiye'de bir sağlık skandalı daha!
- Napoli'den Galatasaray'a Osimhen yanıtı!