Yazarlar Günün Köşe Yazıları Spor Konuk Yaşam Tüm Yazarlar
Dil acılaşınca akıl sürçer
Aşkı Memnu evine protesto, sahte hesaba linç, fotoşopa hakaret... Hepsi vuku buldu çünkü burası Yeni Türkiye... Artık söyledikleriniz değil söylemedikleriniz, yaptıklarınız değil yapmadıklarınız da bir “suç unsuru” sayılıp cezanız hemen oracıkta veriliyor. Şehit haberlerine verdiğiniz kadar vermediğiniz tepki de başınızda sallanan giyotinin tek bir hamlede inmesine yol açıyor.
Türkiye’nin Linç Rejimi kitabının yazarı Tanıl Bora, burada sürekli bir linç ‘rejimi’nin var olduğunu düşünüyor. Rejim sözcüğünü kullanıyor, çünkü linç akıl almaz bir süreklilik gösteriyor. Üstelik hedef aldığı kesimler yıllar içinde artıyor. Azınlıklar, Aleviler, komünistler, Kürtler ve son olarak Gezi Direnişi’ne destek verenler. Özellikle de popüler isimler...
Bora, “Linç, en aşikâr medeniyet kaybıdır” diyor. Oysa bu memlekette bir kamuoyu oluşturma yöntemi olarak kullanılıyor, “Bir utanç olarak görülmüyor”. Hatta linç edilen kendini asıl suçlu gibi bir kenara itilmiş buluyor.
Medeniyet kaybı, yanında emniyet kaybını, birliktelik kaybını da taşıyor. O kadar ki artık söyledikleriniz değil söylemedikleriniz, yaptıklarınız değil yapmadıklarınız da bir “suç unsuru” sayılıp cezanız hemen oracıkta veriliyor. Şehit haberlerine verdiğiniz kadar vermediğiniz tepki de başınızda sallanan giyotinin tek bir hamlede inmesine yol açıyor.
Beren Saat bir oyuncu. Kendini kanaat önderi ya da siyasi bir figür olarak tanımlamış değil. Fikrini zaman zaman paylaşan, hayatını siyaset dışı bir alanda sürdüren popüler bir figür. Ne var ki bizi gittikçe aşağı doğru çeken anafor, böyle bir figürü içine alıp en derinlere itmekten haz alıyor.
“Ya bizdensin ya değilsin” diyorlar ona, “Ya bizim istediğimiz gibi konuşursun ya da terörist yaftasını yersin”... Demokrasi onları alkışlamak için var, seçimler sadece bir partiye oy vermek için. Şehitlere sosyal medyadan başsağlığı dilemezsen olmayan çocuğunun acısı için dua edilir bu âlemde.
Dil bu kadar acılaşınca akıl da sürçer, Beren Saat bir zamanlar oynadığı dizinin platosunda protesto edilir... Belki başka bir zaman kahkaha atacağımız bu sürçme, gazetelerin taşlandığı günlerde ancak bir korku vesilesi olur.
Akıl sürçmesi demişken... Bir başka vaka. 2014 Temmuzu, biri oturur Erkan Oğur adına sahte bir hesap açar. O hesaptan Erdoğan’a ve MİT’e verip veriştirir. Eh, çarşambadan sonra perşembe, iktidar karşıtı sözden sonra linç gelir. Erkan Oğur hesabın kendisine ait olmadığını anlatana kadar linçe uğradığı yetmezmiş gibi Sakarya konseri iptal edilir. AKP yöneticileri de bu iptali takdirle karşıladığını açıklarlar.
Oğur, güç bela yeni bir hesap açar. Ama kim oturup onu takip edecek ve sonunda özür dileyecek ki? Ne gerek var böyle şeylere?
Linç ferman dinlemeyen bir tutku. Öyle ki kendisine yakın görüneni dahi içine almaktan çekinmiyor. Ersin Korkut, Erdoğan’a ilan-ı aşk eden Ethem Sancak’ın kanalı 360’ta program yapan bir oyuncu. Buraya kadar korunaklı görünen tablo, Korkut’un Kürt kimliği nedeniyle çizik yiyor. Artık iktidara yakın olmanız etmiyor. Bunu ısrarla, kendinizi reddedercesine tekrarlamanız bekleniyor.
Ersin Korkut da bir gün kendini bir fotoğrafta HDP otobüsünün tepesinde, bir miting anında görüyor. Gelin görün ki hafızasında o ana dair tek bir kayıt bile yok! HDP’yi desteklemeyi terörizmle eşdeğer gören sosyal medya insanları Korkut’u hedefe alıyorlar. Oturuyor, fotoğrafın orijinalini gösteriyor, açıklama yayımlıyor. Ama gerçekler linç kadar eğlenceli değil, kimse ilgilenmiyor.
Biz de istemiyoruz ama...
“Kimseye ölsün, gebersin diyemem!” Ne güzel, ne kadar insanca bir söz değil mi? Kimileri göre değil, hatta “terör yanlısı” bir söz!
Genç oyuncu Elçin Sangu bu sözleri Twitter’a yazdı ve kendini bir anda teröre destek vermekle suçlanırken buldu. Sabah gazetesi oyuncunun bu bu tweetini “Elçin Sangu’nun terör tweetleri takipçilerini çıldırttı!” başlığıyla duyurdu. Gelen yorumlar “Bizler de insanların ölmesini istemiyoruz” diye başlıyordu. Ancak “toprağından, suyundan, havasından, elektriğinden faydalandığın ülkene ihanet etmenin bedelini ödersin” diye devam ediyordu.
Hep bedel ödensin istiyordu insanlar. Nefes aldın, bedelini öde... Su içtin, bedelini öde... Ünlü oldun, bedelini öde... Bugün ak deriz, yarın kara... Akta ısrar mı ettin, bedelini öde...
“Yorumlar geliyor” diyor Gonca Vuslateri, “Neden şehitlerimizle ilgili fotoğraf paylaşmıyorsun? Neden kıyıya vuran çocuğu paylaşmıyorsun? Neden sen de üzülmüyorsun? Gerisi küfürler... Hakaretler...”
Cevap verse bir türlü vermese bir türlü... Neden üzülmüyorsun sorusunun nasıl bir cevabı olabilir? Cevabı çoktan önyargıya kurban edilmiş bu soru karşısında kim kimi ikna edebilir?
Sevgiyle, adaletle...
Yine de deniyor Vuslateri, “Müthiş bir linç enerjisi var ülkede” diyor, “Buna ‘dur’ diyecek bir güç yaratmalıyız. Sevgiyle... Adaletle... Yardımlaşarak... Gel kardeşim diyerek... Eğer böyle olmayacaksa, ben ölürsem cenazemde rica ediyorum yakanıza kendi fotoğrafınızı asın, çünkü siz de yaşamıyorsunuz demektir.”
Kimsenin birbirini sevmediği, karşısına çıkan herkesi potansiyel düşman saydığı, saldırmayı, tehdit etmeyi kendine hak gördüğü, devletin tehdit edileni korumak yerine tehdit edenin sırtını sıvazladığı yerlerde kimse “Yaşıyorum” diyemez. Olsa olsa “hayatta kalmak”tır eldeki...
Ne diyordu giydiği kıyafet nedeniyle Muğla’da linç edilmek istenen ve zorla Atatürk büstü öptürülen İbrahim Çay: “Bana saldıranlar komşularımdı.
Kapının önünde araçlar durunca hemen kaçtım. Başka bir nedenle gelmiş olduklarını düşünmedim çünkü batıda Kürt olmak bunu gerektirir.”
Batıda Kürt olmanın kaçmayı, muhalif olmanın linç girişimlerini göğüslemeyi, gazeteci olmanın saldırılara hazırlıklı olmayı gerektirdiği bir ülkede “hayatta kalmak” da az başarı değildir hani...
Erdoğan’ın sahici dostları kimler?
George Orwell “1984” adlı romanında distopik bir dünya anlatır okura; totaliter bir rejim vardır, insanlar korku, propaganda, beyin yıkama sarmalında yaşamaya çalışırlar. Tek partinin dayattığı görüşler, bir mısır tanesini yutan kuşlar gibi yerleşir insanların içine... Orwell, yeryüzünde bir cehennem senaryosu yazmıştır bir anlamda. Yazdığı her cümlenin gün gelip gerçeğe dönüşeceğinin çok iyi farkındadır.
Ne var ki hesap etmediği bir şey vardır: Gün gelip Alev Alatlı adlı bir Türk yazarın çıkıp otoriterliğiyle ortalığı kasıp kavuran bir lidere “Bugün George Orwell olsa sizi ayakta alkışlardı” diyeceği...
Alatlı dokuz ay önce Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülleri’ni alırken Cumhurbaşkanı Erdoğan’a böyle seslenmişti. Ve devam etmişti: “Sizin sahici dostlarınız sanatçılar ve edebiyatçılar arasındandır.”
Keşke bu sözü sarf ederken “Sahici dostlarınız onlardır. Çünkü size yalakalık etmez, doğruyu söylerler” demek isteseydi; “Kral çıplak demekten çekinmezler. Böylece kendinizi dev aynasında görmekten kurtulur, hakikatle yüzleşirsiniz. İşte o sanatçıları kırmayın, dökmeyin... Onlar size lazım”.
Oysa Alatlı, “Bir kalem darbesi ile, atar ergenleri sokağa döktüler” diye tarif ettiği yazarları dost değil düşmanlar arasına koyuyordu. Oyunu AKP’ye vereceğini açık açık söylüyor, başka partiyi desteklediklerini açıklayanları anasından doğduğuna pişman edenler tarafından alkış yağmuruna tutuluyordu.
Bu kargaşanın içinde bize ancak kendi ağzından dökülen şu temenniyi tekrarlamak düştü: “Alev Alatlı’nın teşekkür konuşmasının TT olmadığı, abuk sabuk gündemlerin rağbet görmediği bir Türkiye düşlüyorum.”
Öfke büyük, tepki sert ama...
Bu oranda kutuplaşan ülkelerde hayal kırıklıkları kolay, öfkeler büyük, tepkiler sert oluyor. Bir davete icabet etmek, bir fotoğraf karesinde yer almak dahi sizi öfke selinin ortasında bırakıyor. Tıpkı Eser Yenenler’in başına gelen gibi..
Gezi Direnişi sırasında “Arkadaşlar Gezi Parkı Direnişi ile ilgili yaratıcı tweetlerinizi ve görüntülerinizi bana mentionlayabilir misiniz” diye soran oyuncuyu, iki yıl sonra Tayyip Erdoğan ile aynı karede görenler kendilerini ihanete uğramış hissediyorlar. Haksız değiller.
Kabahat kimde?
Direniş sırasında yaptığı televizyon programında Gezi’den söz etmekle övünen birini, polis şiddetini “Emri ben verdim” diye savunan Erdoğan ve onun en büyük hayranlarından Acun Ilıcalı ile aynı karede memnun bir gülümsemeyle görenler hayal kırıklığına uğruyorsa kabahat kimde?
O Acun Ilıcalı ki Gezi Direnişi ile ilgili yorumu sorulduğunda “Birilerinin bizim birbirimize düşmemiz için çabaladığını düşünüyorum” demişti.
Doğru. Birileri birbirimize düşmemiz için çabalıyor.
Ama Ilıcalı’nın kast ettiği gibi Türkiye geliştiği için değil; oy için, iktidar için, han, hamam, saray için...
Yazı dizisinin 1. Bölümü: 'Yeni Türkiye' linç seviyor'
Yazı dizisinin 2. Bölümü: Zekâ ve izan artık buralarda oturmuyor
Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları
Günün Köşe Yazıları
Video Haberler
- Yeni Doğan çetesi davasında çarpıcı itiraflar
- Canlı tarih müzesi Hisart 10. yılında!
- Teğmenler Yüksek Disiplin Kurulu'na sevk ediliyor
- Tarihçi Yusuf Halaçoğlu'ndan şok iddialar
- TBMM'de 'Etki Ajanlığı' düzenlemesi tartışılacak: Amaç m
- Pera Palas'ta Atatürk Müze Odası
- İmamoğlu’ndan 10 Kasım paylaşımı!
- Donald Trump'ın yeniden başkan olması dünya ekonomisini
- Ege'nin Gündemi'nde bu hafta!
- Dubai çikolatasına rakip
En Çok Okunan Haberler
- 'Tarihe not düşmek için geldim'
- Çok konuşulacak 'adaylık' açıklaması
- Fatih Altaylı ve İsmail Saymaz'a soruşturma
- Mahruki yine yandı
- AKP’li belediyeden bir ayda 33 konser
- A Milli Takım'ın Uluslar Ligi'ndeki rakibi belli oldu!
- Tıp fakültelerinde kadavra krizi
- Fakülteyi kâğıt üzerinde kurmuşlar!
- Protesto eden yurttaşlara polis müdahalesi!
- Aydın Dağları'nda son yılların en verimli hasadı yapıldı