Olayların Ardındaki Gerçek

Din ve Politika

27 Temmuz 2020 Pazartesi

Ayasofya bir kültür mirasıdır. Bir mabet olarak inşa edilmiş olan bu tarihi binada zaten namaz kılınıyordu.

Daha geçen yıl, Ayasofya’nın cami olarak açılmasını isteyenlere Erdoğan, Sultanahmet Camii’ni göstererek “Önce orayı dolduralım, sonra Ayasofya’yı düşünürüz” demişti. Ancak AKP iktidarı ani bir kararla bu binanın cami olarak kullanılması için girişimler başlattı.

Zaten namaz kılınan bu binada büyük gösterişlerle açılış yapıldı.

24 Temmuz günü, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın davet ettiği 500 kişi caminin içinde ve halk caminin dışında cuma namazını kıldı.

Bir büyük merasim niteliğinde açılış yapılırken ortaya çıkan üç olay, dinin politikaya alet edilmesinin açık göstergesi olarak tarihe geçecektir.

Birinci olay, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın namazdan önce mikrofonla Kuran okumasıdır.

Kuşkusuz Erdoğan, evinde ve istediği zaman Kuran okumak hakkına sahiptir. Ancak dünyanın hangi ülkesinde devlet başkanları camide ya da kilisede ya da havrada kutsal din kitaplarından mikrofonla ayet okuyorlar. Batı dünyasında bir devlet başkanının kilisede İncil’den pasajlar okuduğu görülmüş müdür?

Bu olay en üst düzeyde kutsal din duygularının “suiistimal edilmesi”, kötüye kullanılmasıdır.

İkinci olay, Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın kılıçlı hutbesidir. Ve bu hutbede Atatürk’e dil uzatmasıdır. Fatih, İstanbul’u aldı ama Atatürk de İstanbul’u iki kez kurtardı.

Birinci kurtarışı, 1915- 1916 yıllarında Çanakkale Savaşları’nda, Anafartalar’da gösterdiği olağanüstü kahramanlıkla gerçekleşti. Osmanlı Devleti, Çanakkale Savaşı’nı kaybetseydi, İstanbul işgal edilecekti.

Ancak Osmanlı Devleti, Birinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıkınca imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşması ile İstanbul’un işgal edilmesini resmen kabul etti. İstanbul, İngiliz, Fransız, İtalyan ve Yunan savaş gemileri tarafından 13 Kasım 1918’de resmen işgal edildi. İstanbul işgal edilirken Osmanlı Padişahı, bu aşağılayıcı durumu kabul ediyor, ağzını açamıyor, İngilizlerin himayesinde saltanatını sürdürmek istiyordu.

Atatürk, Anadolu’da bin bir zorlukla boğuşurken o günün Şeyhülislamı Mustafa Sabri, Sait Molla ve Dürrizade Abdullah, Atatürk’ü lanetliyor, onu idama mahkûm eden fetvalar yayımlıyorlardı. İdam hükümleri veren mahkeme kararları da hainliği artık kesin olarak belgelenmiş olan Osmanlı Padişahı Vahdettin tarafından onaylanıyordu.

Ali Erbaş, ortaokul ve lise öğrencilerinin bildiği bu gerçekleri biliyor mu?

Eğer Milli Mücadele kazanılmasıydı, İstanbul’un işgali devam edecekti. Acaba Ali Erbaş, o zaman ne yapacaktı? Belki de bir Rum okulunda okuyacaktı.

Düşman askerlerinin baskısı altında acaba cuma namazını kılabilecek miydi?

Atatürk’e ve Milli Mücadele’ye katılanlara kin kusan bu zihniyet artık durmalıdır.

İstanbul’u işgalden kurtaran Atatürk’e elinde kılıçla adeta saldıran Ali Erbaş, artık kendine gelmelidir.

Diyanet İşleri Başkanlığı, Atatürk’e saldırmanın bir makamı değildir.

Şunu da unutmayalım ki Atatürk’e saldıran ve yukarıda isimlerini verdiğimiz Mustafa Sabri’ler, Dürrizade Abdullah’lar, Sait Molla’lar tarihin sayfalarında kara leke olarak anılıyorlar.

Üçüncü olay, bu namazda askeri üniforması ile Hulusi Akar’ın arkasında Genelkurmay Başkanı Yaşar Güler’in ve onunla birlikte Kara Kuvvetleri Komutanı Ümit Dündar ile Deniz Kuvvetleri Komutanı Adnan Özbil’in saf tutmalarıdır.

Genelkurmay Başkanı kuşkusuz istediği yerde namaz kılabilir ama üniforması ile böyle bir namaza katılması doğru değildir.

TSK’nin en yüksek kademesinde oturan Genelkurmay Başkanı, bu makamı siyasete alet etmemelidir.

Birçok Genelkurmay Başkanı geldi, geçti. Orgeneral Yaşar Güler de bir gün emekli olacak ve köşesine çekilecektir. Ancak bu girişimi ile ne yazık ki TSK’yi siyasete ve kutsal din duygularına alet etmesi ile anılacaktır.

Bu üç olay belki 25, belki 50 yıl sonra tarihçiler tarafından ele alınacaktır. Ve kutsal din duygularının siyasete alet edilmesinin kötü örnekleri olarak tarih kitaplarına geçecektir.



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları