Olaylar Ve Görüşler

Ahlaksızlığın kurumsallaşması-4 - Kemal Kılıçdaroğlu

24 Mayıs 2024 Cuma

Sevgili dostlar, bu yazımı; hemen hemen her gün deprem uzmanlarının tehlikeyi haber veren uyarıları ve 6 Şubat depreminde aklımızdan çıkmayan, yardım feryatlarının ve yaşanan acıların tanığı olarak kaleme alıyorum.

Evlerimizin duvarları çatlak, temeli sağlam değil. Kimi fay hattında, kimi dere yatağında, kiminin betonu deniz kumu... İmar planına uyulmamış. Rant için yüksek kat izinleri verilmiş. Maliyeti yüksek diye deprem değil, para hesabı yapılmış.

Bu mücadele, Saray’da yaşayanlar ile tabutta yaşayanların mücadelesi...

Sevgili dostlar, büyük felaketlerin toplumsal dayanışmayı sağladığı bir gerçektir. Bu dayanışma değişik boyutlarıyla ortaya çıkar. Duygusal açıdan acılar paylaşılırken, maddi açıdan ortaya çıkan kayıpların giderilmesi için yardım kampanyaları açılır, ek vergiler konulur.  Ve en önemlisi benzer bir afetle karşılaşıldığında can ve mal kayıplarının olmaması ya da minimum düzeyde gerçekleşmesi için felaketlerden dersler çıkarılır ve gerekli önlemler alınır. Halkın sesi, gözü ve kulağı olan medya da bu sürecin en etkili organı -takipçisi- olmak zorundadır.

1999’DAN BUGÜNE

17 Ağustos 1999 sabahı, yerel saatle 03.02’de meydana gelen “Büyük Marmara Depremi”nde 18 bin 373 kişi yaşamını yitirmiş, 48 bin 901 kişi yaralanmış, (TBMM Araştırma Komisyonu Raporu) 285 bin 211 ev ve 42 bin 902 işyeri yıkılmış ya da hasar görmüştü. Felaketin büyüklüğü, maddi kayıpların giderilmesi ve yaraların sarılması için ek ve yeni vergileri zorunlu kılıyordu. Dönemin hükümeti “17 Ağustos 1999’da Marmara Bölgesi ve Civarında Meydana Gelen Depremin Yol Açtığı Ekonomik Kayıpları Gidermek Amacıyla” Başbakan Bülent Ecevit imzasıyla ivedilikle bir vergi paketi hazırlamış ve depremin 8. günü (24.08.1999) TBMM Başkanlığı’na sunmuştu. Üç gün sonra da (27.08.1999) TBMM’de bir araştırma komisyonu kurulması kararı alınmış ve hazırlanan rapor 23.12.1999’da Komisyon Başkanı Atilla Mutman imzasıyla TBMM Başkanlığı’na sunulmuştu.

Evet, deprem yaraları sarılmalıydı ancak toplanan paralar amaca uygun harcanacak mıydı? Dönemin hükümeti, yurtiçinden ve dışından gelen bağış ve yardımları ve toplanacak vergileri tam bir şeffaflık içinde kamuoyuna duyuracağı sözünü vermişti. Bu bağlamda hem Başbakanlığın internet sayfasında hem de Maliye Bakanlığı’nın kamu hesapları bülteninde bu bilgilere yer veriliyordu. O dönem bürokrasiden ayrılmış ve bir sivil toplum örgütünün (VAVEK – Vatandaşın Vergisini Koruma Derneği) başkanlığını yapıyordum. Yayımlanan rakamlarla, başbakanın açıkladığı rakamlar arasında fark görünce, Milliyet’ten Sayın Melih Aşık’a şu açıklamayı yapmıştım: “Önümde Maliye Bakanlığı’nın 31 Mayıs 2000 tarihli Kamu Hesapları Bülteni duruyor; orada toplanan tüm paranın ‘166 trilyon 387 milyar’ lira olduğu ifade ediliyor. Oysa Başbakan Sayın Bülent Ecevit, depremin 1. yıldönümü dolayısıyla 17 Ağustos günü düzenlediği basın toplantısında, toplanan tüm paranın ‘157 trilyon 979 milyar’ lira olduğunu açıkladı. İki buçuk ay arayla hesaplarda 10 trilyon fark var. Ne oldu bu para?” (25.08.2000)

Bu soru üzerine dönemin Maliye Bakanı Sayın Sümer Oral, büyük bir olgunlukla beni makamına davet etmiş ve ayrıntılı bilgi vermişti. Bugün böyle bir sorumluluğu taşıyan bakan bulmak imkânsız.

ARAŞTIRMA KOMİSYONU RAPORU

TBMM’de depremden hemen sonra kurulan Araştırma Komisyonu raporunun öneriler bölümüne baktığımızda şu can alıcı cümleyi görüyoruz: “Gecekondulaşma ve kaçak yapılaşmayı teşvik eden imar affı politikasından kesinlikle vazgeçilmelidir.” (s. 44). O dönem parlamentoda bulunan bütün partilerin ortak önerilerinden en önemlisi buydu. Rapor, 22 Şubat 2000’de TBMM Genel Kurulu’nda görüşülmüş ve gereği için 25 Şubat 2000’de de Başbakanlığa gönderilmişti. Daha önce imar affı yasalarını kabul eden TBMM, bu uygulamanın doğurduğu sakıncaları görmüş ve “imar affı politikalarından kesinlikle vazgeçilmelidir” kararına varmıştı. Çünkü daha önce çıkarılan 11 imar affı yasasının insani ve ahlaki boyutunu ve bunun doğurduğu maliyeti; büyük Marmara depremi açıkça ortaya koymuştu.

VE AK(!) PARTİ İKTİDARLARI

Deprem yaralarının sarılmasına ve TBMM Araştırma Komisyonu Raporu’nun gereklerinin yerine getirilmesine zaman kalmadan 2002’de AK(!) Parti iktidar oldu. İktidar değişimiyle birlikte hem deprem hem de depremzedeler unutulmuştu. Sorumlular hakkında açılan davaların bir kısmı zamanaşımına uğramış, bazı mahkemelerce verilen hapis cezaları ertelenmiş, sadece Veli Göçer tutuklanmış ve 48 ay hapis yatmıştı. Ama örneğin, 316 kişinin öldüğü Yüksel Sitesi müteahhitlerine verilen cezalar ertelenmiş ve hiç kimse hapse girmemişti. Bu bağlamda toplumda büyük bir infial de oluşmamıştı. Bazı mağdur ailelerin feryatları ise artık yeterince medyaya yansımıyordu. O tarihten günümüze neler oldu? Gelin kısaca  bakalım.

Deprem unutulmuş, İstanbul’un rantını vahşice paylaşmak AK(!) Parti iktidarının temel amacı olmuştu. O kadar ki dönemin Başbakanı Erdoğan, TOKİ başkanına “Özellikle kupon yerlerin satışında benden okey alacaksın. Benden onay almadan bunların satışını yapmayacaksın” talimatını bile vermişti. (t24, Özel Dosya, 19.03.2014)

Zamanla olay sadece arsa satmakla kalmamış, Ecevit döneminde olası bir deprem için belirlenen toplanma alanları da imara açılmıştı. İnşaat Mühendisleri Odası’nın saptamalarına göre İstanbul’da afet sonrası toplanma alanı olarak belirlenen 470 yerden 300’ü imara açılmış ve üzerlerine alışveriş merkezleri, rezidanslar, gökdelenler inşa edilmişti (17 Ağustos 2015). Böylece rant, yaşamın önüne geçmiş, binlerce insanın olası ölümü ve sağ kalanların da toplanacakları alanlar ranta kurban edilmişti. Rant, ahlaka ve adalete galip gelmişti. 

Deprem yaralarını sarmak, ortaya çıkan ekonomik kayıpları gidermek ve depreme dirençli kentler oluşturmak için toplanan para da başka işlerde kullanılıyordu. Ölenler, yaralananlar unutulmuştu. Deprem vergileri ne oldu sorusuna dönemin Maliye Bakanı Mehmet Şimşek yaptığı bir açıklamada, “Bu duble yollara gidiyor, demiryollarına gidiyor, havayollarına gidiyor, çiftçimize gidiyor, eğitime gidiyor değerli arkadaşlar” demişti (27.10.2011). Yani deprem yaralarını sarmaya, depreme dirençli kentler yapmaya gitmiyordu.

Peki “deprem vergileri olarak tanımlanan vergilerden yapılan tahsilat (2000-2024/1) ne kadardı?” Bu sorunun yanıtını da bir uzmandan alalım: “Birikimli enflasyonla güncellendiğinde anapara olarak 24 yıllık toplam tahsilatın bugünkü reel değeri 731.5 milyar lira ediyor. Toplanan deprem vergilerinin ayrı bir fonda tutulup çeşitli finansal araçlarla nemalandırılması olasılığında ise getirisi ile birlikte toplam birikimin bunun çok daha üzerinde bir büyüklüğe ulaşmış olacağı görülüyor.” (Naki Bakır, 8 Şubat 2024, Dünya gazetesi) Gerçekten de toplanan para, İstanbul’u depreme dirençli bir kent yapma konusunda oldukça iyi bir birikimdi. Deprem vergileriyle İstanbullular güvenli konutlara kavuşacaklardı. Onların evleri güvenli olmadı ancak İstanbul bir beton ormanına dönüştü.

SORUMLULAR KİM?

Şu soruyu da sormak zorundayız: “Para toplandı, gereği yapılmadı, bunun İstanbulluya maliyeti ne?” Bunun yanıtını akademisyenler, uzmanlar veriyor. 7.5 büyüklüğündeki olası bir depremde İstanbul’daki binaların yüzde 17’sinin, yaklaşık 194 bin binanın yıkılacağı ya da ağır hasar göreceği, 25 milyon ton ağırlığında bir enkazın ortaya çıkabileceği, depremin gece meydana gelmesi halinde, ortalama 14 bin 150, gündüz saatlerinde olması durumunda ise beklenen can kaybının ortalama 12 bin 400 civarında olacağı raporlanmıştır. (Boğaziçi Üniversitesi Deprem Araştırma Enstitüsü ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi-Ağustos 2019) Yani ortaya çıkan acı gerçek şu, 12 bini aşkın İstanbullu bugün tabut evlerde yaşıyor.

12 bini aşkın İstanbullu tabutlarda yaşamaya devam ederken 6 Şubat 2023 tarihinde Kahramanmaraş merkezli 11 ili etkileyen ve 53 bin 537 kişinin ölümüne yol açan yeni bir deprem felaketi ile karşılaştık. Ve hemen TBMM’de bir araştırma komisyonu kuruldu (14 Mart 2023). Komisyon, çalışmalarını nisan ayında tamamlayıp, 113 “tespiti” içeren raporu TBMM Başkanlığı’na 27 Nisan 2023 tarihinde Veysel Eroğlu imzasıyla sundu (912 sayfalık rapor). Rapordan bir numaralı tespiti aynen alıyorum: “Tespit 1: Depreme hazırlık ve afet yönetimi hususunda illerde muhtelif çalışmalar yapılmıştır ancak kurumlar arasında istenilen uyum sağlanamamaktadır. Hatta yapılan bazı çalışmalardan ilgili diğer birimlerin haberinin dahi olmadığı ortaya çıkmıştır. Hazırlanan birtakım raporların tozlu raflarda kaldığı müşahede edilmiştir” (s. 711). Komisyon bir saptama daha yapıyor. Bu işten sorumlu kurum, kuruluş hangisi? Yanıtı yine rapordan verelim. “Sorumlu Kurum/Kuruluşlar-Cumhurbaşkanlığı” (s. 711). Tek kişinin iradesine-sorumluluğuna bırakılan bir devletin geldiği dramatik durum herhalde bundan daha iyi anlatılamazdı. Devlette liyakatin çöküşü aynı zamanda bu tür felaketlere de zemin hazırlıyordu. Liyakatin çöküşü, devlette adamsendeciliğin, yolsuzlukta sıradanlaşmanın dolayısıyla ahlaksızlığın kurumsallaşmasının kapılarını açar. Olanda tam bu.

Ahlaki zafiyetin en büyüğü ise TBMM’de ortaya çıkıyordu. 22 Şubat 2000 tarihli Araştırma Komisyonu Raporu’nda  “…İmar affı politikasından kesinlikle vazgeçilmelidir” diyen TBMM, bu kararına hiç uymadı. Üzülerek ifade edeyim ki 1999 Gölcük depreminden sonra altı kez daha imar affı yasası çıkarıldı. En son çıkarılan imar affı yasası ise 2018 seçimi öncesinde yürürlüğe girmişti. Bu gerçek bilindiği içindir ki Nisan 2023 tarihli raporda şu “utangaç” tespite yer veriliyordu. “Tespit 45: Kaçak ve ruhsatsız yapılarla mücadelede çeşitli sorunlarla karşılaşılmaktadır. Ülkede artık kaçak yapı yapılamayacağı anlayışı yerleşmelidir” (s. 740). İyi de bu anlayışı kim yerleştirecekti? Bunun yanıtını da rapordan verelim. “Sorumlu Kurum/Kuruluş -TBMM” ( s. 740). Verdiği sözü tutmayan, aldığı kararların arkasında durmayan, hem kendisini sorumlu tutup hem de sorumluluğunu yerine getirmeyen, iradesi Saray tarafından esir alınmış bir kurum, ahlaki olarak sorgulanmak zorundadır. 

‘DEVLET AKLI’ YERİNE ‘SARAY AKLI’

Düşünün, kendisine “AK” diyen parti, 3Y ile mücadele edecekti: Yolsuzluk, yoksulluk ve yasaklar… Bugün 3Y, partinin mücadele alanından çıktı, parti kimliğinin birer parçası oldu. Yolsuzluk yapıyorlar dediğinizde “Çalıyor ama çalışıyor” sesleri, AKP içinden Türkiye sathına yayılıyor. Böylece ahlaksızlık meşrulaşıyor ve zamanla kurumsallaşıyor. Bu kurumsallaşma yolsuzluk yapanların devlet katında kabul ve itibar görmesine de olanak sağlıyor, dokunulmaz kılıyor. Devleti soyan 5’li çetelerden, uyuşturucu baronlarına kadar pek çok örnek verebiliriz. Ayda 10 bin dolar rüşvet alan siyasetçiyi ise artık iyice kanıksadık, olağanlaştırdık.

Çünkü AKP iktidarıyla birlikte aşama aşama toplumun ahlaki dokuları, değerleri yıpratılmaya başlanmıştı. Yasama organı ise tek kişilik hükümetin yani Saray’ın kontrolündeydi. O kadar ki Kahramanmaraş merkezli 6 Şubat 2023 depreminden sonra yerel seçimler için Hatay’a giden Erdoğan, “Merkezi yönetimle yerel yönetim el ele vermezse, dayanışma halinde olmazsa o şehre herhangi bir şey gelmez. Hatay’a geldi mi? Şu anda Hatay garip kaldı, mahzun kaldı” dedi (04.02.2024). Evet depremden sonra kurumsallaşan ahlaksızlığın sonucu olarak Hatay garip kaldı, mahzun kaldı. Çünkü vergisini ödeyen Hataylıya Erdoğan, “Bana oy vermezseniz, size ödediğiniz vergilerle bile hizmet etmem” diyordu. Devlet katında ahlaksızlığın ulaştığı bu boyut hiç vicdan sızlatmıyor mu? İnsan onurunun bu denli hırpalandığı, ahlaki değerlerin yönetenlerce yozlaştırıldığı, içselleştirilmediği bir dönemi hiç yaşamadık. Açıkça söylemek gerekirse “devlet aklı”nın adeta yok edildiği ve “Saray aklı”nın devlet yönetimine egemen olduğu bir süreci yaşıyoruz.

Oysa bu devletin bir anayasası vardı ve o anayasanın 57. maddesi vatandaşın konut hakkını düzenliyordu. Bu hak bile AKP iktidarında oy karşılığı (siyasal rüşvet) elde edilebilecek bir lütfa dönüşüyordu. Unutulmaması gereken bir gerçek var. Siyasal iktidar utanma duygusunu yitirdiğinde, toplumun değerler yapısını da tahrip eder. Bugün geldiğimiz nokta maalesef budur. Bunun içindir ki “Çalıyor ama çalışıyor” diyerek ahlaksızlığa izin veriyor ve utanma duygumuzu yok ediyoruz. Oysa utanma duygusu toplumun değer yargılarının en önemli güvencesidir. Bu güvence büyük ölçüde yıpratıldığı için “Yapanın yanına kâr kalıyor” ve sorumlulara yasalar işlemiyor. Ve bu anlayışın sonucu olarak önce ahlaki değerlerde aşınma ve zamanla da ahlaksızlığın kurumsallaşmasına yol açıyor.   

SONUÇ

Sevgili dostlar, bizlere bırakılan değerler miras değildir ki har vurup harman savuralım. Değerler bizlere, sonraki kuşaklara aktarmak için bırakılan emanetlerdir. Ahlak ve vicdan, yaşamanın anlamıdır. Yaşamımızın bir anlamı olsun, bir adı olsun. Gelecek kuşaklar için sonsuzluğa uzanan bir yol olsun.

Bu kara günler de geçer elbet. Metin Eloğlu’nun da dediği gibi:

“Hadi uyan

Aydınlığa çık da çil gözlerin ışısın

İlkyazlar sıcağı biriksin yüreğine

Yoksul olsan da uyan

Garip olsan da uyan

Madem ki güzelsin, güzeli yaşatmak için

Madem ki iyisin, iyiliği yaşatmak için

Madem ki umutlusun, umudu yaşatmak için"



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları