Olaylar Ve Görüşler

31 Mart isyanı ve günümüz

14 Nisan 2019 Pazar

13 Nisan 1909, literatüre 31 Mart isyanı diye geçen olayın 110. yıldönümüdür. 10/23 Temmuz 1908 meşrutiyetin ilanından 9 ay sonra çıkmıştır. Meşrutiyet Rumeli olayları ardından zorla dayatılmış görünse de, aslında Osmanlı toplumu için özgürlükçü bir devrimdir. 33 yıllık mutlakiyet ardından seçimler yapılıp parlamento kurulmuş, güya zalimle mazlum uzlaşmış görünüyordu. Ancak iç çekişmeler endişe verici boyutlara ulaşmış, 13 Şubat 1909’da Kamil Paşa’nın düşürülmesiyle isyanın fitili ateşlenmiş, topluma verilen ilaç 9 ay sonra kusulmuş, yani eskisi ölmüş ama yenisi doğmamış oluyordu.

İsyanın bilinmeyenleri
13 Nisan’da başlayıp 27 Nisan 1909’da Abdülhamid’in tahtından indirilmesiyle sona eren bu isyan çok bilinmeyenli bir denklem, hatta bir muammadır. İlginç olanı Abdülhamid’in isyan boyunca hiç telaşa kapılmamasıydı. Softalar ve çavuşlarla çıkarılan isyanın, kendine yönelmediğini öğrenmişti. Herkese babalık gösterirken sadece İttihatçılar’la görüşmedi, halbuki meşrutiyetin en dinamik gücü ordu ve İttihat Terakki demekti. Başta İngiliz elçiliği olmak üzere 31 Mart’ın kışkırtıcıları, İsmail Kemal, Prens Sabahaddin, Mizancı Murad, Mevlanzade Rıfat ve Şerif Paşa’ydı. Silahlı öncülerse avcı taburları, militanları da Bab-ı Meşihat uleması, El İslam Cemiyeti, medrese softaları, İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti idi. Sarayın böcek sürüsü destekçileriydi. Müderris ve dersiamlar, ders vekili Halis Efendi, Temyiz üyesi Haydar Efendi, Fetva emini Nuri Efendi, Rasim Hoca, Saidi Kürdi (Nursi) ve Derviş Vahdetin. Hepsi Ayasofya meydanındaydı.
İsyana öncülük edenlerin zihin haritasına bakılırsa İslamcı öğretinin soysuzlaştırmış irtica hareketiydi. Kimsenin namaz niyazına karışılmamış, camiler kapanmamış, Halife başımızda, alay imamları askere namaz kıldırıyordu. Buna rağmen “Şeriatın” dili çözülmüştü. Kız liselerinin kapatılması isteniyor, kadınların saçı kesilip yüzüne tükürülüyor, musiki aletlerinde şeytan aranıyor, fotoğrafçı dükkânlarındaki resimler parçalanıyordu. Ağızlarında özgürlük, adalet, kardeşlik yerine, “şeriat-ı garra” sloganları duyuluyordu.
Abdülhamid’in 13 yıllık Dahiliye Nazırı Memduh Paşa’ya göre, Yıldız’ın üstünden uçan kuşlardan bile haberi olan Abdülhamid’in bu isyandan habersiz olması imkânsızdı. Muharrik gücü olmasa da Osmanlı tahtına gizlenmiş baş aktörüydü. Filibeli Ahmed Hilmi softaları iyi tanırdı: “... Şeriat kalkıyor diyen, şeriatı garra isteyen o kirli ağızlar, ellerinde hükmünü tağyir ettikleri Kuran, dillerinde milleti kandırmak için Şeriat, itlere atılan kemikler gibi önlerine atılan altınlarla zevkü sefa ediyorlardı.”

Hareket Ordusu ve Mustafa Kemal
Adliye Nazırı Nazım Paşa, Lazkiye Mebusu Emir Aslan öldürüldüğü, Binbaşı Ali Kabuli gözleri önünde linç edildiği halde, Abdülhamid sakindi, çünkü meşrutiyeti kendinin verdiği bir lütuf sayıyordu. Yetersiz kişiliği ihtirasını dolduramayınca vicdanları satın alarak ölene kadar saltanatta kalmayı planlıyordu. Fakat kendisi İttihatTerakki’ye neden güvenmiyorsa, onlar da kendilerini her an sırtından hançerleyecek biri sayıyorlardı.
Ayasofya meydanındaki bu çapulculara en donanımlı 1. Ordu’muz saraydan emir gelmediği için müdahale edemedi. Harbiye Nazırı, Sadrazam saraya sığınmış, hükümet düşmüştü. İsyan haberi Selanik’e ulaşınca askeri mahfiller ve İttihat Terakki merkezinde fırtına kopmuştu. Mabeyn’e çekilen tehdit telgrafıyla, meşrutiyet ve Osmanlı Ordusu’na sürülen lekenin temizlenmesi istendi. Bu görev 3. Ordu Kumandanı Mahmud Şevket Paşa’nın omuzlarına yüklendi. Yarı Arap yarı Çeçen kırması Mahmud Şevket Paşa bir Abdülhamid paşasıydı. Omuzları ve göğüsleri Abdülhamid’in nişan ve madalyalarıyla süslüydü. İstanbul’a asker gönderme kararı alarak, Selanik Redif Fırkası Kumandanı Hüseyin Hüsnü Paşa’yı görevlendirdi. (14 Nisan 1909) Fırkanın Erkan-ı Harp Reisi Kolağası Mustafa Kemal idi. Mustafa Kemal’in önerisiyle kuvvete Hareket Ordusu adı verildi. 16 Nisan’da Çatalca’ya gelen Hüsnü Paşa iki beyanname yayımladı. Mustafa Kemal’in kaleminden çıkan beyannamelerde, meşrutiyete ve Osmanlı ordusuna sürülen lekenin temizleneceği, din kisvesine bürünen canilerin cezalandırılacağı vurgulanıyordu.
Mahmud Şevket Paşa iki gün sonra emir komutayı bizzat üzerine alarak Yeşilköy’e geldi (22 Nisan). “Yıldız Münzevisi’ne” çektiği telgrafta hem sadakat sergiliyor, hem yanıltma taktiği uyguluyordu.

Abdülhamid ve ‘Hal’ kararı
25 Nisan’a kadar tüm direniş noktaları susturulmuş, Yıldız kontrol altına alınmıştı. 27 Nisan’da toplanan Meclis milli hal kararı aldı ve Ziyaeddin Efendi’nin fetvasıyla Abdülhamid saltanatı sona erdirildi. Bu Meclis’e Abdülhamid’in yedi kere sadarete getirdiği Said Paşa riyaset ediyordu. Said Paşa tam bir Brütüs kesmiş, 33 yıllık saltanat süresince çektiği kahırlar, ezilip horlanma, kullanılıp mendil gibi atılma sahneleri gözünün önüne gelmişti... ‘Hal’ kararını Abdülhamid’e tebliğ için Gürcü Arif Hikmet Paşa, Arnavut Esat Toptani, Ermeni Aram Efendi ve Musevi Emanuel Karasu seçilmişti. “‘Hal’ kararının tebliği milli ve dini bir mesele olduğu için, böyle bir heyete tevdi edilmesi” gurur kırıcıydı. Kısacası ‘hal’ fetvasını dört kişilik bu adam müsveddeleri tebliğ etmiş oldu.
Abdülhamid’in ilk aklına gelen hayatının korunmasıydı. Ömrünün sonunu Çırağan Sarayı’nda geçirmek istiyordu. Ancak felaketin daha büyüğü kapıdaydı. Hareket Ordusu Abdülhamid’i Selanik’e gönderme kararı aldı. Karar ne kadar halisane olursa olsun İttihat Terakki’nin güç gösterisiydi. Cemiyetin ve Meşrutiyet’in kalbi Selanik’te attığına göre, onu kontrol için en uygun yer orasıydı. Abdülhamid İstanbul’da kaldığı sürece fesat çıkarabilirdi.
27 Nisan 1909 Osmanlı hanedanı için uğursuzluk ve sevinç günü oldu. Sultan Reşad da o gün tahta oturdu. Abdülhamid’e sürgün kararını Mabeyn’de Hüseyin Hüsnü Paşa, Galip Bey (Pasiner) ve Ali Fethi Bey (Okyar) tebliğ ettiler. Hüseyin Hüsnü Paşa, saygılı bir şekilde kararı Abdülhamid’e bildirdi. Abdülhamid’in aklına kanlı saltanat değişimleri gelmiş, bu karardan ürpermişti. Ben Selanik’e gidemem dedi. Hüsnü Paşa: “... Efendim, kerem ediniz, ordu bu karardan rücu edemez. Hayatınız tekeffül edilmiştir” diyerek yumuşattı.
27/28 Nisan Abdülhamid’i çaresizliğe sürükleyen zulmet gecesi oldu. Selanik treni Sirkeci’de tren bekliyordu. 33 yıldır saltanat sürdüğü sarayını aniden terketmek kolay değildi. Birkaç bavul içine bazı eşya ile mücevheratı toparlayabildiler. Dört kadın efendisi, iki şehzadesi ile Şadiye, Ayşe ve Refia sultanları ve 32 kişilik kafileyi belirledi. Yıldız’ın her köşe bucağında hafiye jurnalleri kalmıştı...Yere serdiği halılar, duvara astığı tablolar, kendi eliyle işlediği masalar... Mikado’nun hediye ettiği kuşlar... Hamidiye Marşı’nı ezberlemiş papağanlar... Yıldız bahçesinde dolaşan her cinsten kediler ve köpekler... El emeği göz nuru köşkler ne olacaktı?
Abdülhamid Balkan Harbine kadar Selanik’te kaldı. Harp çıkınca Beylerbeyi Sarayı’na getirildi ve 1918 Şubat’ında eceliyle öldü. Ölümünün 100. yıldönümünde (2018), Sayın TC. Cumhurbaşkanı aynı Mabeyn salonunda günün anısına şunları söyledi: “Ulu Hakan bu salonda kendi ‘hal’ fetvasını imzaladı ve idam edildi.” Bu yanlış ve gerçek dışı bilgileri tarih danışmanları vermiş olmalıydı.

110. yıldönümünde 31 Mart:
Ziya Paşa’nın bir şiirini anımsayarak olaydan günümüze bir projeksiyon yapalım: “Ne günlere kaldık ey Gazi Hünkâr/ Katır mühürdar oldu Eşşek defterdar.” Evet bugün 31 Mart’ın 110. yıldönümüdür:
1- Tanzimattan sonra tüm kalelerini modernizme kaptıran medrese öğretisi, 2. meşrutiyette kök paradigmalarına yeniden sarılarak İslamcılık perdesiyle bir provokasyona girişmiştir. Ancak sonunda yenilerek, istibdadın tozları silkelenip 33 yıllık bir despot tahtından indirilmiştir. İlk defa ‘irtica, irticaiyyun ve mürteci’ kavramları literatüre girmiş, daha sonraları ‘takunyalı, din baronu, ham sofu kaba yobaz’ deyimleriyle renklenmiştir.
2- Bize göre 31 Mart Ayaklanması birkaç softa ve çavuşun becereceği bir olay değil, daha üst düzeyde bir tasarım, ancak acemice hazırlanmış kirli bir tezgâhtır. Bu nedenle cami avlusuna bırakılmış çocuk gibi nesebi belirsiz kalmış, üstüne alan çıkmamıştır. Demokrasi nimetleriyle iktidara gelen Siyasal İslamcılığın günümüzdeki “tekbir” sesleri yüz sene önceki emsalleriyle kıyaslanırsa, uygarlık karşısında geri kalma kompleksinin intikam hırsları eskilerden farklı değildir. İleriyi geride arayan medrese öğretisinin günümüz bilinç düzeyi, inanç manzumesinde “küfür” olarak gördüğü demokrasiyi halen sindiremediği ortada ve tartışılmaz gerçekliktir...
(*) NOT: Bu yazının 43 dipnotunu kullanamadığımız için özür dileriz.

Osman Selim Ko cahanoğlu / Araştırmacı-Yazar



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları