Feyzi Açıkalın

Memleketin yüküyle geziye bile çıkamazsın

24 Nisan 2019 Çarşamba

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’na linç girişimini bir gezide öğrendim. Doğu ve Batıyı yani Grek ve Pers’i birleştirme hayali kuran Helenistik dönem Ermeni Kommagene kralı Mithridates’in, bu amaçla tanrılarla anlaşma yaptığı bir coğrafyadaydım.

Şarap tanrısı Dionysos’un sarhoş betimlendiği; babası, ölümlü ölümsüz herkese aşık olabilen tanrıların tanrısı Zeus’un Europa’yı kaçırabilmek için boğa kılığına girmesinin mozaiğe dökülüp, evleri süslediği o güzel topraklardaydım.

Ülkesine kırk yıldan beri hizmet eden insanların buluşması olan gezinin, coğrafya ya da kültürel mirası öğrenmekten ziyade bir insan gözlemine dönüşeceğini henüz bilmiyordum.

Bölgedeki insan varlığını daha detaylı incelemeye, belki de Kılıçdaroğlu’na saldırı girişimi sonrasındaki yayımlanan, başları kırmızı daire içine alınmış saldırganların fotografları neden olmuştu. Kommagene’den kalmış, farklı kültürlerin barış içinde yaşama alışkanlığı olan topraklardaki insanlar da bu surette miydi?

Bakkal Birol abiyi tanıdım öncelikle. İstanbul’daki, muhtemelen taşeronu olduğu modern apartmanın müştemilatına kaçak olarak kondurduğu şarküteriyi işleten Karadenizli’den farkını gördüm. Siyasi bilincine hayran oldum.

Yarım kuzuyu dışarı, tezgaha öylece asmış bir kasabın ustasından aldığı, “Terazinin g.tü hep yere değecek ki, dükkana hey gelsin” dersini dinledim. Ustası bu sözleriyle, küçük gramaj hesaplarıyla uğraşmak yerine, terazinin kefesini hep müşteri lehine aşağıda tutması gerektiğini, böylece dükkana uğur getireceğini öğütlemekteydi!

Cuma namazını aksatıp kahvede kağıt oynamaya giden bıçkınlarla tanıştım. Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar’ın, “Arkadaşlar!” diye seslendiği insanlardan belki fiziksel olarak değil ama iyi niyet ve içtenlikleriyle çok daha farklı görüntüdeydiler.

Dükkanının önünde, açıkta sergilediği çerezlerini yiye yiye ilerlediğimiz esnafın; durakta tanıştığımız insanın; çekinerek fotografını çekmek için izin istediğimiz bakır ustasının samimi onayına ve davetkarlığına şaşırıp kaldım.

Ailenin küçük çocuğunun sınıfındaki çok kültürlü ortamdan etkilenip anne babasına, “Biz şimdi hangi dini seçeceğiz?” diye safça soru yönelttiği dostlar edindim.

Şehrin kadim yerlisi Musevilerin, Ramazan ayında ellerinde sefer tası ile mahallesindeki ihtiyaç sahiplerine yemek dağıttığı sokaklarda gezindim.

Gözlerin derinlik algısının sınandığı, yemyeşil ovalar ve yükseltileriyle çok farklı bir güzellikteki coğrafyadan geçerken hemen birkaç kilometre ötedeki savaşı hatırladım. Vebali ile günahı ile içinde olunan, komşudaki yıkımın etkisinin her anlamda hissedildiği şehirleri gezdim.

Ne acayip bir rastlantıdır ki, devletin protokol uygulamasındaki beşinci kişinin korumasız kaldığı o saldırının öncesinde bir gösteri izledim. Antakya Medeniyetler Korosu’nun, “medeniyetler” üst başlığıyla adlandırılıp, aslında “dinler” anlamına gelen müzik dinletisindeydim.

Hoşgörüden, sevgiden, saygıdan, barıştan bahsedildiği bir müzik ziyafetiydi. Ortaya karışık, mavi boncukların dağıtıldığı, herkesin kendinden bir şey bulduğu için coşkunlukla alkışladığı bir devlet projesi gibiydi.

İyi niyetle yola çıkılmış ama bölgedeki, medeniyetler kaynaşmasının asıl kaynağı olan Kommagene’den kalan hoşgörü mirasının, ülke bütününe aitmiş gibi sunulduğu bir gösteriydi izlediğim.

Kaşın üstünde gözün var diyerek izlense bile zevk alınan gösteri, hemen ertesi gün Anadolu’nun bir başka yöresinde ortaya konan vandallıkla sıfırlanmıştı. Memleketin yükü insanı gezide bile rahat bırakmıyordu. Kommagene’de olmayan “kötülük tanrısı” günümüzde hüküm sürdüğü müddetçe ülke insanı bunu yaşayacaktı…



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları