Ergin Yıldızoğlu
Ergin Yıldızoğlu ergin.yildizoglu@gmail.com Son Yazısı / Tüm Yazıları

Berlin, Londra, Atina

16 Aralık 2008 Salı

Geçen hafta Almanya ile İngiltere arasında yaşanan tartışmalar, yönetenlerin eskisi gibi yönetmekte zorluk çektiklerini bir kez daha gösterirken, hafta boyunca tüm Yunanistanı etkisi altına alan, hatta kimi Avrupa kentlerine de sıçrayan eylemler, yönetilenlerin de duyarlılıklarında bir değişimin başlamış olabileceğinidüşündürüyordu.

‘U’ dönüşü, ‘Almanya sorunu’

Ekonomik krizde, ABD başta olmak üzere, yönetenler eskisi gibi yönetemedikleriiçin, bir Udönüşü yaparak, bütçe açığı kaygısını, mali disiplini (neoliberalizmi) rüzgâra savurup bankalarını kurtarmaya, tüketici talebini güçlendirmeye yönelik kamu harcamalarına (maliye politikaları) yöneldiler.

Ancak bu Udönüşüne başlayanların, kriz karşısında, eşgüdüm içinde hareket etmekte büyük zorluk çektiklerini görüyoruz. Küreselleşmeulus devleti etkisizleştirmediği gibi, ulusal çıkar anlayışını, uluslararası sermayenin ulusal dayanaklarını da ortadan kaldırmamış meğerse...

Bu gerçeği, ulus devleti etkisizleştirmede en ileri gittiği varsayılan Avrupa Birliğinde görmek çok öğretici. Kriz başladığından bu yana AB liderliği (Almanya, Fransa, İngiltere) ortak bir kriz yönetim modeli, kurtarma paketioluşturmakta zorlanıyor. Geçen hafta üzerinde anlaşılan200 milyar Avroluk destekleme paketi öncesinde İngiltere-Fransa inisiyatifi, karşısında Almanyanın direnci, Almanya sorununun adeta yeniden gündeme gelmeye başladığını düşündürüyordu.

Alman Maliye Bakanı Steinbrückün, İngiliz hükümetinin ekonomi politikalarını eleştirirken, diplomasi kurallarını çiğneyerek sarf ettiği kaba saba Keynesçilik”, “İşçi Partisi politikalarının iflasıgibi ifadeler, bu direncin en son örneğiydi. Şansölye Merkel ve Maliye Bakanı Steinbrück, yıllardır sıkı bütçe politikasının önemi üzerine söylevlerini dinledikleri, ama şimdi bir Udönüşü yapan İngilterenin peşine takılmak istemiyor, hem Avro bölgesine yönelik bir mali pakete hem de karbon emisyonunu sınırlayan tedbirlere katılmakta isteksiz davranıyorlardı.

Bu isteksizliğin arkasında, Hıristiyan Demokrat - Sosyal Demokrat koalisyonun üyelerinin yaklaşan seçimlere ilişkin siyasi kaygıları olduğu kadar, Almanya ekonomisinin özgün koşulları da yatıyor. Almanya ekonomisi, The Guardianın bir yorumunda özetlendiği gibi, ABD ve İngiltereden farklı olarak öncelikle, gelirinin yüzde 60ını ihracattan elde eden güçlü bir sanayi sektörüne dayanıyor. Tüketici, konut kredileri sektöründe sorunlar, neoliberal finansallaşmanın batağındaki ülkelerinki kadar ağır değil, Alman hane halkı tasarruf oranları da görece yüksek. Dahası, Almanya denk bir bütçeye, Çinden sonra en büyük cari hesap fazlasına sahip...

Bu koşullarda, Almanyadaki egemen sermaye açısından iç talebin teşvikine yönelik bir mali paket en azından şimdilik gerekli değil. Alman yönetimi de, mali kaynakları daha sonra, gerektiğinde, uluslararası rekabet gücü yüksek, istihdama da en büyük katkıyı sağlayan otomotive (her yedi kişiden biri bu sektörde çalışıyor) gibi sektörleri desteklemekte kullanmayı planlıyor.

Alman hükümetinin, İngiltere ve Fransayla arasındaki uyumsuzlukta, uluslararası mali ve sanayi rekabetinin de önemli bir rol oynadığı söylenebilir. Mali rekabet, Londra ve Frankfurt borsaları arasında yaşanıyor. Alman Maliye Bakanının İngilterenin ekonomi politikalarına yönelik eleştirileri, sterlinin geleceğine, Londra borsasının çekiciliğine gölge düşürüyor. Avro bölgesine yönelik mali destekteki isteksizliğin ise iki nedeni olabilir. Biri Almanya, herhangi bir paketin yüzde 20ye yakın yükünü üstleneceğini biliyor. İkincisi, Fransa Devlet Başkanı Sarkozynin deyimiyle Fransa çalışırken Almanyanın düşünmesiiçin geçen sürede, diğer ülkelerde iflasların hızlanması, özellikle otomotiv ve iş aletleri sektörlerinde Alman şirketlerine yeni piyasaların, olanakların açılmasını getirebilir. Cuma günü gerçekleştirilen anlaşmaya karşın, Almanyanın bağımsız davranma eğiliminin giderek artması, Avro bölgesi içinde çelişkilerin daha da büyümesi beklenebilir.

Yeni bir dalga mı?

Sivil polislerin, 6 Aralık günü Atinanın sol eğilimli, karşıt kültürçevrelerinin yoğunlaştığı, yıllardır, sık sık polisle çatışmaların yaşandığı Exarchia mahallesinde 15 yaşında bir genci vurarak öldürmesi Kathimerininin bir yorumunda vurguladığı gibi, hiç de beklenmedik bir şey değildi (11/12/08). Ama, ardından patlak veren, hızla ülkenin büyük kentlerini saran, önceden planlanmış bir genel grevle de çakışan protesto gösterileri, herkeste şok yarattı. BBCnin saygın ve soğukkanlı olarak nitelediği gazete Kathimerininin cuma günkü yorumunun başlığı da Yanılsamaların peçesi kalktı diyordu. Yorumcu, Nikos Konstandarsa göre geçen hafta Yunanistanı sarsan ve üniversite işgalleri, sokak çatışmalarıyla ikinci haftasına girmekte olan toplumsal olayların yarattığı radikalleşmenin sonuçları gelecek on yıl boyunca yaşanacak. (AthensPlus, 12/12/08)

Şok”, “yanılsamaların kaybolması”, “radikalleşmebeklentisi (öznelliklerin yeniden şekillenmesi) gibi saptamalar, bize bu çatışmaların bir tarihsel olayniteliği taşıdığını söylüyor.

Yıllardır biriken ekonomik toplumsal sorunlarla, meşruiyeti zayıf bir devletin ve ekonomik kriz içinde izlenen neoliberal hükümet politikalarının, Yunan solunun hâlâ kaybolmamış radikal geleneğinin tarihsel zemini üzerinde kesişmesinin, bir olay alanı yarattığı söylenebilir. Bundan sonra artık olayındoğması için tek eksik, tetikleyici bir rastlantıyı müdahale aracı olarak kullanacak bir öznedir”. Yunan Anarşist hareketi ve SYRIZA olarak bilinen sol ittifakının harekete geçirdiği yeni orta sınıfın (benim yeni proletaryaolarak nitelediğim kesim) bu tarihsel işlevi başarıyla gerçekleştirerek olayıyarattığı görülüyor. Proletaryanın geleneksel ve yeni kesimlerinin bir olayın içinde birleşmesine olanak sağlayan Genel Grev ise, tarihin ilginç bir cilvesi”.

Der Spiegelden The Guardiana, Le Mondedan, Liberationa, Kathimeriniye kadar hemen tüm yorumcular, Anarşist grupların olayları başlattığını, eyleme katılan, sokaklardaki kitlenin esas olarak öğrencilerden, lise, üniversite öğretim üyelerinden, beyaz yakalı”, eğitimli kesimlerden oluştuğunu; gelip geçen halkın, alışveriş yapan kadınların sokaklardakilerle samimi iletişimine ilişkin gözlemleri aktarıyorlardı. Hizmet sektörünün, bilişim endüstrisinin yükselmesiyle başlayan yeni sınıf şekilenmelerinin ayırdında olmayan kimi yorumcularsa, sokaktaki kitlenin belirleyici niteliğini küçükburjuva(orta sınıf) olarak saptıyordu. Belli ki Türkiyede nisan mitinglerine katılan kitlenin sosyal özelliklerine çok benzeyen (geleneksel işçi sınıfının sokak eylemlerine katılımının yoğun olmadığı bildiriliyor) bir kitle vardı sokakta.

Yukarda değindiğim çeşitli yayın organları, bu kesimin sorunlarını, kızgınlığının kaynaklarını aktarırken, sol geleneğin yanı sıra, yönetimin neoliberal politikalarının yıkıcı etkilerinin, kamu arazilerinin yok pahasına, hükümet üyelerini de içeren yolsuzluklar yoluyla müteahhitlere satılmasının, hükümetin kriz vurunca bankalara 28 milyar Avro verirken sosyal hizmetleri kısmasının, eğitimli gençlik içinde yaygın işsizliğin, düşük ücretlerin, geleceğe yönelik umutsuzluğun altını çiziyorlardı.

The Daily Telegraph gibi muhafazakâr basından yorumcular, benzer koşulların İspanya, İtalya gibi ülkelerin yanı sıra, İngiltere ve Fransa için de geçerli olduğunu, ekonomik kriz ilerledikçe bu tip sosyal olayların sıklaşacağını düşünüyorlar. (11/12). Cumartesi günü Le Monde ve The Independentın, Pazar günü de The Guardianın yorumcuları da aynı fikirdeydi (13/12).



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Trump! Nasıl yani? (2) 14 Kasım 2024

Günün Köşe Yazıları