Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu, 'Sultanizmde hesap verilmez'

Siyaset bilimci Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu, sultanizmin beş özelliği bulunduğunu, bugün beşinin de Türkiye’de mevcut olduğunu söyledi. Kalaycıoğlu, Cumhuriyet’e konuştu.

Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu, 'Sultanizmde hesap verilmez'
Abone Ol google-news
Yayınlanma: 01.11.2021 - 04:00

Neden Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu? İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi 1973 yılı mezunu. ABD’de Iowa Üniversitesi’nde siyaset bilimi bölümüne devam ederek yüksek lisans ve doktora programını tamamladı. İstanbul Üniversitesi İktisat ve Siyasal Bilimler fakülteleriyle, Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde öğretim üyeliği yaptı. 2004-2007 arasında ise Işık Üniversitesi’nin rektörlüğü görevini yürüttü. Halen Sabancı Üniversitesi’nde emeritus öğretim üyesi olan siyaset bilimi profesörü, “Siyasal Katılma ve Seçmen Davranışı”, “Değerler Araştırması”, “Milliyetçilik” gibi birçok araştırmada yer aldı. Ülkenin seçim havasına girmesiyle siyasetin dili daha da sertleşince, bize de Prof. Kalaycıoğlu’na sormak kaldı.   

- 1982 Anayasası başından itibaren hesap vermez bir Cumhurbaşkanlığı kurumu yaratmış durumda. 1989’dan beri her yerde başkanlık sistemiyle demokrasiye geçilemeyeceğini anlatmaya çalışıyorum. Özal, bu rejim değişikliğini talep eden ilk lider oldu ama gerçekleştiremedi, ömrü yetmedi. Demirel yapamadı, Erdoğan yaptı. Sonuçta ortaya modern kılıklı geleneksel bir rejim, neo-patrimonyal sultanizm çıktı.

- Sultanizm kavramını, fizikçinin kütleyi ya da momenti kullandığı gibi teknik bir kavram olarak kullanıyorum bu bağlamda. Sultanizmin beş özelliği var, beşi de Türkiye’de mevcut. Birincisi kuvvetler ayrılığının tersi olarak hükümet ve devlet arasındaki farkların bulanıklaşması. Yasamanın hiçbir etkinliğinin olmaması, iktidar partisinin hem hükümete hem de devlete hâkim olmasıyla bir tür parti devletinin oluşması...

- İkincisi, kişiselliğin yönetim üslubuna egemen olması, kurumların kıymetinin olmayışı… Üçüncüsü mevcut anayasa, yasa ve genel olarak her kuralın seçici olarak uygulanması veya yönetimde hiç kale alınmaması. Dördüncüsü çoğulculuğun ortadan kaldırılarak devlet ve liderin sınırsız iktidarının kurulması. Beşincisi ekonominin kurallarının çarpıtılarak ahbap çavuş ekonomisi halinde işlemesi.

Ersin Kalaycıoğlu ve İpek Özbey.

• Türkiye’nin bugünü hakkında bir makale yazsanız, hangi başlığı atardınız?

Bugünlerde yazılan makalelerde atılan başlıklar “Demokrasinin Geriye Düşüşü”, “Otoriterleşme” şeklinde. Türkiye çeşitli sosyo-kültürel fay hatlarıyla bölünmüş bir ülke. Bu fay hatlarının iki tarafında yer alanlar arasındaki farklılıklar ve ayrımlar arttı. Bunun üzerinden bir cepheleşme var. Cepheleşme kültürel değerler üzerinden olduğundan mücadele de bu kültürel kimlikler, değerler üzerinden bir boğuşma ve adeta savaş olarak devam ediyor. Almanların güzel bir kavramı var; “kulturkampf” diyorlar. Kültürel boğuşma demek… Ben de böyle derdim.

• Türkiye böyle bir dönem mi yaşıyor?

Evet, bir tarafta tamamen seküler bir dünyaya, diğer tarafta tamamen kutsala inanan, ayrışmış insanlar… Çoğunluk merkezde, ikisi arasında gidip geliyor. Bunun ötesinde Türk siyasal sistemi mezhepler üzerinden Sünni mutekit - Alevi, Türk-Kürt milliyetçiliği ve demokratikleşme-otoriterleşme üzerinden ayrışan bir yapıya dönüştü. Böylece seçmen içerisinde sekiz blok oluştu. Bunlar birbiriyle örtüşüyor, aynı zamanda çeşitli değerler itibarıyla da çatışıyor. O yüzden çok sayıda konuyu kakofoni halinde tartışmaya başlıyoruz. Bu da siyaset erbaplarına sömürebilecekleri muazzam bir maden teslim ediyor.

• Ülkeye kaybettiriyor ama siyasetçiye kazandırıyor, öyle mi?

Ülkeye kaybettiriyor mu, emin değilim. Bizim durumumuzda olan birçok ülke var. Mesela İsviçre, Belçika, Hollanda var. Bunlar yüzyıllardır bu boğuşmaları yaşıyorlar. Ama bunlarla yaşamayı öğrenmiş durumdalar. Birbirlerini boğazlamadan, dışlamadan, kucaklayarak, dolayısıyla demokrasi olarak yaşamayı öğrenmişler. Biz henüz başlarındayız. Yaşananları yapay bir gündem kabul edip bir kenara bırakamayız. Biz bunları yaşayacağız, çünkü bu aynı zamanda bizim kim olduğumuzun, toplumsal hayatımızın anlamını tanımlıyor. Aynı zamanda biz doğup büyürken kendi siyasal kimliğimizi oluşturuyoruz, bu kimliğin unsurları bunlar…

• Yani “Demokrasiye varmak için bizim de bunları yaşamamız gerekiyor” mu diyorsunuz?

Aynı aşamalardan geçer miyiz, bilmiyorum. Buralarda da çeşitli kırılmalar oluyor. Mesela İsviçre 1850’lerde bir iç savaş yaşadı. Tartışmalar, mücadeleler savaşa da dönüşebilir. Savaşa dönüştürmeden, belli bir gerilimde tutmayı becermek ve şöyle bir algıya sahip olabilmek gerekiyor: “Birbirimizi yok edemeyiz. Dolayısıyla bir arada yaşamanın koşulları neler olabilir?” İsviçreliler, Hollandalılar çoğulcu bir demokrasiyi uygulayarak bunu bulmuşlar. Azınlıkları dışlamamışlar, “Sen sus, köşene otur” dememişler, olabildiğince temsil imkânı vermişler, onları siyasal karar alma sürecinin içine sokmuşlar. Ülkenin eşit, saygıdeğer, onurlu vatandaşları olarak kabul ederek demokrasiyi sağlamışlar. Zaten demokrasinin iki temel unsuru var, birincisi halkı kucaklamak ve benimsemek için elzem olan siyasal katılma ve temsil, ikincisi itiraz ve şikâyet edebilmelerini sağlayacak güçlü bir muhalefet.

• Türkiye kutuplaşırken bir başka istenmeyen durum daha ortaya çıktı, kurumlar da hasar gördü... Adalet kurumu bunlardan biri... Merkez Bankası bunlardan biri... Haksız yere yıllarca hapis yatılabiliyor, bir gecede fakirleştirecek kararlar alınabiliyor. Yurttaş kutuplaşmayı ve kurumsuzlaşmayı derinden hissediyor aslında... Yine de sormak istiyorum: Siz yurttaşın güçlü bir biçimde eşitlik, adalet talebi olduğunu düşünüyor musunuz?

Elbette. Eşitlik, adalet gibi fikirler Türkiye’ye dışardan gelmiş şeyler değil. Büyük ölçüde Türkiye’deki kültürle de ilişkili. Tabii dini değerlerin ve düşüncelerin de çok önemli bir rolü var. Bakın camide protokol yapmaya kalkıyorlar, herkes tepki gösteriyor, çünkü camide herkes eşittir. Böyle bir kültürde eşitsizliği meşrulaştırmak kolay iş değil. Bir eşitlik ve adalet talebi var. Ayrıca çok uzun yıllar gerçekleştirilememiş ama adalet dediğimiz bir dini ilke de var aynı zamanda. Aslında bizim bir zihniyet değişikliği yaşamamız gerekiyor.

• En son ne zaman yaşandı bu, örnek?

Soğuk Savaş bittiğinde yaşadık. Türkiye, birdenbire gündemini ekonomik meselelerden sosyo-ekonomik sınıfsal ayrımlardan, onun üretmiş olduğu sol-sağ düşünceden ayırdı. Hızlı bir şekilde mutekit Sünnilik ve milliyetçilik konusundaki farklı değerler siyasette büyük ağırlığıyla ortaya çıktı. Bütün daha önce tartışılmış olan değer manzumesi bir kenara atıldı, dini ve etnik değer ve kimlikler onların yerine geçerek siyasete bir tür ağırlık koydu. Bunu 1995 seçimlerinden itibaren gördük. Onun yüzünden zaten Milliyetçi Hareket Partisi ve Milli Selamet Partisi 1970’lerde marjinal partilerken onların devamı olan partiler 1990’larda büyük bir çıkışa sahne oldu. Oylarında muazzam artışlar yaşanmaya başladı ve Türkiye siyasetini aşırı sağa kaydırdı. O zihniyet yapısı içinde biz giderek otoriterleşen bir eğilim gösterdik, çünkü aşırı sağdan demokrasi üretmeniz mümkün değil. Dolayısıyla ayrışma oldu ve kültürel fay hatları üzerinden mücadeleye, zaman zaman savaş mahiyetindeki boğuşmaya vardı. Türkiye’de kutuplaşma değil, kültürel farklar üzerinden cepheleşmeler ve onların yarattığı saflaşma var.

DERDİMİZ PSİKOLOJİK

• AKP, iktidara geldiğinden beri koalisyonların ülkeye nasıl zarar verdiğini anlatıyor. Oysa şimdiki duruma bakınca aslında pek de öyle değilmiş...

Şu anda Türkiye, tarihinin en ciddi iktisadi küçülmelerinden birini yaşıyor. Yedi dönemdir kişi başına GSYH düşüyor. Geçen sene sonunda 2013’te 12.500 dolar civarında olan bu gelir, 8.600 dolar civarına indi; bu, koalisyon hükümetiyle mi oldu? Koalisyon hükümetleri döneminde böyle yedi dönem üst üste küçülme diye bir şey yoktu. Özellikle, 90’larda Türkiye ekonomisi büyüdü, küçülmedi…

• Öyleyse nedir derdimiz?

Burada daha ziyade psikolojik bir derdimiz varmış gibi görünüyor. Bir de büyük sermayenin itirazı var, çünkü devlet üzerinden iş görüyorlar, orada tek bir muhatap istiyorlar. İyi de yapay üretilmiş parti hükümeti çoğunlukçu yönetim anlayışıyla birleşince sonuç demokrasi olmuyor işte… Zaman itibarıyla demokrasi seviye kaybediyor, otoriter bir rejime dönüşüyor. Bir de anayasayı buna göre değiştirdiğinizde sorun katlanıyor. 1982 Anayasası zaten başından itibaren hesap vermez bir Cumhurbaşkanlığı kurumu yaratmış durumda. 1989’dan beri her yerde başkanlık sistemiyle demokrasiye geçilemeyeceğini anlatmaya çalışıyorum. Özal, bu rejim değişikliğini talep eden ilk lider oldu ama gerçekleştiremedi, ömrü yetmedi. Demirel yapamadı, Erdoğan yaptı. Sonuçta ortaya modern kılıklı geleneksel bir rejim, neo-patrimonyal sultanizm çıktı. Sultanizm kavramını, fizikçinin kütleyi ya da momenti kullandığı gibi teknik bir kavram olarak kullanıyorum bu bağlamda.

BEŞ ÖZELLİĞİ VAR

• Sultanizm diyorsunuz, teknik bir kavram olarak kullandığınızı söylüyorsunuz, peki nedir özellikleri?

Beş özelliği var, beşi de Türkiye’de mevcut. Birincisi kuvvetler ayrılığının tersi olarak hükümet ve devlet arasındaki farkların bulanıklaşması. Yasamanın hiçbir etkinliğinin olmaması, iktidar partisinin hem hükümete hem de devlete hâkim olmasıyla bir tür parti devletinin oluşması…

• Ne kadar belirgin bir özellik…

Bitmedi… İkincisi, kişiselliğin yönetim üslubuna egemen olması, kurumların kıymetinin olmayışı… Üçüncüsü mevcut anayasa, yasa ve genel olarak her kuralın seçici olarak uygulanması veya yönetimde hiç kale alınmaması. Dördüncüsü, rejimin toplumsal kökenlerinin zayıflayarak iktidarın merkezileştirilmesi, çoğulculuğun ortadan kaldırılarak devlet ve liderin sınırsız iktidarının kurulması. Beşincisi, ekonominin kurallarının çarpıtılarak ahbap çavuş ekonomisi halinde işlemesi.

• Kararların tek kişinin inisiyatifinde olmasını en son Merkez Bankası ya da büyükelçi krizinde gördük. Sultanizmle yönetilen ülkelerden örnekler verebilir misiniz?

Nikaragua mesela. Tam bir sultanizm, Devlet Başkanı Daniel Ortega’nın başkan yardımcısı, eşi. Seçime giderken mağlup olmasını sağlayacak adayı hapse attırdı. 15 aday var, risk oluşturmayan altı tanesini onayladılar. Haiti, Afrika’da Zaire, Bokassa’nın Orta Afrika Cumhuriyeti diğer örnekler.

BU SİYASAL YAKLAŞIM GERÇEĞİ İTİBARSIZLAŞTIRIYOR

• Son fotoğrafa bakalım. MHP lideri grup toplantısında Kavala’yı ülkeden kovuyor, Anayasa Mahkemesi’ni kapatıyor. Öte yandan Erdoğan grup toplantısında Kılıçdaroğlu’na Çubuk’taki saldırının görüntülerini izletiyor, tezkereye hayır oyu veren CHP’yi HDP ile ilişkilendiriyor… Seçim sürecinde ortamın daha sertleşmesini bekliyor musunuz?

Hiç şüphesiz. Bu sürecin arkasında çok ciddi bir güven bunalımı yatıyor. Muhalefet, iktidardakilere, özellikle Erdoğan’a güvenmiyor. Tezkere tartışmalarında bu gündeme geldi. “Bu iki yılı neden istiyorsunuz, daha önce bir yıl istiyordunuz. Acaba seçim sürecinde mi kullanacaksınız” diye hem Aytun Çıray hem Özgür Özel sordu. Bir şekilde “Seçimi yaptırmayacaksın ya da erteleteceksin” diye niyet okumaya başladılar. Niyet okuma güvensizliğin olduğu yerde başlar. Aynı şekilde iktidardakiler de muhalefete güven duymuyor ve onları düşman olarak görüyor. Bir savaş ortamında yaşıyormuşuz gibi takdim ediliyor her şey. Birbiriyle uyuşmayan iki siyasal akım birbirlerini ortadan kaldırmak için varoluşçu bir mücadeleye girmiş gibi. Bu güvensizlik 1982 Anayasası’ndaki “devlet başkanlığı rolünü oynayan kişilerin aynı zamanda diğer kurumları da kontrol altına alarak hesap veremez bir konuma girmesi” ile ortaya çıkıyor. Sultanizme dönüştüğünde artık hesap verme söz konusu değildir.

• Bazı vakıflar üzerinden ortaya saçılanların hesabının sorulmaması gibi... Ya da 128 milyarın hesabının verilmemesi gibi...

Hesap verse demokratik olur zaten. Borowiak’ın Accountability nand Democracy adlı kitabı “Hesap vermeyen demokrasi istibdattır” diye başlıyor. Bu yol bizi şöyle bir sonuca getirdi: Cumhurbaşkanı seçilen kişinin birdenbire üç şapkası oldu: Cumhurbaşkanı, hükümet başkanı ve parti başkanı şapkası. Kimsenin bu üç şapkayı aynı anda taşıması mümkün değil. Öncelik vereceksiniz, Tayyip Erdoğan’ın önceliği parti başkanlığında. İlçe parti kongrelerine kadar gidiyor. Parti başkanlığına bu kadar öncelik veren birinin partizan olmama ihtimali var mı? Mümkün değil… Muhalefete de partizanca yaklaşıyor. O zaman Cumhurbaşkanlığı’nın devleti kucaklayan, herkesin cumhurbaşkanı olma rolünü oynamasının yolu kalmamıştır. Türkiye’nin kriz dönemlerinde de bu rolü oynayabilecek kimse yok. Güvensizlik başladığı zaman karşı tarafın niyetini okumaya başlıyorsunuz. Düşmanlık oluyor, düşmanlık düşmanlık doğuruyor. Daha da sertleşen dil, siyasi cinayetler tartışmasına kadar varıyor. Bu duruma, sultanizmin en önemli neticelerinden olan karar istikrarsızlığı da eklenince, hükümet etme iyice zorlaşıyor.

- Merkez Bankası’nda olduğu gibi…

Merkez bankalarının tüm dünyada temel amacı fiyat istikrarını temin etmektir. Merkez Bankası’nın çalışmasını engelleyen ve kurumsal yapısını ortadan kaldıran bir hale geldiğimiz için “Fiyat İstikrarı Komitesi” diye bir birim kurdular. Buna ne gerek var, Merkez Bankası’nın varlık sebebi bu değil mi zaten? Pekiyi, bu komitenin çalışmasıyla ilgili bir şey duydunuz mu, hayır. Neye yarıyor? Bu istikrarsızlıklar ekonomiyi zorluyor.

• Ve yoksulluğu artırıyor, ama Erdoğan aynı görüşte değil: “Avrupa’ya bakalım, İngiltere’de raflar boş, Amerika’da boş, Avrupa’da boş, elhamdülillah bizde bolluk bereket yoluna devam ediyor. Fakat nankörlere ne anlatırsan anlat anlamazlar” diyor. Bu yoksulluğu yaşayan halk nasıl inanıyor ve yeniden oy veriyor?

Burada özel bir siyasal iletişimden bahsediyoruz. Bu söylemlerde halkçı yaklaşımın çok önemli etkisi var. Halk ve kendisinin mikrofonu olarak gördüğü lider arasındaki müthiş bir aidiyet duygusu, bağımlılık ve inanç. Söylemi ne kadar gerçek ötesi olursa olsun itibar görüyor. Neden bilim adamının söylediğine inansın, o halktan değil, o, düşman tarafından. Elit. “Elit sizi kandırıyor. Bunlara inanmayın. Bunlar sizi kandırıp, yoksul bırakıyor. Paranızı alıyor” diyor popülist politikacılar. Dolayısıyla onların herhangi bir şekilde itibarı kalmıyor. Esasında bu siyasal yaklaşım, gerçeği itibarsızlaştırıyor.

• Söyleyenin nasıl bir şatafat içinde yaşadığını görmüyor mu?

Görüyor, ama muhtemelen hak ettiğini düşünüyor. “Ben yaşayamıyorsam liderim yaşasın” türünden bir yaklaşım. Bu, bir noktadan sonra sosyal psikolojinin alanına giriyor. Burada liderin zihinsel manipülasyon becerisi var. Mesela şu anda dünyada bir tedarik zinciri krizi yaşanıyor. Tedarik zinciri krizi yaşandığı için o ülkelerde de sorun var argümanı kısmen doğru. Ama bu, makroekonominin hükümetler tarafından iyi yönetilmemesiyle ilişkili değil. Bizdeki kriz ise çok büyük ölçüde hükümetin aldığı kararların yanlışlığı, eksikliğinden kaynaklı. Bu nüansı tam enformasyona sahip olmayan bir kitleye nasıl anlatacaksınız? Türkiye’deki seçmen kitlesinin çok önemli bir kısmı ortaöğretim mezunu bile değil. Bu kitlenin yine önemli bir kısmına bilim teorisi değil, komplo teorisi anlatılabilir. Sadece Türkiye’de değil, dünyanın her yerinde öyle.

SEÇİMLERİN ZAMANI ÖNEMLİ

• Muhalefetin stratejisini nasıl buluyorsunuz?

Muhalefet, mümkün olanı yapabilmeye çalışıyor. Sultanizm rejimlerinde muhalefetin güçlü olduğunu gösteren hiçbir kanıt yok. Hatta birçoğunda muhalefet yok. Bunun en üst noktasına, zirvesine çıkmış olan Rusya. Muhalefet liderini öldürmeye kalktılar, beceremediler hapse attılar. Sonuç itibarıyla muhalefetin itibarsızlaştırılması, düşmanlaştırılması ve mümkünse yok edilmesi stratejisi uygulanıyor. Bizde de “Bunlar düşmandır, Türkiye’nin çıkarlarının karşısındadır” deniyor. Bu şartlar altında ne kadar muhalefet edebilirsiniz, söyleminizi karşı tarafa nasıl anlatabilirsiniz? Ki güvensizlik ortamındasınız, karşı taraf sizi düşman olarak görüyor. Bu şartlar altında daha önce rastlanmamış ölçüde farklı siyasal kökenden, ideolojiden, gelenekten siyasi partilerin demokratikleşme üzerinde birleşmeye çalıştıklarını görüyoruz. Şu ana kadar başarılı sayabileceğimiz bir noktadalar. Altı siyasal parti, artı HDP büyük ölçüde demokrasiye dönüş gereğinin farkında, muhalefet zaten demokrasinin tanımlayıcı unsuru, saygın kurumu, ne kadar muhalefet, o kadar demokrasi. Somut önerileri henüz ortaya çıkmadı ama muhalefetin şu aşamada bu kadar dayanışma gösterebilmiş olması bile bence önemli bir başarı.

• Seçimlerde ne olur diye sorsam, çok erken der misiniz?

Seçimler ne zaman olacak, nasıl olacak, hangi içerikte olacak, hiçbir şey bilmiyoruz. Bunu bilmeden birtakım tahminlerde bulunmayı abesle iştigal olarak kabul ediyorum.

• Yapılan anketler?

Onlar niyet belirtisi. “2018’deki oy buydu, bugün olsa şu olur” deniyor. Bugün verilen yanıtlar en fazla bir eğilim belirtisidir. Somut bir oy verme durumuyla ve davranışıyla karşı karşıya değil insanlar.

• O eğilim, seçim zamanında bambaşka bir tabloya evrilebilir mi?

Ne zaman olacağına bağlı.

• Zaman niye önemli?

Çünkü dünyada her şey çok hızlı bir şekilde değişiyor. İki yıl sonra Türkiye’nin ve dünyanın ne durumda olacağını ben bilmiyorum ki. 7 Haziran ile 1 Kasım arasındaki süreci hatırlayın. Dolayısıyla iki sene sürecek bir süreçte nelerle karşılaşacağız ve insanların algısını değiştirmek için neler yapacaklar? Bunların hepsini göreceğiz. Üstelik, hükümetten ayrılmanın maliyetini çok yüksek olarak kabul eden bir iktidar var. Dolayısıyla nasıl bir seçim yapacaklar, adil bir seçim mi olacak, serbest mi olacak, muhalefet partileri yasaklanacak mı, bilmiyoruz ki... Eğer 2015 Haziranı’na benzer bir seçim olursa, iktidar partisinin kazanma şansı yokmuş gibi görünüyor. Ama eğer 2018 Haziranı gibi olursa ne çıkacağını bilemiyorum. 2018 Haziranı’nda biliyorsunuz muhalefetin propaganda yapma şansı hemen hemen yoktu, OHAL koşullarında seçime gidilmişti. Yüksek Seçim Kurulu’nun tarafsızlığı 2017 halkoylamasından beri sorgulanır hale gelmişti; 2019 yerel seçimlerinde bu sorgulama daha ciddi bir hale geldi. Bu yüzden seçime kadar gidecek süreçte yaşanacaklar, Türkiye’nin ve dünyanın genel havası, terörün ne derece önemli bir mesele haline geleceği, seçim sonuçlarını belirleyecek unsurlar.

• Bugün önümüze gelen anketlerde bile oy oranı çok yüksek AKP’nin…

2018 seçimlerine giderken bizim yapmış olduğumuz saha araştırmasında halkın üçte biri kendini aşırı sağa koyuyordu. Sokakta gördüğünüz üç kişiden biri aşırı sağcı.

• İYİ Parti’nin bu koşullarda oyunu artırmasının nedenlerinden biri de o sağdaki boşluk mu?

Yüzde 30-35’in aşırı sağda, solun da yüzde 20’lik bir blok var. Yani eski ılımlı sağ blok. Onun partisi yokmuş gibi gözüküyor, İYİ Parti onun partisi olma eğilimi taşıyor ve belki bir miktar da bu aşırı sağdan oy alabilme ihtimali var. CHP ve HDP öbür tarafta yani solda gözüküyor. Onların buradan oy alabilme şansı mucize dışında mümkün değil. Soldaki seçmen de yüzde 20-25 kadar. Ortadan ve soldan oy almak durumundalar. Ne kadar oy alabilirler bilmiyorum. Bölerseniz, 30 aşırı sağ, 20 ılımlı sağ, 25 merkez, 25 sol. Mesela “CHP özüne dönmelidir” sözünü çok duyuyorum. Özü dedikleri noktada, bizim araştırmalarımız doğruysa, yüzde 8 seçmen var. Yüzde 2.6 kadar da örneklem hata payı koyalım, en fazla yüzde 10. Ama CHP yüzde 25 oy alıyor. Bu büyük başarı. Hatırlayın, Baykal ile 1999 seçimlerinde özüne döndü, yüzde 8 oy aldı.

• Bu daha artamaz mı?

Yüzde 30-33 en fazla. Daha fazla olmazmış gibi görünüyor. Dünyada da ABD’de Demokrat Parti dışında sol partilerin oyları en fazla yüzde 25-30 civarında gerçekleşiyor. Bakın Almanya seçimlerinde SDP’nin aldığı oya. Fransız seçimlerine bakın, en son seçimde anlı şanlı sosyalistler yüzde 4 oy aldı. Soğuk Savaş’tan sonra dünyada sola nüzul inmiş gibi duruyor. 


İlgili Haberler

Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler