Cumhuriyet Genç Yazın (13 Eylül 2022)

Cumhuriyet'in gençler için, gençlerle beraber hazırladığı "Cumhuriyet Genç Yazın" okurlarımızla buluştu.

Cumhuriyet Genç Yazın (13 Eylül 2022)
Abone Ol google-news
Yayınlanma: 13.09.2022 - 04:00

DENEME:

GENÇLİK VE TARİKATLAR

BUĞRA VEYSEL KOLCU

PENDİK ANADOLU LİSESİ

Türk siyaseti bilindiği gibi dini tarikatlar ile hep iç içe oldu.Bu durumun sebebini ve yol açtığı durumları incelememiz lazım.Tarikatlar ve bu tarikatların fazlaca alt başlıkları ve kolları var. Biz, özellikle Türk siyasetinde etkili olmuş, bürokrasi içerisinde yaygın olan, ticarileşmiş ve endüstriyelleşmiş tarikatlardan söz edeceğiz. Özellikle bu dini tarikatların gençler üzerindeki etkisi ve devlet ve özel eğitim kurumlarında nasıl yapılandıkları hakkında konuşacağız.

İktidar partisinin tarihine biraz baktığımızda genellikle tarikatlar ile sıkı ilişkiler kurduğunu biliyoruz. Çeşitli STK’lar yoluyla da devlet kurumları içerisinde yapılanmalara göz yumulduğunu da… Tabii bu yapılanmalar hakkında çeşitli gazeteciler ve araştırmacılar çalışmalarını ortaya koydu ancak tarikatların gençler üzerindeki etkisi pek konuşulmadı. 

Tüm Yurt ve Barınma Hizmetleri İşverenleri Sendikası Başkanı Umut Gezici, 2021 yılının son çeyreğinde tarikatların yurt yapılanmaları hakkında şunu dile getirdi:

"Çaresiz yoksul gençler, hiç istemeseler de tarikatlara itiliyor. 50 bin yatak tarikatların elinde".

Bu durumun ana sebepleri sıralayacak olursak; 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Kanunu'yla yenilenen binalarda kira rayiç bedellerinin 2-3 kat artması, yoğun göç, şehirlerde üniversitelerin sayısı artarken yurtların sayısının artmaması ve bazı cemaat, tarikat ve derneklerin ruhsatsız yurtlarının denetlenerek tespit edilmemesi.

Ruhsatsız ve denetimden uzak bu tarikat yurtlarında aslında maddi durumu iyi olmayan ve geçinemeyen gençlerin yer alması, gözlerin gençlere değil buna sebep olan ve önlemeyen kurumlara çevrilmesi gerekiyor. 

Peki bu gençlerin tarikat yurtlarında yer alması ne gibi sonuçlar doğurabilir? Öncelikle tarikat yurtlarında mecburi konaklayan öğrencilerin kişisel hak ve özgürlükleri görmezden gelinerek kendi ideoloji ve fikirleri doğrultusunda “dindar nesil” başlığı altında yetiştirilen gençler olacak. Tarikat yurtlarında yetişen, yetiştiği yerin fikirlerini benimseyen genç, kamu kurumları içerisinde yer alan diğer ilişkili tarikat gruplarınca ayrıcalıklar ile devletin bazı kurumlarına getirilerek gelecek zamanda tarikatın kendi çıkarları lehine hareket ederek devlet içerisinde yapılanacak.

Bu dediklerim size tanıdık geliyordur zaten, FETÖ (Nurcular) bundan daha profesyonel bir şekilde devlet içerisinde yapılandı ve siyasiler buna göz yumdu.

 FETÖ’den bahsetmişken dini tarikatlar ve “bazı” vakıfların ne gibi etkileri olduğunu da görmezden gelmememiz lazım. 

İBB’nin 2018 raporunda TÜRGEV’e ait “Avcılar 1 (Hatice İffet Hanım Kız Öğrenci Yurdu)” ve “Avcılar 2 (Yükseköğretim Kız Öğrenci Yurdu)” olarak belirtilen yurtlarına AKP yönetiminde maddi destek sağlanmış. Ancak dikkat çeken nokta TÜRGEV’in MEB’de kayıtlı, ruhsatlı bir yurdu bile yoktu.

Çok örnek verip kafaları karıştırmaya gerek yok, yukarıdaki örnekte olduğu gibi çeşitli örnekler de devamını getiriyor bu olayın.

Bu durumun yasallığı ya da yasa dışılığı elbette bu durumdan haberdar olan herkesi ilgilendiriyor ancak benim özellikle odaklandığım bir nokta var, bu gençlere ne olacak? Gençler ileride ne olacak?

Bursa’da bir okulda “harem selamlık” başlamış, işe bak okulun müdürü Haydar Akın, 2013’te soruşturmada iken birisi yardımcı olmuş ve paçayı kurtarmış, kurtaran da FETÖ’den tutuklu İl Milli Eğitim Müdürü Atilla Gülsar..

Siyasi açıdan değerlendirmek gerekirse, tarikat faaliyetlerine “özgürlükçülük” adı altında göz yummak demokrasiye katkı değil, dolaylı yoldan zarar vermektir. Çeşitli dini faaliyetlerin kamu kurumları içerisinde yapılanması sonucunda hükümetin kendi ideolojik yaklaşımını kamu kurumlarına “kamu felsefesi” olarak işlemesi, gelecekte gençliğin bireysel özgürlüklerine, kişisel haklarına karşı ve ulusal güvencemiz açısından tehlike olasılığı taşımaktadır.

Son yıllarda kurulan “demokrasi” odaklı muhalif siyasi partilerin geçmişte mevcut iktidar partisi ile kurdukları ilişki dolayısıyla, tarikat faaliyetlerine ve dini vakıf, derneklerin faaliyetlerine “özgürlükçülük” adı altında göz yumulması durumunda amaçlarının “demokrasi” ve “özgürlükçülük” olduğu şüpheli konumuna düşmektedir.

Bu konu belki başka bir başlıkta değerlendirilebilir, ancak son durum gözler önündedir: Gençlik siyasallaşmış ve ticarileşmiş dini amaçlardan uzak tarikatların eline düşmektedir. Çeşitli kurumlarda ve eğitim kurumlarında, tarikatçıların kendi uyguladıkları mevzuat dışı uygulamalar ile gençlerin özgürlüğü kısıtlanmaktadır. Aile zoru ile merdiven altı medreselere gönderilen gençler bu durumdan kurtulsalar bile neler yaşandığını açıklamamaktadır. Bunun sebebi ise nelerin gerçekleştiğini anlattıklarında tarikatların peşine düşmelerinden korkmaları ve çekinmeleridir.

 Gençlik dini tarikatların entrikaları içerisinde yok olup gitmesin, benliğinden edilmesin diye açıkçası pek bir açıklama ya da medyada öne çıkan bir çalışma görmüyoruz.

Tarikatların sadece devletin üzerindeki etkisi konuşulurken, devletin yapıtaşı olan bireyin özellikle gencin bu durumdan nasıl etkilendiği pek göze alınmıyor. Cebini kollayan vakıfların prestiji için söylemiyorum bunları, önemli olanın milletin bilinçlenmesi olduğu için söylüyorum.


ÖYKÜ:

PLATON’UN MAĞARASI

PINAR BOSTANCI

TOBB ETÜ İÇ MİMARLIK VE ÇEVRE TASARIMI YÜKSEK LİSANS ÖĞRENCİSİ

Dağların arasından güneş belli belirsiz başını uzatıyordu. Ne güneşin ışığı vuruyordu yüzüme ne de sıcaklığını hissediyordum ensemde. Etrafımda birçok canlı vardı ama hiçbiri yaşamıyordu sanki: Ağaçlar, çiçekler, küçük bir sincap, bir de ceylan… Başımın üstünden kuşlar geçiyordu fakat ben kafamı çevirip onlara bile bakamıyordum. Sürü halinde uçan kuşların birliğinden doğan rüzgârı bile hissedemiyordum saçlarımda. Hissettiklerim gördüklerimle sınırlıydı, daha fazlası yok. Bir saniye durakladım. Tam da o an, hissetmeye başlamıştım. Sağ elimde bir ağrı, akabinde de sol elimde ona eşlik eden bir uyuşma. Bu eller bana ait değil sanki. Bana sormadan, düşünmeme izin vermeden dilediğini yapıyor ellerim fakat sonrasında eylemlerinden kalan acıyı bana miras bırakıyor; o acı, bana ait olmaya başlıyor.

Zihnime kodlanmış davranışlarla yürüyorum. Yürüyorum, sıcaklığıyla beni sarmayan güneşe, rüzgârda hışırdamayan ağaçlara, kokmayan çiçeklere… Ve yine yürüyorum, beni selamlamayan sincap ve ceylana. Belki bir şeyler bulurum diye yol alıyorum. Bu çevre hem gördüklerimle aşina bana hem de hissedemediklerimle meçhul. Sanki, nereye gideceğimi çok iyi biliyor gibi yürüyorum fakat zihnimin karanlık sokaklarından kalbime sızan bir korku da var. Korku boşaldıkça zihnim rahatlıyor ama bu kez yüreğimde dolup taşıyor, sıkışıyorum. Derin derin bir nefes alıyorum ya da aldığımı sanıyorum. Çünkü, burnumda hissedemiyorum dağların, ağaçların kokusunu fakat böyle de yaşamaya devam ediyorum.

Belki, bana tüm bu olanları izah edecek birilerini bulurum diye yürüyorum yeniden. “Dağda kimi bulurum?” diye düşünmeden devam ediyorum. O sırada, bu sessizliğin içinden büyük bir gürültü kopuyor. Bu kez bir refleksle hareket edip ağaçların yanında uzanan küçük çalıların ardına sığınıyorum. Gözlerimin gördüklerinin ötesine geçip bir şeyler duyabilmeye başladığım için hem seviniyor hem de bu korkunç sesin nereden geldiğini merak ediyorum. Tüm bu hesapların içinden henüz çıkamamışken aniden beliren daha korkunç bir sesle irkiliyorum. Öncekinden daha şiddetli, daha ürkütücü, sığındığım çalının önündeki dağı devirip yerle bir edebilecek bir ses. Merakıma yenik düşüp korkumun peşinden gidiyorum. Neler olduğunu çok geçmeden görebilmek adına dağın eteğinden zirvesine çıkıyorum bir hamlede. Gördüklerim… Giydirme cephe uzun uzun yapılar, maskeli insanlar, bir sağda bir solda patlayan bombalar, mahşer yeri… İnsanlar birbirlerine ateş açıyorlar şehrin ortasında. Az önce zihnimden kalbime akan ve oradan taşan his, bu kez bütün vücuduma yayılıyor. Damarlarımda amansızca geziyor. Tam yaş olup damla damla akacakken göz pınarlarımda kalıyor. Dışarı atamıyorum. Ne benim ne de göz yaşlarım için gidecek bir yer var. Binaların arasında dumanlar, sisler… Daha önce savaş gördüm mü ben? Böylesine kanlı bir sahne, nasıl aşina gelebilir bu gözlere? Peki ya içimde yanan, kavrulan, umulmaz bir kor olan bu his, nasıl izleyici kalabilir tüm bu olanlara? İnsanlar acımasız… Atılan ateşin ardından öyle kolay devam ediyorlar ki hayatlarına, hiçbir şey olmamış gibi. Maskelerin ardındakini göremesem de hiçbiri üzülmüş gibi gelmiyor bana. Çünkü acımasız bir telaşla devam ediyorlar. Sis ve toz bulutu ardındakileri örtüyor. Bu çirkinliği gözler önüne sermeye onlar bile dayanamıyor belli ki. Her şey silikleşiyor. Önceden gördüğüm, dehşet saçan maskeli adamlarla uzun binalar, doğayla küçük bir parça bile ilişki kuramayan bu şehrin tamamı, önce bir silüete dönüşüyor; sonra iyice kaybolmaya başlıyor; daha sonra da tıpkı onu perdeleyen sis ve toz bulutu gibi kapkara oluyor. Böyle bir çirkinliği ancak siyah renk kapatabilirdi sanırım.

Nerdeyim ben? Az önce gördüklerim neydi? Hâlâ her yer karanlık… Demin duyduklarımdan eser yok! Neredeyse katıksız bir sessizlik! Silahlarla bombaların acımasız sesleri tamamıyla yerini daha derinden gelen fakat öncesinde gördüklerim kadar acı vermeyen sakin bir sese bırakmış. Ses, gittikçe derinleşiyor. Bir kuyu gibi… Fakat, az önce yaşadıklarımın ardından bu ses istemsizce huzur veriyor. Hiçbir şey göremiyorum ama o derinlerden gelen sese doğru gitmek istiyorum. Az önce binaların arasında gördüklerimi unutturuyor çünkü… Kendimi alamıyorum, ona kapılıyorum. Kaybolacağımı bilsem de bu karanlıkta olmak istiyorum işte. Derinlerdeki sesi arıyorum. Tünelin sonundaki ışığı arar gibi. Sesin beni kurtaracağına inanıyorum. Bu duygularla sarmalanmışken, kendimi belki de bir daha bulamamak üzere kaybetmek isterken uzaklardan bir yerlerden çok küçük bir ışık topu yaklaşıyor. Bazen yukarı bazen aşağı, dilediğince hareket ediyor. Yanıp sönüyor. Çok uzaklardayken beyaz gördüğüm ışık topunun yaklaştıkça aslında sarı olduğunu fark ediyorum. Adeta, dans ediyor atmosferde. Yukarı, aşağı, sağa ve sola. Hipnotize ediyor beni. Demin duyduğum derinlerdeki sesin tınısını ve ritmini referans alarak dans ediyor. Yukarı, aşağı, sağa ve sola. Şimdi de yanıp sönüyor ve ardından bana daha da yaklaşıyor. Fakat, bir dakika! Neler oluyor ışık topuna? Uzaklaşmaya mı başladı? Demin bana yaklaştıkça nasıl büyüyorsa şimdi de aynı hızda küçülüyor. Kaybetmek istemiyorum onu. Sanki yıllardır benimleymiş gibi hissediyorum. Hayır, hayır, hayııııır… Kaybedemem onu. Peşinden gideceğim. Belki de bana bir yol gösteriyordur. Koşuyorum hiç vakit kaybetmeden. Bütün bu yaşananlardan sonra beni huzura kavuşturan ışık topunu kaybedemem. Bana, doğru yolu gösterecek olan o. Koşuyorum, koşuyorum. İşte, buldum. Böyle bir zenginlikle karşılaşacağımı bilsem ağzıma kan tadı gelene kadar yılmadan koşardım. İnanamıyorum! Bu ışık topu… Ondan bir sürü görüyorum şu anda. Yalnızca sarı değil; yeşil, kırmızı, hatta mavi ışık topları görüyorum. Hepsi dans ediyor şimdi… Bana yaklaşıyorlar. Belki de onlara eşlik etmemi istiyorlar. Dışarıdan nasıl gözüktüğümü düşünmeden ben de dans ediyorum: Yukarı, aşağı, sağa ve sola. Bu hareketleri taklit ede ede onları takip ediyorum. İleride, gözümü kamaştıran başka bir ışık var. Bu kez beyaz ve gördüğüm bu ışık toplarının hepsinin bir araya gelmesinden daha büyük bir hacme sahip. Işık toplarıyla bu büyük ışığa doğru yol alıyoruz. Derinlerden duyduğum o ses de yakınlaşıyor sanki. İşte, o an fark ediyorum bu ışık toplarının tatlı küçük ateş böcekleri olduğunu ve aslında benim demin bir mağarada olduğumu. O büyük ışık ve duyduğum bu ses ise meğer devasa bir şelaleye aitmiş. Hiç görmediğim kadar büyük bir şelaleye. Ateş böcekleriyle orada ayrılacağımı anlıyorum, mağaranın içinden çıkmıyorlar çünkü. Bana yol gösteren, gördüğüm o ilk ışık topu, beni selamlamak için elime konuyor. Ben ise hissedemiyorum ne onun bacaklarını ne de pır pır eden kanatlarını.

Ateş böceklerini ardımda bırakıp şelalenin suyuna dokunuyorum. Su, bir türlü elimle özdeşleşemiyor. Hiç dokunmamışım gibi akmaya devam ediyor. Ellerim ıslak değil. Hiçbir şey hissedememenin verdiği hüzünle mağaranın bulunduğu yokuştan aşağı iniyorum. Neyse ki hâlâ suyu görebiliyor ve sesini duyabiliyorum, dokunarak hissedemesem de. Avuç avuç alıp içmeye çalıştığımda tadamasam da. Çaresizce yürüyorum şelaleden suyun biraz dizginlediği yere. Bir deniz mi burası? Tertemiz bir suyu var! Altındaki canlıları görüyorum, rengarenk! Belki onlardan birine bir anlığına da olsa dokunabilirim diye yavaş yavaş suya giriyorum. Önce ayak parmaklarımda, sonra ayağımın tamamında, daha sonra sırasıyla bacaklarımda, ellerimde, omuzlarımda ve başımla birlikte tüm bedenimde hissedeceğimi düşündüğüm suyu yine vücudumun tek bir hücresinde bile hissedemiyorum. Boğuk bir ses geliyor uzaktan fakat ben duyamıyorum. Suyu hissetmek için daha derine gidiyorum ve yine o boğuk ses. Belki daha derinlerdedir diye biraz daha ilerliyorum. Ses, hâlâ boğuk. Gözlerim kapanıyor, tamamen karanlık. Açıyorum gözlerimi, bozuk bir görüntü gözümün önünde. Bir an deniz var; bir an bana yaklaşan biri ve yine o boğuk ses. İç içe geçmiş iki kareye eşlik eden o boğuk ses. Ensemde, bir şey hissediyorum. Görüntü ve ses dışında ilk defa dokunma duyumla bir şeyler algılıyorum. Ona yöneliyorum. Yumuşacık bu hisse koku da karışıyor bir anda. Çok önceden tanıdığım eşsiz bir koku. Hiçbir şeyle değişmeyeceğimi bildiğim bir koku: Annemin kokusu… Bir anda suyun içinden çekip kurtarıyor annem beni. İç içe geçmiş iki görüntü de netleşiyor şimdi. Bunlardan birinde “Oyun Bitti!” yazıyor. Diğeri ise annemin sevgi dolu kokusuna eşlik eden gülümsemesi ile özdeşleşiyor. O sıcak gülümsemenin sesini de şimdi tamamen duyabiliyorum artık.

- Kızım, kaç gündür oyun oynuyorsun. Artık gerçek hayata dön, evladım. Bu hayatta hissedeceğin gerçek duygular var! Seni sanal bir dünyada kaybetmek istemiyorum!

Annemin bana hevesle bakan gözleri, titreyen sesi, burcu burcu kokan omuzları hatırlatıyor bana, yaşamam gereken gerçek bir hayat olduğunu. Bu hayatta, yalnızca ses ve görüntü yok. Suları avuçlayabilirim. Ateş böceklerini hissedebilirim. Çiçekleri koklayabilirim. Rüzgârı ensemde, güneşin sıcaklığını alnımda hissedebilirim. Yanlış giden şeylere izleyici kalmak zorunda değilim, bunlara dur diyebilirim. Hayatımı kolaylaştıran teknolojiyi insanların yararına kullanabilirim. Yalnızca eğlenmek için başladığım bu oyunu, neden hayatımın merkezi yapıyorum? Ben, artık gerçek insanlarla sonuna kadar gerçek olan duyguları yaşamak istiyorum. Platon’un mağarasındaki gibi ayağımdan zincirlenmiş bir şekilde gerçek nesnelerin duvardaki gölgelerini izleyerek değil, zincirimi kırıp hayatın gerçeklerini keşfederek doyasıya yaşamak istiyorum.


ŞİİR:

BİR BULUT

MELİKE TUNA KURŞUN

IŞIK FEN LİSESİ, 10. SINIF

Sanki bir bulut,

Yok üstünde yük,

Ne elinde iş,

Ne aklında tasa.

Sanki bir bulut,

Elinde nimet,

Aşağısında fukara,

Bakmıyor ki altında olanlara.

Sanki bir bulut,

Uyanmıyor ki uykusundan,

Kaldıramıyorum o tatlı rüyasından,

Göremiyorum, o çok yukarıda.

Sanki bir bulut,

Dokunacak merdiven aramıyorum artık,

Bekliyorum sabırla,

Elbet gelecek bir fırtına.


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler