Geçmiş zaman olur ki
Yıl 1859. Cenevreli girişimci Henry Dunant, Fransız sömürgesi Cezayir’de yeni iş fırsatları kovalamaktadır. Lakin yerli yönetimden yeterli desteği bulamaz. O da “bari gidip Fransa imparatoru 3. Napolyon’u ikna edeyim” diye düşünür.
O sıralar Avusturyalılara karşı savaşmakta olan Napolyon’u görmek için İtalya’nın Solferino şehrine yollanır. Dunant, Napolyon’la karşılaşamaz, bunun yerine 40 bin askerin yaralanıp öldüğü savaşa tanık olur. Mutlu huzurlu Alpler’in gölgesindeki Cenevre gölüne alışık Henry Dunant, karşısındaki kan gölünden öyle etkilenir ki işi gücü unutur. Acilen harekete geçer. İki ordunun da tıbbi desteği yoktur. Dunant, tüm yaralılara hangi taraftan olduklarında bakmaksızın su ve yemek verecek, yaralarıyla ilgilenecek gönüllüler toplamaya başlar. Her savaşta ve tıbbi bakım gerektiren şartlarda hep olduğu gibi yükün büyük kısmını kadınlar kotarır. Anestezi olmadan ampütasyon yaparlar, ölümü bekleyen askerlerin ailelerine mektup yazarlar, acılarına ortak olurlar..
SAÇMA AMA ETKİLİ
Dunant gereken ilaç teminini de kendi imkânlarıyla yapar. Binlerce insanın hayatına dokunur. Gördüğü insanlık dramını 1862’de Solferino Hatırası isimli bir kitapta kaleme alır. Savaşın hangi tarafında olurlarsa olsunlar savaşta yaralanan askerlere yardım sunabilecek eğitimli gönüllülerden oluşan bir ulusal yardım örgütünün kurulması gerektiğini savunur. Yazdığı kitabı kendi imkânlarıyla bastırır, politikacılara dağıtır, fikrilerini duyacak insanları bulur. Çabaları sonuç verir ve 1863’te İsviçre merkezli bir komitenin kurucularından olur. İleride Uluslararası Kızılhaç Komitesi olarak tanınacak olan bu grubun amblemi, İsviçre bayrağının tersi olan beyaz zemin üzerine kırmızı haç sembolü olarak kabul edilir. Gerçi kuruluş aşamasında karşısına dost bildiği, övüp bitiremediği kişilerden bile tepkiler de almıştır. Misal, Florence Nightingale bir meslektaşına yazdığı özel bir mektupta Kızılhaç’ın görüşlerini “Sadece Cenevre gibi savaş yüzü görmeyen küçük bir devlette ortaya çıkabilecek kadar saçma” olarak nitelendirir. Neyse, sonra bakar ki küçük müçük bu Cenevre ama lafını dünyaya geçirtiyor, İngiliz Kızılhaçı’nın Kadınlar Komitesi’ne katılır. 1864’te 12 ülke, milliyetleri ne olursa olsun hasta ve yaralı askerlere ve onlara yardıma gelen sivillere insanca muamele edilmesi çağrısında bulunan orijinal Cenevre Sözleşmesi’ni imzalar.
BİZDE İŞLERİ AÇILIR
Henry Dunant, iyi bir iş insanıyken kim bilir belki de aklı fikri ulvi çabalarda olduğu içindir, 1867’de iflas eder. Sonra da Kızılhaç’tan istifa eder. Bizim gibi ülkelerde nedense tam tersi olur. Bu tür ulvi kurumlara girenlerin olsa olsa işleri açılır. Ülke yıkılsa bile zaten kimse de istifa etmez. Ama Dunant bizim ülkeden değildir. Hiç yoktan var ettiği ve yıllar boyunca milyonlarca insanın hayatını etkileyen, kendi bebeği olan bu örgütten zamanı geldiğinde ayrılır. Ayrılır ama unutulmaz.
1901’de ilk Nobel Barış Ödülü Henry Dunant’a verilir. Ödül verilerken yapılan atıfta şöyle denir: “Kızılhaç’ı kurmamış olsaydınız, 19. yüzyılını en büyük insani başarısı muhtemelen asla gerçekleştirilemezdi.”
Dunant’nın kurumu ve vizyonu, Müslüman ülkelerce de benimsenir. 1868’de Osmanlı İmparatorluğu’nda “Osmanlı Yaralı ve Hasta Askerlere Yardım Cemiyeti” adıyla kurulur. 1870’de amblem olarak kırmızı haç yerine kırmızı hilal kullanılır. Kuruluşa “Kızılay” adını verense büyük önder Atatürk olmuştur. Kızılay’ın bugünkü sayfasında da halen şunlar yazılıdır: “Uluslararası Kızılay-Kızılhaç Topluluğu’nun temel ilkeleri: insanlık, ayrım gözetmemek, tarafsızlık, bağımsızlık, hayır kurumu niteliği, birlik ve evrenselliktir. Kızılay, tüzel kişiliğe sahip, özel hukuk hükümlerine tâbi, kâr amacı gütmeyen, yardım ve hizmetleri karşılıksız olan ve kamu yararına çalışan bir gönüllü sosyal hizmet kuruluşudur.”
YILLARCA DUYUP UNUTTUNUZ
Benim gibi çocukken yerli malı haftası kutlayanlardansanız, o zaman mutlaka Kızılay kolu olmak için sınıfta yarışmışsınızdır. En büyük onurdu bizim için o kolluğu takmak. Sararmış kapalı zarflar içinde kötü günler için karınca kararınca her evden para toplamak. Mesela 1983’te Erzurum depremini yaşadıysanız, Kızılay çadırlarında aş yiyen yaşıtınız çocukları gördünüz.
Küçüktünüz, 31 Ekim sabahı gazetedeki “34 köy haritadan silindi” manşetinin altında yer alan “Japonya’da dün bizden daha şiddetli deprem oldu, kimsenin burnu kanamadı” sözündeki acıyı tam olarak kavrayamadınız. Hatta seneler sonra bu sözü farklı afetlerde defalarca duyup defalarca unuttunuz. Yine de o gün göz yaşları içinde babanıza benim gibi sordunuz “Bütün bu yardımı Kızılay gönüllü mü yapıyor?” Cevabı duyunca şöyle düşündünüz: “Kızılay iyi ki var.” Ve muhtemelen 18 yaşını doldurur doldurmaz kan vermeye gittiniz. Alırlarsa gururlandınız, benim gibi 50 kilonun altındasınız diye almadılarsa kahroldunuz.
Kızılay bizim için onurun, gururun, yardımlaşmanın, umudun temsiliydi bir zamanlar.
asliaysev1@gmail.com
En Çok Okunan Haberler
- 'Tarihe not düşmek için geldim'
- Erdoğan belayı satın aldı
- Protesto eden yurttaşlara polis müdahalesi!
- A Milli Takım'ın Uluslar Ligi'ndeki rakibi belli oldu!
- AKOM, İstanbul için 'saat' verdi: Çok kuvvetli geliyor!
- 5 yılda Türkiye'nin en büyüğü oldu: Nusret'e de satıyor
- Yıkılması gerekiyor!
- Ünlü kebapçının kardeşi 20. kattan aşağı düştü!
- ‘Kar leoparı’ neden cezaevinde
- Trabzonspor'da ayrılık!