Yönetmen Özcan Alper: ‘Özür dilemeyi beceremiyoruz’
Özcan Alper imzalı “Aşıklar Bayramı” Netflix’te izleyiciyle buluştu. Kıvanç Tatlıtuğ ve Settar Tanrıöğen’i bir araya getiren filmi yönetmeni Özcan Alper ile konuştuk.
25 yıl birbirini görmemiş bir babayla oğlu günün birinde hiç hesapta yokken kendilerini bir yolculuğa çıkmış bulurlar. Belalı bir hastalığın pençesindeki baba artık yolun sonuna geldiğini düşünmektedir ve son bir hesaplaşma, gecikmiş bir özür için bu yolculuğa çıkmıştır.
Oğul ise yıllardır babasız kalmanın verdiği öfkeyle daha sert bir hesaplaşmanın peşindedir ama bu yolculuk her ikisini de beklemedikleri yerlere götürecektir. Kıvanç Tatlıtuğ ve Settar Tanrıöğen’in başrollerini üstlendiği “Aşıklar Bayramı” sinemamızın usta yönetmenlerinden Özcan Alper’in imzasını taşıyor.
Yazar Kemal Varol’un aynı adlı romanından uyarlanan ve Netflix’te izleyiciyle buluşan filmi Özcan Alper ile konuştuk.
- Kemal Varol’un aynı adlı romanından uyarladığınız “Aşıklar Bayramı” bir baba-oğul hikayesi…Neden bu roman öncelikle, nasıl gelişti proje?
Açıkçası, romanı okuduktan sonra tuhaf bir şekilde kitabın bende bir iz bıraktığını, farklı bir duygu yarattığını gördüm. Zaten bir günde okuyup bitirdikten sonra ertesi gün kitabı tekrar karıştırmaya başladım. Kitapta geçen referans müzikler vardı, baş karakter Heves Ali’nin çaldığı… Bu müzikleri açıp dinlemeye başladım. Sonra, nedense bunun iyi bir film olabileceğini düşündüm ve Kemal Varol’u aradım.
Kemal Varol zaten daha önceki “Jar” ve “Haw” romanlarından bildiğim biriydi. Kemal de açıkçası birkaç söyleyişisinde okuyucusunun ona bu kitabın film olursa kimlerin çekebileceğinin sorduklarını söyledi. O da romanı yazarken benim “Gelecek Uzun Sürer” filmimi defalarca kez izlediğini söylemiş. Bu arada başka birilerinin de kitabı uyarlamak istediğini söyledi. Sonrasında Kemal ile anlaştık ve filmin senaryosunu yazmaya başladık.
- Settar Tanrıöğen ve Kıvanç Tatlıtuğ ilginç bir ikili olmuş. En başından itibaren bu iki oyuncu mu vardı aklınızda? Sonuçtan memnun musunuz?
Senaryoyu ilk yazdığımda, Kıvanç Tatlıtuğ açıkçası ilk aklıma gelenlerden biri oldu. Birkaç isimle daha vardı aklımda ama en güçlü adaylardan biriydi. Sonrasında Kıvanç ile görüştük ve senaryoyu çok sevdiğini söyledi. Malum pandemi sürecinde olduğumuz için biraz daha yavaş ilerledik. Senaryodaki baba karakteri için başta kitaba uygun yaş aralığında birilerini düşündük. 70-80 yaş aralığında birilerini aradık. Sonrasında pandemi ve yol meselesinden daha genç biri olmasına karar verdik. Açıkçası benim Türkiye sinemasından sevdiğim birkaç isimle görüşmelerim oldu.
Sonrasında Settar Tanrıöğen ile görüştük. Onun rolle ilgili yani yaşlı ve hasta birini oynamakla ilgili tereddütleri vardı. Karşılıklı olarak tereddütlerimizi giderdikten sonra kısa sürede role hazırlanmaya başladı. 1.5 ayda 13-14 kilo verdi, saç-sakal ve benzeri şeyleri çok hızlıca hallederek her şeyi bırakıp kısa bir sürede role hazırlanmaya başladı. Sazla ilişkisi olsa da yeniden müzisyen eşliğinde filmde çalacağı parçalara çalışmaya başladı. Açıkçası, iki farklı kulvardan ilk düşüncede baba-oğul olarak yan yana gelmeyecek iki oyuncu gibi düşünülse de, iki gerçekten yetenekli oyuncuyla çalışmış olmaktan kendi açımdan çok memnun kaldım.
- Bir yol filmi aslında “Âşıklar Bayramı”. Filmde tüm o yolu haritadaki güzergahta olduğu gibi yapıp yapmadığınızı merak ettim doğrusu...
Filmin Kırşehir’den başlayıp Kars’taki Âşıklar Bayramı’nda noktalanan bir güzergahı var. Açıkçası hemen hemen o güzergahı takip etmeye çalıştık. Öncesinde 1-2 defa mekan araştırması için o güzergahta git-gel yaptık. Kırşehir’den başlayıp Nevşehir Kapadokya üzerinden Kayseri, Malatya, Elazığ, Dersim’in birkaç ilçesinden geçip Bingöl, Erzurum ve Kars güzergahını takip ettikten sonra Kayseri ve Malatya bölgesinde çekim yapmaya gerek duymadık. Bunun dışında aynı güzergahta devam ettik.
- En sevdiğiniz yol filmleri hangileri, hazır konu açılmışken?
Sinemada yol filmleri her zaman özel bir yerde duruyor. Daha önceki çektiğim filmlerden biri “Gelecek Uzun Sürer” de bir yol filmiydi. Diğer filmlerim içinde de bir yolculuk ya da çıkılmayan yolculuklar bir şekilde oluyordu hep. Hatta filmlerdeki karakterlerimin uzun yolculuğa çıkma istekleri çok belirgindir. Sevdiğim yol filmlerini sıralamam gerekirse, Wim Wenders’ın “Paris, Texas”ı, Zvayagintsev’nin “Dönüş” filmi, Walter Salles’in “Motosiklet Günlüğü” bence çok başarılı ve çok özel yol filmleri. Solans’ın “Yolculuk” filmi de çok sevdiğim ve başarılı yol filmleri arasında diyebilirim.
- “Âşıklar Bayramı” kaybolmaya yüz tutmuş “âşık” geleneğine de bir saygı duruşu niteliğinde. Bu konu sizin hep ilginizi çeker miydi, var mıdır bir kökü bu merakınızın?
“Aşıklar Bayramı” evet bir taraftan Anadolu’da çok köklü bir aşık geleneğine saygı duruşu. Son kuşak bir aşığın ve oğlunun hikâyesi. Açıkçası, çok öncesinde değil ama üniversite dönemi sonrasında daha çok türkü dinlemeyi sevmeye başladım. Sanırım bunda yaşınızın ilerlemesinin bir etkisi var. Özellikle bir önceki filmimde, “Karanlık Gece”de, film toroslarda geçtiği için özel olarak Orta Anadolu, ve Batı toroslarda aşıklık geleneğiyle ilgili araştırma ve incelemeler yaptım. Sanırım oradan kaynaklı da bir ilgi ve merak oluşmaya başladı. Umarım film bu geleneğe hem bir saygı hem de daha çok değer verilmesi ve ölmemesi için küçük de olsa bir vesile olur.
- Filmde karakterlerinizi zorlu bir hesaplaşmanın içine çekiyorsunuz. Aslında bu baba oğul meselesinin, bu patriyarkal arızanın bizim coğrafyamızda çok yaygın olduğunu söylemek mümkün. Bunun nedeni niçini üzerine düşündünüz mü, ne gibi sonuçlara vardınız kendi muhakemenizde?
Film, 25 yıl karşılaşmamış bir baba oğulun hesaplaşması üzerine. Sizin de sorduğunuz gibi bu baba-oğul meselesi bir bireyin babasıyla olan meselesinden çok, babalar meselesine dönüşüyor. Babalar doğal olarak her daim bir iktidarı temsil etmeye başlıyorlar. Eskiyi, var olan düzeni temsil ediyorlar. Bu değişmez ve var olan düzen de doğal olarak bize iktidarları çağrıştırıyor. Sistem de kendini sürekli bunun üzerinden var etmeye çalışıyor
- Aynı konuyla bağlantılı olarak kadının bu meselede nasıl bir yerde durduğunu da merak ediyorum. Filminizdeki kadın karakterler üzerinden de bunu anlatabilirsiniz belki…
Baba-oğul ve patriyarkallık meselesinde açıkçası kadının durduğu yer çoğu zaman daha çok edilgen olabiliyor ama filmde esasen hem baba hem de oğul açısından şöyle bir mesele vardı; kendi hayatlarına girmiş kadınları bir şekilde geride bırakıp kaçmış, hesaplaşılmamış ilişkiler vardı. Ve baba bu yüzden aslında son yolculuğunda hayatına giren kadınlardan, ölmüş bile olsalar özür dileme yolculuğuna girişiyordu. Bu anlamda bizim coğrafyamız için bunun bir önemi olduğunu düşünüyorum çünkü hem politik hem de bireysel olarak bunu çok fazla beceremiyoruz.
Bu anlamda kişisel özür meselesi önemliydi. Aynı şekilde filmdeki baba-oğul hesaplaşmasında da oğul babadan 25 yıl öncesinin hesaplaşmasını istiyor. Bir türlü bunun başarılamadığını, yüzleşilemediğini ve yarım kaldığını görüyoruz. Filmde çok yer vermesek de, oğulun da yaş aldıkça babaya dönüştüğünü görüyoruz, bunu en bariz olarak ilişkilerinde bile gözlemliyoruz aslında. Oğul da kendisinin aslında babaya benzediğini fark ediyor.
- Pandemiden sonra tek mekanda geçen, sadece bir evde ya da apartmanda geçen çok film çekildi. Biraz karantina etkisi olduğunu söylemek mümkün ama tabii ekonomik zorluklar da var işin içinde. Sizce son zamanlardaki ekonomik kriz sinemaya nasıl yansıyor ya da yansıyacak?
Pandemiyle beraber ekonomik krizin, aslında sinemadaki dijitalleşmenin sinemaya etkisini çok açık görmeye başladık. Şöyle ki mainstream filmlere bakınca Türkiye’de izleyicinin tekrar sinemaya döneceği hissiyatı doğdu ama ben yine de genel olarak sinemanın pandemiyle gelen bu erken dijitalleşmesini, dijital kanalların etkisinin sinemayı olumsuz anlamda etkileyeceğini düşünüyorum. Daha az üretimle karşı karşıya kalacağımız kesin. Biliyorsunuz ki, Türkiye’de çok fazla ilk film yapılıyor ama ikinci ve üçüncü film yapılması daha da zorlaşıyor.
Film yapma oranı 4/1 oranına kadar düşebiliyor. Bu üzücü çünkü iyi şeylerin yapılabilmesi, yeni seslerin, yeni bir kuşağın gelmesi gerekiyor. Bundan dolayı maalesef sinema da bu durumdan apaçık etkilemekte.
- Dijital platformlar Türkiye sinemasında nasıl bir etki yaratıyor sizce?
Pandemi ve ekonomik kriz açısından bakınca bir taraftan da sektör açısından bakınca daha nitelikli diziler, yeni iş olanakları yaratma açısından olumlu gibi duruyor. Ama orta vadede dijital platformlar umuyorum ki çok fazla tek tip filmler yapılmasına neden olmazlar. Özgün ve farklı filmler yapılmasına olanak tanırlar. Hatta öyle ki, şimdi Avrupa’da özellikle Fransa’da ve Almanya’da konuşulmaya başlandı, biliyorsunuz kendi sinemalarını koruma yasaları çok güçlü.
Bu tarz dijital kanallara sadece popüler ve kendi içeriklerine uygun filmler değil, kendi sinema fonlarının desteklediği belli sayıda filmlere de destek verme zorunluluğu geldi. Bence çok kısa sürede Türkiye’de de bunun tartışılması, buna olanak yaratılması gerekli diye düşünüyorum.
- Netflix’le nasıl bir işbirliği yürütüyorsunuz? Film salonlarda gösterilmeyecek bu durumda, öyle mi? Ya da festival gösterimleri olacak mı mesela?
Netflix ve dijital kanallar Türkiye’de filmlerin ana yapımcısı oluyor. Bizim gibi şirketler daha çok uygulayıcı yapımcı gibi konumlanıyorlar yani filmlerin ana hakları onlarda oluyor. Bu yüzden salon gösterimi bu film özelinde düşünülmedi. Açıkçası festival gösterimi için öncesinde konuşmuştuk, planlamıştık ama pandemi sonrası festival yoğunluğu ve Türkiye tarafında festivallerde gösterim daha önce yapılmadığı için biz başaramadık maalesef.
- Bu yıl Adana’da jüri başkanlığını üstleneceksiniz. Tam da bu zorlu görevi üstlenmişken şunu sorayım, film festivallerimiz Türkiye sinemasının çeşitliliğini yansıtıyor mu ve tabii bir de şu var: sinemamız arzu edilen yerde mi (sanatsal, ekonomik ve seyirciyle iletişimi anlamlarında)?
Evet bu yıl Adana’da jüri başkanlığını üstlendim. Ama sadece şunu düşündüm; tarafsız ve önyargısız bir şekilde izleyeceğimiz her filmi sinemasal olarak değerlendirmeyi çok istiyorum. Ve hak eden kişilerin de gerekli ödülleri kazanmasını canı gönülden diliyorum. Umarım güzel filmler izleriz. Film festivalleri Türkiye sinemasının çeşitliliğini yansıtıyor mu derseniz… yansıtmaya çalışıyorlardır herhalde ama biliyorsunuz ki özellikle 5 yıldır Türkiye’deki hem politik durumlar hem de diğer nedenlerle, festivaller sansür ve aktif kaygılar içerisine girdiler.
Geçtiğimiz dönemlerde bu tarz sorunlar da yaşandı. Umarım festivaller sansürsüz ve otosansürsüz seçkilerini yapıyorlardır, yani bir festival yöneticisi olmadığım için buna çok açık cevap veremeyeceğim. Sinemamızın daha çok seyirci ile buluşması gerektiği apaçık ortada. Özellikle de Art House ya da bağımsız filmlerin farklı şekillerde seyirciye ulaşmasını sağlamak gerekiyor çünkü bu filmlerin ulaştırıldığında seyircisi olduğunu biliyorum. Burada da, ticari sinemaların dışında kamu belediyeciliği bu anlamda çok önemli bence. Ellerindeki boş ve teknik olarak yetersiz salonları, çok amaçlı ve belirli bir konforu olan salonlara dönüştürebilmeliler.
Ve buralarda görünür olmayan pek çok film gösterilebilir. Hem kendileri açısından hem de ülkedeki genç sinemacılar ve sinema yapımcıları açısından bu önemli bir alternatif yaratabilir. Sanatsal olarak sinemanın gidişatı açısından şunu diyebilirim, eğer bir ülkede ciddi bir entelektüel ortam, tartışma ve çeşitlilik varsa burada iyi bir sinema da olacaktır.
En Çok Okunan Haberler
- İstanbul'da hissedilen deprem!
- Salonu terk ettiler!
- Ukrayna 'bin kilometre' uzaktaki hedefleri vurdu!
- 'Bunu da yaptınız, yazıklar olsun!'
- SMA'lı bebeğin babası intihar etti!
- Türkiye bağlantıları dikkat çekti!
- 'Yaptığınız kötülük hiç unutulmayacak!'
- Türkiye'nin en ünlü tekstil devi kapandı
- Özlem Gürses'e ev hapsi!
- Fenerbahçe'den Jose Mourinho kararı!