Yazının ağır işçisi; Ayla Kutlu
Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni bitirdikten (1960) sonra çeşitli kamu kuruluşlarında 20 yıl çalışan ve yazında 46 yılı geride bırakan TÜYAP 36. Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı’nın Onur Yazarı (2017) Ayla Kutlu’nun yazarlığı 1976 yılında Özgür İnsan dergisinde yazdığı kitap tanıtma yazıları ve öyküleri ile başladı. İlk kitabı Kaçış 1979 yılında yayımlanan ve 1980 yılında emekli olduktan sonra bütünüyle edebiyata yoğunlaşan usta yazarın çocuk kitapları dışında Bütün Eserleri (Asi Asi / Ateş Üstünde Yürümek / Bir Göçmen Kuştu O / Cadı Ağacı / Emir Beyin Kızları / Hoşça Kal Umut / Hüsnüyusuf Güzellemesi / Islak Güneş / Kaçış / Kadın Destanı / Mekruh Kadınlar Mezarlığı / Sen de Gitme Triyandafilis / Yedinci Bayrak / Zaman da Eskir / Zehir Zıkkım Hikayeler) Bilgi Yayınevi tarafından okuyucularla buluşturuldu. Ayla Kutlu ile yarım yüzyıla yaklaşan yazın yaşamını, yapıtlarını, özgün sanatsal tavrını, edebiyatımızda kadının yerini konuştuk.
‘EN ÖZGÜR SANAT DALIDIR EDEBİYAT’
- Yarım yüzyıla yaklaşan yazın yaşamında öykü, roman ve çocuk edebiyatı türlerinde pek çok eser verdiniz. Sizce edebiyat nedir?
Saymaya kalkışırsak birkaç tür daha ekleyebiliriz. Her türün yazarına ayrı lezzet verdiği (Tiyatro, Film Senaryosu, Radyo ve TV dizileri gibi türleri de eklemeliyiz) gerçeğini elde tutarak; edebiyatı andığımızda roman ve hikaye asal üretimlerdir.
Edebiyat; toplum ve insan için anlamlı olan her konuya cevap arayan, yeterli yanıt bulmayı başaramadığı durumlarda bile, yaşama, topluma ve insan gerçeklerine cevap verme amacıyla sorular üretebilen, devamında; ulaştığı insanın dünyasını büyütme yolunu açabilecek bir sanat dalı. Edebiyatçının insanın içsel dünyasıyla derinden bağ kurabilmesi de, bu yapısal gücünden geliyor diye düşünürüm.
Yazarlığımı konuşmaya başlamadan önce; çok önemsediğim bir sanatsal tavrı da onun özgünlüğüne eklemek gerekiyor: En özgür sanat dalıdır, edebiyat. Başlangıcı herkese açıktır: Bir kalem ile bir kağıttır tohumunu yeryüzüne savuran nesneler.
Ayrıca, nasıl istenirse öyle kurgulanır, anlatılır ve savunulur. Bu özgürlük; ucuz kahramanlık sayılacak sıradan fikirleri, olayları ve bunlara uyan hazır reçeteye dönüşmüş toplumsal değerleri kullanmayı sınırlayan bir içerik taşımalıdır.
Ek olarak, yazarın yaklaşımında içten olmasını, sıradan, köksüz ve genel geçer değer yargılarını ayıklamasını, geleneksel doğrularla yetinmemesini, okurunu eğitsel olarak yönlendirmeye kalkışmamasını da zorunlu kılar. Öylesi bir yazar sıradan ve sıkıcı olmaktan öte, söze dayalı sanatın tadını bozar.
Edebiyatçı kendi yaratıcı gücüne sansür uygularsa; toplumu sürekli aynı pencereden bakma alışkanlığından ayıramaz. Tüm sanatlar toplumun geleneksel değerlerine karşı durabilen bir tohumdan büyümüştür. Ve tüm sanat dalları gibi, edebiyat da âsidir.
‘YAZMAK MÜZİK GİBİ, RESİM GİBİ!’
- Yazmak ve yazmayı sürdürmek ne zaman başladı?
Yazmak bana müzik gibi, resim gibi geliyor. Sanırım küçük yaşlarımdan başlayarak yazmayı güzel sanatların tümü saydım. O yüzden yazamayacak kadar zorlandığım zamanlar resim seyreder, resim keşfederim.
Daha doğrusu, resmin herkesin gördüğü görüntüden başlayarak içine girerim. Yoldur, ağaçtır, insandır… Resimlerde dikkatimi çeken her nesne bana hikaye anlatır. Bunları duyarım. Her resmin sesi vardır. Her müziğin görüntüsü gibi.
İnsanın duygu derinliklerindeki gizemden doğan sanatın, çeşitli dallara ayrılması onun niteliğini değiştirmiyor: Onun her bir dalının birbirinden beslendiği düşüncesi (o zamanlar ifade edemesem de) küçük yaşımda başladı. Okumayı öğrenmiş miydim acaba?
Müzikteki büyü de, resimdeki şiirsel coşku da beni aynı düzeyde sevindiriyordu. Bu bütünleme büyüdükçe de değişmedi. Yaşlandım. Değerlendirmem aynı.
Antakya’nın dağa yakın yoksul mahallelerden birindeki evimizde su da elektrik de yoktu ama babamın Fransızlar döneminde edindiği sanat kitapları, ünlü ressamların tablolarını izlememizi, kaliteli boyaları onları çalarak telef etmemizi, udu ve kemanı ise hoyratça çalabilme hevesimizi tahrik ediyordu.
Biz dediğim üçlü; ben, benden iki yaş büyük ağabeyim ile bir buçuk yaş küçük olan erkek kardeşimdi. Kötü şey yaptığımızın ayırdındaydık. Öyle de olsa, savaş yıllarının karanlığında ve yarı aç yaşamamızın öfkesinde, yapmamamız gereken şeyleri yapmakta sakınca görmüyorduk. Belki de sanatsever olmamıza bu kaçak tatmin ihtiyaçlarımız yol açmıştı.
‘SANAT DALLARININ BENZER YANI ÇOKLU ANLATIMLARDIR!’
Şunu erken fark ettim: Sanat dallarının tümünün benzer yanı; çoklu anlatımlarıdır. Bu o zamanlar pek anlayamadığım karmaşık etki, beni erken yaşta avucuna aldı.
Resmi önemsedim, pahalıydı. Müziği sevdim, eski bir gramafon ve ses nüansları silinmiş üç beş plağımız vardı o günlerde. Evimizde, sokağımızda, mahallemizin caddeye açılan sokaklarının hiç birinde elektrik yoktu. O cadde, dünyada geceleri aydınlatılan ilk ve tek cadde olarak tarihe geçmiş olan şimdiki Kurtuluş Caddesiydi.
Tarih, milattan önceki yıllara dayanıyordu. Tamamı benim çocukluğumda aydınlatılmıyordu. Belki savaş yüzündendi (İkinci Dünya Savaşı). Ne yazabilirdim yaşamıma, hayallerime ve serüvenlerime dair? Yaşadığımız günlerin katı gerçekleri dışında herkes karanlıklardaydı.
Otuzlu yaşlarıma girdiğimde birikimlerimin artık taşmaya başladığını algıladım. Önceleri pek de başarılı olduğumu söyleyemem. Bakışımı nereye yönlendireceğimi bilemiyordum. Çok istekli olduğum için bu kuşkularımdan çabuk kurtuldum.
İki romanım yayımlandığında kırk yaşıma gelmiştim. Devlet memurluğundan emekli olduğumda, yaşamım boyunca hayalini kurduğum tüm aylar, yıllar boyunca yapmayı düşlediğim uğraşıma kavuşma beklentim, coşkulu bir gerçekliğe dönmüştü. Parmakları daktilo üstünde uçar gibi gezinen bir yazar vardı artık.
Onca zamanımı boşa geçirdiğimi hiçbir zaman düşünmedim. Kendimi yetiştiriyordum. İlkeler saptıyordum yazarlığıma ilişkin. Yazarlığa ulaşmam, halk hikayelerindeki âşıkların kavuşma çabaları gibi bir çabayla gerçekleşti.
‘ÇOK AĞIR VE ACILI GÖÇ OLGULARINI YAŞAMIŞ KUŞAKLARIN ARDILLARIYIZ!’
- Romanlarınızın ve kimi öykülerinizin zemininde tarihi dönemler yer alıyor. Siyasal eleştiriyi içeriyor. Bunun nedenlerini anlatır mısınız?
Tarih, resim, müzik ve edebiyat gibi derin tutkularımdan biri. Orta Asya’dan gelip Anadolu’ya tutunan bizler sahiplendiğimiz sınırlardan dışarı (fetihler) ile, vatan olarak özümlenen yerlerde yüz yıllar sonra büyük toprak kayıpları sonucu kopuşlar ( göçler ) arasında bu günlere varmış bir toplumuz. Kazandığını kaybetmiş, çok ağır ve acılı göç olgularını yaşamış kuşakların ardıllarıyız.
Böylesi büyük topluluklar oluşturan, yerleşim, kopuş ve dönüşleri yaşayan halk; siyasal bilimler okumuş bir insanın ilgisini çekmezse buna şaşmak gerek kanısındayım. Kaldı ki, tarih, özellikle siyasal tarih benim öznel olarak da her zaman ilgimi çeken ve çekecek bir bilim . Özel bir konumum da var. Rus İmparatorluğunun hızla yayıldığı 19.yüzyılın ikinci yarısında, Karadeniz’in doğusunda, Kafkasyada yaşayan ırklardan biri olan ( Çeçen ) soyundan Rus ordusunun işgal ve tenkilinden (tepeleme- yok etme) kaçıp Anadolu’yu yurt tutan bir ailedenim. Özel durumum; öğrenimim ve tarihe tutkunluğum, kişisel ilgim yanında bu somut ve sosyal gerçekliklerden geliyor.
‘UZUN VE YIPRATICI GÖÇÜN İNSANLARINA YÖNELDİM’
Bir Göçmen Kuştu O ile ardılı olan Emir Bey’in Kızları romanlarımı yazdıktan sonra,, göç - göçmenlik - yurtiçi göçler bana çok çekici anlatı konuları göründü. İlgimi, daha büyük, uzun ve yıpratıcı göçün insanlarına yöneltmeyi yeğledim: O haileyi ( büyük felaket) anlatabilir miyim diye efkâr ettiğimde… Bunu başarabileceğim özgüveni, terazide ağır bastı.
Uzun, yoğun ve kapsamlı araştırmalarım başladı. Bu araştırma dönemleri; uğraşlarım sırasında çok zevk aldığım sürelerdir. Edebiyatın insana sürekli yeni ufuklar açmasındaki güç, bizleri çalışkan olmaya yönlendirir.
Halide Edip’in Türk’ün Ateşle İmtihanı adlı anı kitabında, Rumeli’den göçüp Salihli’ye yerleşmiş bir yaşlı nineye ilişkin birkaç satırla anlattığı hikâyeyi hareket noktam kabullendim ve upuzun bir Rumeli incelemesi, okumalar, fotoğraflar, anılar…Geçit yaptı. Tarihe girerseniz; insanı kamçılayan, coşturan bir atmosferi ya da bir okyanusu, kaderinize kendiniz yazarsınız.
Tarih, öte yandan baktığınızda siyasettir aynı zamanda.
‘ÇAĞDAŞ KADININ UYANIŞI İNSANIMIZ VE SANATÇIMIZ TARAFINDAN ERKENDEN FARK EDİLEMEDİ!’
- Gerek öykülerinizde gerekse romanlarınızda kadın sorunlarını ele alıyorsunuz. Sizce yaşadığımız ülkede ve edebiyatta kadının yeri nerede?
Yazarlığa başladığım günlerde ( benim kendi kendime yazma stajı yaptığım zamanlarda) kadından gelenler gibi, kadına yönelen edebiyat çalışmaları da pek parlak sayılmazdı.
Oysa Cumhuriyetin kadına ve evlilik düzenine getirdiği yenilikler çerçevesinde -doğal olarak değişen dünya ve yaşam koşullarının da etkisiyle – kadını, evliliğin dar çerçevesine sıkıştırılmış dünyasından, bir erkeğe el uzatarak moderniteye kabulünü bekleyen güzel kızlar, yakışıklı erkekler, çiçek bahçeleri, mehtaplı geceler, düşsel romantikliğin doruklarından henüz tam olarak aşağı inilip biraz öteden bakılan, o yüzden tam olarak çözülenemeyip, varsayılan bir tür kuş bakışı sezilen sisli mutluluklar…Kuşkular, kıskançlıklar.. . Aile baskıları ile, klasik doğu toplumlarına özgü olarak eve kapanmış kadın tiplemeleri… Çoğunluktaydı. Hemen bütün aşklar romantizmin doruklarında. Kadın masum değilse ve erkekle ilişkilerinde biraz ileri gitmiş ise…Cezalandırılmayı hak etmiş tip olarak, toplum ya da kutsal güç tarafından cezalandırılmaya hükümlüydü.
Dünyanın geldiği yer o kadar da geride değildi gerçekte. Geleneksel yaşam biçiminden arta kalmış; cinsler arasında nitelik farkını yaşatan türden ezikliğin, zayıf görünmenin rahatlığını yeğlemiş kadınlar da, evdeki her şeye karışan, erkek üstünlüğünü ardına almış ataerkil aile düzeninin koruyucusu kadınlar da…Çok yazıldıkları için, eskimişlerdi. Çağdaş kadın uyanmış, ayağa kalkmıştı.
Bu açılma, ülkemiz insanı ve sanatçısı tarafından erkenden fark edilemedi. Yazın türleri nasıl oluştuysa, onun gibi, bize dışardan yansıdı.
NEZİHE MERİÇ’TE ÇAĞDAŞLIĞI ÖZÜMSEMİŞ KADINI BULURUZ. MERİÇ BU ADIMI 1950’LERİN ORTASINDA ATMIŞTIR!’
Nezihe Meriç’i bu bakımdan çok önemli bulurum. Modern kadının gerçekleştirebileceği kurguyla ve çağcıl değer yargılarıyla erkek yazarlarla aynı türden konuları işleme yürekliliğinin etkin ilk adımı ondan gelmiştir bence. Onda, aşk serencamlarından öte, çağdaşlığı özümlemiş kadını buluruz. Vaktidir ve Nezihe Meriç bu adımı 1950 li yılların ortasında atmıştır.
Cumhuriyetin ve Medeni Kanunun sunduğu olanakların bilincine varmış, dahası dünyadaki değişimi izlemiş Vatandaş Kadın tipi sosyal ortamda kendini göstermiştir.
Kadına özgü sayılan ikincil niteliklerle donanmış, yaratıcılığı sınırlı, toplumsal yaşama katkısı aile içindeki genç kuşakların büyütülmesine odaklanmış, “aşağılayıcı genelleme çeşitlerine itelenmiş kadınlar” gelişmiş haklar çok farklı davranış ve karakter yapısıyla, protesto girişimlerinde fikir üretirlerken; gelişmiş duygusal dünyalarında, özgün varlıklarının değerini ölçebilen; haksızlığa, toplumun eskimiş değerlerine ve bunun sonucunda mutlak uyulması istenen erkeksi değerler skalasına yirminci yüzyılın son çeyreğinde karşı çıktılar.”
Erkeklerin ardında; aşağısında olmayan bir ortak dünyada kadın “Ben de Varım” demeliydi. Çağcıl değerlerin kadına yansıyan biçiminin erkeklerinki kadar önemli ve saygın olduğu inancı giderek yayılırken, genç kuşaklar yeni ve dayanıklı özgüven kazandılar.
Yazar olarak, kadının anlamı ve özgün dünyası üstüne edebiyatıma yön verdim. Sanatçı klasik değer ve davranışların önünde gitmelidir.
Bu yaşıma kadar, cins farklılığı ile, ile fiziksel güç( ki o gücün ölçütü bir hayvanın taşıma yetisidir) dışında, arada anlamlı bir fark saptamış değilim.
‘TÜRKÇEYİ ÇOK AMPRİK BULUYORUM. DİLİMİ AŞKLA SEVİYORUM.’
- Ve dil… Edebiyatta dilin önemine ilişkin neler söylersiniz? Dilimizi nasıl tanımlarsınız?
En sevdiğim gücümüz.… Dil harika bir şey. İnsanın gönlünü çelen destan bence. Gürül gürül doğa kokan bir dilimiz var. Türkçeyi çok amprik buluyorum. “Dış dünyanın ayırdında olanların dili,” diyorum ben. Salonlarda, araştırma laboratuvarlarında, yüksek ve penceresiz binalarda olmayacak bir özgürlüğü bir doğaya uyumu var. Dilimi aşkla seviyorum... Müzik gibi, resim gibi, ılık rüzgâr gibi bir dildir Türkçe. Kavramlardan çok, tasvirler, renkler, dış dünya hareketliliği ve doğa olayları içerir. Bizim, yani yazarların belleğinden ve yüreğinden birer damarla çıkıp onları birleştiren yeni bir ortak kanala girer geçer…Yazarlarda dışarı çıktığında : Dilimiz yeniden ikiye ayrılır. Biri insan olarak konuşmamıza güç verirken, diğeri yazarın parmaklarına ağabilen bir kimlikle kağıdımızda görselleşir. Türkçenin tadına, duyarlı zarafetine, sesine, alfabesinin yalınlığına, sadeliğinden doğan doğal coşkusuna hayranım.
‘YAZARKEN AKIL DEFTERİMİ YANI BAŞIMDA TUTARIM!’
- Anlatımınız yalın. Psikolojik çözümlemeler, felsefe, tarih ve siyaset gibi karmaşık ve zor konuları yalın dille yazıyorsunuz. Yazım tekniğinizi açar mısınız?
Yazdıklarıma ilgi duyanlar da öyle söylüyorlar. Benim yaptığım yalnızca her durumda meramımı, o esere uygun gördüğüm anlatım biçimini, konu, kişi, ortam ve zamanı göz önüne alarak anlaşılır karakterin, yahut yapıttaki karakter ve tiplerin toplumsal düzey ve kişiliklerine uygun sözcüklerle anlatılması sorumluluğunu önemsiyorum. Kahramana/ karaktere uyacak bir dille anlatmayı oluşturmam gerektiği sorumluğumu kontrol altında tutuyorum. harekete önüne alarak anlaşılır, yahut yapıttaki karakterin/ karakter ve tiplerin toplumsal kişiliklerine uygun sözcüklerle anlatabilme sorumluluğunu önemsiyorum. Kahramana/ karaktere uyacak bir dille anlatmaya özen gösteriyorum. Başkaca yaptığım bir şey yok. Yalnız şu gözlemimi aktarırsam bu belki uygun bir cevap olur: Ön kurgu sırasında yaptığım çalışmalarda, her karakteri, tipi çok ayrıntılı biçimde saptarım. Yazı planımı ona göre hazırlarım. Yazım süresinde ise, birçok şey değişebilir ama, yeni düzenlemelerimi de her zaman yazar; o metnin akıl defterimdeki önceden saptadığım ilkelerle uyumunu sağlamaya uğraşırım. Akıl Defterimi” sürekli yanı başımda tutar, gerekli değiştirme/geliştirme düzenlemelerini yapar, ardından önceden saptamış olduğumla, yazmak istediğim fikre dair aldığım notları karşılaştırırım. Her yazar her türden fireler verebilir. Ben de veririm. Ancak çok önemsediğim defterim, metni bütünleştirmek için düzenlemelerimi gözden geçirme olanağını bana sağlar.
Yalınlığa gelince: Belki de yazdıklarımın kolayca ve etkileyici biçimde algılanması için, zihinsel bir süzgecim (!) vardır da ondan geçirirken, yalın sözcüklere dönüşüyorlardır. Her halde bu da insan beyninin kişiye göre değişken olan yapısından. Bu konuda düşünmediğimi şimdi anlıyorum. Yani anlatabileceğim bir gerekçem de hikayem de yok.
- Öykü ve romanlarınızda mekân ve özellikle doğduğunuz kent Antakya çok öne çıkıyor. Bu konuyu açar mısınız?
Doğduğum şehir, büyüdüğüm il merkezi Antakya. Kimliğimi ve yaşam sevincimi oluşturduğum ise İskenderun… Hatay benim için büyülü bir yerleşim yeridir. Ağzımı açtığım anda oralara dair anıları şiirleştiren hayranlık sözleri otomatik olarak dökülür. İnsanın gözünü açtığı yerin ışığı galiba yaşam boyu bir özlem ve hayranlık yazgısı çiziyor belleğine. Herkes gibi ben de çok daha güzel, tarihi daha eski, toprağı sürekli coşkuyla bolluk saçan yerleşim yerleri de gördüm, yaşadım. Ama doğduğu, kendini tanımaya başladığı, gözünün, kulağının, ayaklarının, midesinin , ruhunun ilk algı, ilk etkilenimi yaşadığı iklim, doğa güzelliği…Başka bir güçle yazılıyor belleğe. Çok düşündüğüm bir özelliktir bu. Hatay’ın bütünüdür benim sevdiğim. O küçük ilde orta doğunun kadim bütün yerleşim yerleri gibi bin bir yapıda insan, yüzlerce ırk, din, dil, değerler, el sanatları ve doğanın doğurgan güzellikleri adeta üst üste yığılmıştır.
Ne zaman bir öyküyü bir mekâna yerleştirmeye kalksam aklım o doğaya atlıyor. Ama…Yazdıklarıma bakınca da… O hayranlığımı hak ediyor. Her anlatı yakışıyor haspaya !( Bakın bu haspa sözcüğünde bir yanlışlık yok. Çünkü kentler dişidir.)
‘İSTEMEKLE OLUNAN BİR UĞRAŞ DEĞİL YAZARLIK! YAZININ AĞIR İŞÇİSİ OLMAYI GÖZE ALABİLMELİ!’
- Yazar olmak isteyen genç arkadaşlara ne önerirsiniz?
Yazar olmak istemek, birçok havai gencin bile ağzında gevelediği ham hayaldir. Ben kendi adıma, belki yüz defadan fazla, genç-yaşlı, kadın -erkek insanın bu arzuyu taşıdığını duydum. İstemekle olunan bir uğraş değil yazarlık. Kendiliğinden doğar ve kendiliğinden dışarı taşar. Kişi, onu bilgi, duygu, sabır ve kültürle beslemek zorundadır.
Kültür, yazar adayının en çok gereksindiği niteliklerin başında gelir. Çok okumak, çok gözlem, çok sabır, çok çalışmak ve kendi özüne çok soru sormak, başkalarının gösterdiği ilginin zayıflığından küsmemek iradesine sahip olmak, dahası hatalarını kendi başına bile bulmak ve nefis kontrolü yapmak durumunda kalmaya dayanabilmek… Hiç kolay değildir.
Bir tür kumardır yazma edimi. Çevreyle, öznel koşullarla, çabanın sürekliliğiyle ve en zor olan yanı da, yazdıklarınıza eleştirel gözle bakma yürekliliğiyle… Sürekli düşünmeyi, çalışmada kendine iltimas etmemeyi hatta, vaz geçmeme çabasını ister.
Aile bireylerinin, arkadaşların, gönül bağı olan kişilerin, hatta öğretmenlerin bile beğenileri yetmez. Önemsenmemeye direnme yetisi ve ustaları okumaya zaman ayırma çabası, zamanının çoğunu söyleyeceklerini belirleme ve sonra yazmaya ayırma özverisi…Bunlara hazır olmalı bir yazar adayı. Bu günkü koşullarda topluma seslenebilen hiçbir uğraşta, kolaylık denen nitelik yoktur. Yazan kişi, yazının ağır işçisi olacaktır.Bunlara dayanabilen meraklılara yürekten başarılar…
Onlar, Yazının Ağır İşçisi olmayı göze alabilirlerse… Genç yazara yardımcı olmaya çalışacak insanların ve kurumların çıkacağından kuşkum yok.
En Çok Okunan Haberler
- 6 yaşındaki Şirin'i katleden şahsın ifadesi ortaya çıktı
- Ünlü oyuncu gözaltında: Marketten 'zeytinyağı' çaldı
- Erdoğan'a ve Yerlikaya'ya çok sert yanıt!
- Mitinge neden katılmadığını açıkladı
- İmamoğlu'na 'ahmak' dedi, davaya çağırdı
- Tutuklanan baba cezaevinde ölü bulundu
- AKP'li Mustafa Varank ölümden döndü!
- Oy oranını en çok artıran parti hangisi?
- 'Fethullah Gülen hayatta olsaydı...'
- Halk TV'den ayrılan Şirin Payzın'ın yeni adresi netleşti