Şükrü Hanioğlu ile ‘Atatürk: Entelektüel Biyografi’ üzerine… Feridun Andaç’ın söyleşisi...
M. Şükrü Hanioğlu’nun tarihsel dönemlere, kişileri yönelik her çalışmasını bir “cesaret” örneği olarak nitelendirmek isterim. Öyle ki, seçtiği her konu tartışma yaratacak denli “ağır”! Bir bilim insanı olarak yaklaşımı, yorumu, hatta eleştirel bakışı bu açıdan önemli. Kim, ne der yerine verilerden hareket etmesi sanırım o “cesaret çizgisi”ni aştırıyor. Tarık Zafer Tunaya’nın deyimiyle, o, her şeyden önce “konusuna aşık bir araştırmacı”. Bugün bize sunduğu bin sayfalık Atatürk Entelektüel Biyografi (Bağlam Yayıncılık) çalışması da bunun bir örneği. Okumaya yöneldiğinizde sizi içinde tutan, başka başka düşüncelere taşıyan, zenginleştiren bir biyografi. “Kurucu lider” olan Mustafa Kemal Atatürk’ü hiç böyle tanımadığınızı hemence görebileceğiniz kitabın kuruluşunu Hanioğlu’nun kendisinden dinlemek istedim.
- Okunması hem kolay, ama bir o kadar da zor bir kitap yazdınız: Atatürk: Entelektüel Biyografi. Akademik bir tarihçi, bilim insanısınız. Özellikle Bir Siyasal Örgüt Olarak Osmanlı İttihad ve Terakki Cemiyeti ve Jön Türklük (1889-1902) çalışmanız belleklerimizdedir. (İletişim Yayınları, 664 s., 1985)
Burada ise “farklı” bir biyografi yazımına yöneliyorsunuz: “Atatürk’ün entelektüel faaliyeti” odağında bir hayat…Şunu da diyor; “fazlasıyla ihmal edilen bir yönünü ele almayı” amaçladığınızı söylüyorsunuz.
Çıkış noktanıza dair “önemli” tespitleriniz var. Bunlara değineceğiz. Ama öncelikle şunu sormak istiyorum: bana göre “sıradışı” bir tarihçisiniz. “Uzak”tan bir Mustafa Kemal (Atatürk) bakışı sizde nasıl oluştu?
Biyografi yazımında yaygın şekilde kullanılarak, özneye mesafeli bakışı zorlaştıran yaklaşımlar vardır. Bunların sık görülenleri, onun, Bildungsroman biçiminde inşa olunması, Weber’in ideal tipi olarak kurgulanması ve kahramanın hikâyesine dönüştürülmesidir.
Entelektüel biyografi, son tahlilde, biyografiden ziyade entellektüel tarih yazımının bir alt dalı olmasına karşılık, biçimsel olarak kolaylıkla bunlardan biri haline gelebilmektedir. Ben çalışmamın böylesi biçimlere dönüşmesini elimden geldiğince önlemeye çalıştım.
Bunların yanı sıra, Claude Lévi-Strauss’un vurguladığı gibi, “biyografik tarihin zayıf tarih” olduğunu gözden uzak tutmadan kitabın, Atatürk’ün yaşamı ve düşünceleri üzerinden son dönem Osmanlı ve Erken Cumhuriyet “tarih”i anlatısına evrilmemesine çaba harcadım.
Böylesi bir “tarih”in, Bourdieu’nün çarpıcı ifadesini kullanırsak, “yaşamı tarih olarak” kurgulayan bir anlatı sunacağı, bir bireyin biyolojik kişiliğinde ete kemiğe bürünen bir “proje”nin belirli bir hedefe yürüyen teleolojik evrimini sosyal gerçeklikten soyutlanmış biçimde inşa edeceği gerçeğini unutmadan, “tarih” değil, “entelektüel biyografi” kaleme almaya gayret ettim.
Bunların da ötesinde, modern yazımda “emperyal biyografi”nin, Seager’in Tiberius ve Prestwich’in I. Edward üzerine hazırladıkları gibi son derece başarılı örnekleri olmasına karşılık, çalışmamın böylesi bir “yönetenin yaşamı üzerinden” dönem siyasetinin incelenmesi biçimini almamasına özen gösterdim.
Bu teorik tercihlere ilâveten, malzeme kullanımında kitabın öznesine ayrıcalık tanımayarak, bilhassa Türkiye’de yazılan Atatürk biyografilerinin aslî zaafı olan yarı-otobiyografi üretiminden kaçınmaya çalıştım.
Örneğin, sunduğu vesikalar dışında, Nutuk’a tek yanlı anlatım, 1926 yılında gazetelerde yayımına başlayarak daha sonra durdurulan, “Büyük Gazi’nin Hâtırat Sahifeleri”ne “hâtırat” olarak yaklaştım ve bunlarda verilen bilgileri diğer kaynaklarla karşılaştırmanın yanı sıra, onlara “öncelik” vermedim ve genellikle yapıldığı gibi “mutlak gerçeklik” atfetmedim.
Mevcut literatür bundan kaçındığı için sürekli biçimde yarı-otobiyografiler üretmiştir. Ayrıca, menâkıbnâme nitelikli “Atatürk biyografileri”ni diğer kaynaklarda var olmayan bilgi içermedikleri sürece kullanmamaya gayret ettim.
Bence, teorik çerçeve kadar, “dönem”i sadece ya da öncelikli olarak Atatürk’ün anlatısı üzerinden okumamak (bu, onun anlatısının önemsiz olduğu anlamına gelmemektedir) ve çoğu kurucu liderden patrimonyal lütuflar görmüş, makamlarını ona borçlu bireylerin “hagiography” karakterli çalışmalarından ziyade birincil kaynaklara dayanmak, özneye “mesafeli” duran, “tekrar” yerine “sorgulama”yı öne çıkaran bir entelektüel biyografi yarattı. Bu da eldeki mevcutlarla kıyaslandığında daha “objektif” oldu.
Ben, beşeri bilim çalışmalarında objektif olma hedefine ulaşmanın imkânsız olduğunu kabul ediyorum; ama bu gerçeklik, “objektif” olmaya çalışmak için çaba gösterilmesini engellememelidir.
- Peki, buna “eleştirel biyografi” diyebilir miyiz?
Kitap, Atatürk’ü etrafında oluşturulan “yanılmazlık” zırhından çıkararak insanlaştırmaya çalıştığı için doğal olarak eleştirel olduğu düşünülen yorumları da dile getiriyor. Herhangi bir liderin, siyaset yapıcısının daha doğrusu herhangi bir insanın “yanılmaz” olabilmesi, geliştirdiği “tüm” siyasetlerin böylesi özellik taşıyabilmesi mümkün değildir.
Toplumumuzda yaratılan mistik “Atatürk Kültü”nün bu temel varsayımdan yola çıkılarak inşa edilmesi nedeniyle, kurucu liderin bütün öngörü ve siyasetlerinin “doğru,” “mükemmel” ve dolayısıyla “tartışılmaz” olduğu yolunda yaygın bir “inanç” oluşmuş durumdadır. Dolayısıyla, Atatürk’ün bazı tezlerinin bu niteliği taşımadığını ortaya koymanın, belirli öngörülerinin doğrulanmadığına işaret etmenin şiddetli eleştiri, hatta bunun da ötesinde tezyif girişimi olduğu düşünülmektedir.
Buna karşılık, son tahlilde, bir yeniden inşa faaliyeti olan entelektüel tarihçiliğin alt dalı olan entelektüel biyografi yazımı işe “eleştirel” bakarak başlamaz. Bunun, “kutsama” ve “ululama” amacıyla biyografi yazımından farkı yoktur.
Ancak, bir entelektüel biyografinin, öznesinin her alanda “mükemmel,” “eşsiz” ve “hatadan münezzeh” olduğunu söylemesi mümkün değildir. O tür yazım, bizde menâkıbnâme, Batı literatüründe ise “hagiography” şeklinde adlandırılan ayrı bir türdür.
- Bir insanı, “kurucu lider”i birçok dönemle tarihselleştirerek anlatıyorsunuz. Bu çalışmanızı, lise yıllarımda ilk okuduğum Lord Kinross ve Şevket Süreyya Aydemir’in kitaplarından apayrı bir yere koyuyorum. Bu ayrılık bence sizin şu satırlarınızda dile getiriliyor:
“Tarihselleştirme ve bağlamsallaştırma temelli bu çaba, Atatürk’ün yetiştiği çevre, aldığı eğitim ile entelektüel, kültürel ve siyasî yaklaşımlarını şekillendiren fikirleri değerlendirerek, ‘hayat hikâyesi’ anlamında bir biyografi veya bir ‘insanüstü kahraman’ menâkıbnâmesi değil bir ‘entelektüel biyografi’ sunmaya çalışılacaktır.” (s. 10) sizde bunun ivmesini oluşturan neydi?
Ben, 45 yılı aşkın bir süredir son dönem Osmanlı ve Erken Cumhuriyet Türkiyesi’nin entelektüel tarihiyle ilgileniyorum. İlk çalışmam, bu zaman diliminin önde gelen entelektüellerinden birisi olan Doktor Abdullah Cevdet Bey’in siyasi faaliyetlerini de kapsayan biyografisi idi. Daha sonra Osmanlı Garpçı ve bilimci hareketleri üzerine yabancı dilde detaylı araştırmalar yayımladım.
Dolayısıyla, entelektüel tarih ve entelektüel biyografi, akademik çalışma hayatına başladığımdan beri temel ilgi alanlarım arasındaydı. Ancak, Atatürk’ün entelektüel biyografisini yazmak benzeri bir düşüncem olmamıştı. Hedefim, son dönem Osmanlı entelektüel tarihi üzerine kapsamlı bir çalışma kaleme almaktı. Hatta bunun için bir yayınevi ile ön sözleşme bile yapmıştım.
Ancak, İslâm dünyasının önde gelen düşünür ve siyasi liderlerinin kısa biyografileri konulu bir projenin yürütücüsü olan bir meslektaşım bu konuda kitap hazırlamam talebinde bulununca bunu yaparak önemli bir boşluğu doldurabileceğimi öngördüm ve daha sonra değişik dillere çevrilen İngilizce baskıyı hazırladım.
Akabinde zikrettiğim projeme geri dönmeyi planlarken genişletilmiş bir Türkçe versiyon kaleme almanın daha önemli bir açığı kapatacağını düşünerek, Atatürk Entelektüel Biyografi’yi yazdım. Bugünden geriye baktığımda bunu yapmakla iyi bir karar aldığımı düşünüyorum.
- Peki, bu “entelektüel biyografi” için yola çıkarken, şunun altını çiziyorsunuz: “Hakkında sayısız kitap ve genel anlamıyla biyografi kaleme alınan Atatürk üzerine benzeri çalışmaların yapılmamış olması dikkat çekicidir.” (s.11)
Sizi böylesi bir çalışmaya yönelten bu “eksik”lik miydi, yoksa; bir tarihçi olarak, bilip ettiğiniz, eleştirel de yaklaştığınız bir(çok) dönemin gerçekliğinde var olan, zaman zaman da yaratılan “şahıs kültü” / “kurucu lider” mitosuna bir bakış mıydı? Yani o “eşik düşünce”niz neydi?
Çalışmamın İngilizce baskısını hazırlarken, söz konusu “kült”ün sadece modern Türkiye’nin kurucu liderinin değil, sürekli atıfta bulunulan ama içi doldurulamayan “kurucu ideolojisi”nin de objektif biçimde değerlendirilmesini fazlasıyla etkilediğini gözlemledim.
Bu açıdan baktığımda, kurucu lideri insanlaştırma ve tarihselleştirme kadar, söz konusu “ideoloji”nin, ki bazen buna, değer katacağı düşüncesiyle “felsefe” denilmektedir, dayandığı düşünsel arka planın ortaya konulmasının da önemli olduğu kanaatine ulaştım.
Eğer bir “eşik düşünce”den bahsedebilirsek, bunun iki temel sütunu var: Kurucu liderin tarihselleştirilmesi ve onun düşünsel “mucizesi” şeklinde kutsanarak, “tartışılmazlık” zırhına sokulmak istenen “kurucu ideoloji”nin entelektüel arka planının değerlendirilmesi.
- Doğrusu bir “biyografi”nin sınırlarını (olumlu anlamda) aşan “kült” bir kitap çalışmanız. Eminim ki birçok araştırmacıya / yazara kaynaklık edebilecek nitelikte. Benim de bir anlatıcı olarak yazadurduğum Mustafa Kemal’in Erzurum’daki “Elli Üç Gün”ü için benzersiz bir “işaret fişeği” oldu. Kitabınızı yazarken böyle bir kaygı güttünüz mü?
Çalışmanın iddiası, tüm eksikliklerine karşılık, birincil kaynaklara inerek ve tarihselleştirme ve bağlamsallaştırmayı ön plana alarak, ölümünün üzerinden 85 (kitabın basım tarihi itibarıyla) sene geçmiş bir kurucu lider ve büyük çapta onun şekillendirdiği kurucu ideoloji üzerine yazılan ilk objektif eser olmaktır.
Böylesi bir iddia ile kaleme alınan kitap, umarım, geniş bir alanda araştırma yapacaklara önemli ipuçları sunacak, ayrıntılara inecek yeni çalışmalar bu konuda daha kapsamlı değerlendirmelere ulaşmamızı sağlayacaktır.
- “Atatürk’ü kaybeden” düşünce de sizin çalışmanız için bir ivme olabilir mi? Yani “Tek Parti”den başlayan güdümlü ulus-devlet ideolojisinin inşa süreci…
Burada karşılaşılan sorun, Atatürk’ü “kaybetme” kadar, kurucu lider kültü ve kutsanan “resmi ideoloji”yi koruma düşüncesiyle, apolojetik yaklaşımın egemen olmasıdır. Bu, o denli içselleştirilmiştir ki, “otokratik tek parti” idaresi ve toplum üyelerine yeni kimlik ve aidiyetler verme amacıyla geliştirilen sözde bilimsel kuramlar dahi “zamanın koşulları,” “toplumun içinde bulunduğu durum,” “uzun vâdeli hedeflerin farklılığı,” “bilimsel denemeler” benzeri gerekçelerle meşrulaştırılmaya çalışılmaktadır.
Türkiye’nin güncel sorunlarını kavrayabilme ve tartışabilmesi için bunun aşılması gereklidir. Kitap, bu alanda da katkı sunmayı hedeflemektedir.
- Klasik bir söylem gibi gelse de, “insan Atatürk” portresi çıkıyor karşımıza çalışmanızda. Özellikle “kurucu lider”in varoluşsal topografyasını çıkarmanız açısından önemli buluyorum. Ne dersiniz?
Ben de bunun son derece önemli olduğunu düşünüyorum. Atatürk, son tahlilde, yetiştiği sosyal çevrenin, aldığı eğitimin, mensup olduğu kuşağın temel değerlerinin, mesleki eğitiminin, asır sonu küresel entelektüel tartışması ve bunun Osmanlı toplumundaki yansımalarının, üyesi olduğu siyasi kuruluşların şekillendirdiği bir kişiliktir.
O, laboratuvar ortamında, kimsenin aklına gelmeyen kuramlar geliştiren bir feylesof-kral değil, dünya görüşü asır sonu gerçekliğinde şekillenerek iki savaş arası dönemde yeni bir toplum ve millet inşa etmeye çalışan bir siyasi liderdir.
Atatürk üzerine yapılan çalışmaların büyük çoğunluğu, onun nasıl “şekillendiği”ni bir kenara bırakarak, sadece nasıl “şekillendirdiği” üzerine yoğunlaşmaktadır. Buna karşılık, “şekilleniş” anlaşılmadan, “şekillendiriş”i kavrayabilmek mümkün olamamaktadır.
- Entelektüel eğilimlerinden söz ediyor, sıklıkla da altını çiziyorsunuz. Buna dönemin ruhu/enerjisinin var ettiği bir gerçeklik olarak da bakabilir miyiz?
Belirttiğiniz gibi, dönemin “ruh”u son derece önemli. Örneğin Atatürk’ün “bilimcilik”i, “milliyetçilik”i, “din”e yaklaşımı, “modernlik algı”sı, yaşadığı zaman dilimi “Batı”sının entelektüel “Zeitgeist”ı ile fazlasıyla uyumludur. Diğer bir ifadeyle, Atatürk, asır sonu düşünce dünyasının ürünü, onun ana akım yaklaşımlarını içselleştirmiş bir liderdir. Bunlar, Osmanlı entelektüel mehâfilinde oldukça marjinal bir kesim tarafından benimsenmiştir.
Ancak, Atatürk’ün kendi toplumunda çoğunluğun karşı çıktığı düşünceleri benimsemesi, “radikal” siyasetler üretmesi ve programından taviz vermemesi, global ölçekte dönem ana akım zihniyetiyle çelişen, avant-garde ve “aykırı” kuramlar yarattığını düşündürmemelidir. Siyaset geliştirirken de bilhassa ilerleyen yıllarda Osmanlı siyasi gelenekleri ile İttihad ve Terakki deneyimlerinden etkilenmiştir.
- Bir gün, Kâzım Karabekir’in kızı Timsal Hanım’la müze-ev’de konuşuyordum. Karabekir Paşa’nın özel eşyalarına, defterlerine, kalemlerine, okuduğunu kitaplara, yazdıklarına, notlarına bakarak şunu sormuştum kendisine:
“Timsal Hanım, Kâzım Karabekir’in bu donanımına bakıyorum da; neden o değil de Mustafa Kemal, ve neden babanız -başlangıçtaki gibi- hep onun yanında olmadı” diye sormuştum. O da şunu demişti: “Mustafa Kemal bir liderdi. İkinci sorunuza gelince; aynı yoldaydılar, ama babam ona ‘hayır’ diyebilecek tek insandı…”
Sanırım yoruma gerek yok! Kitabınızda bunun izlerini görebiliyorum. Ne dersiniz?
Mustafa Kemal’in, örneğin Halide Edip gibi önde gelen muhalifleri dahi, yurt dışında Erken Cumhuriyet rejimi ve uygulamalarına sert eleştiriler getirirken, onun liderliğinin İstiklâl Harbi’nin kazanılmasında başat rol oynadığına dikkat çekmişlerdir.
Mustafa Kemal, Misak-ı Millî’nin hayata geçirilmesi dışında ortak noktası bulunmayan bir tabanı örgütleyip seferber edebilmiş; farklı söylemler kullanarak “konvansiyon” karakterli, yetkileri sınırsız bir meclisi siyasetlerine imâleye muvaffak olmuş; bir interregnum döneminde meşruiyeti kendi tarafına çekmeyi başarmış; teslimiyet ve tavize dayalı diplomatik çözüme en ümitsiz koşullarda dahi direnmiş; romantik gerillacılık baskısına karşın iç çatışmayı göze alarak düzenli ordu kurulmasını başarmıştır.
1919 ile 1922 yılları arasında, siyasi lider, en üst diplomat ve savaşın son yılında da başkumandan olarak, üç ayrı alanda toplumunu yönetmiş ve başarıya ulaşmıştır. Savaş mağlupları içinde galiplerin dayattığı “barış”ı kısa vadede tersine çevirebilen tek ülke Türkiye olmuştur. Bunu sağlamak için ise zor koşullarda yapılan bir ölüm-kalım savaşı verilmiştir.
Bunun arka planında ciddi bir liderlik ve organizasyon başarısının bulunduğu ortadadır. Bu yorum yapılırken, bu muvaffakiyetin, bir carte blanche sunduğunu, yeni devletin şekillendirilmesinin tek elden yapılmasını meşru kıldığını düşünmek anlamlı değildir. Zaten muhaliflerinin Mustafa Kemal’e itirazları da bundan kaynaklanmıştır.
- Böylesi bir çalışmada birçok aşamalı kaynaktan yararlandınız. Bunlar da ağırlıkla olarak arşiv ve yazılı kaynaklar... Kuşkusuz karşılaştığınız zorluklar oldu. Ama çalışmanızın bize anlattığı; her türlü “otosansür”, “yasakçı zihniyet” de olsa; böylesi bir biyografi pekâlâ yazılabilirdi. Bunun asıl engeli neydi sizce?
Kitapta da vurgulamaya çalıştığım gibi, son tahlilde, Atatürk ve Erken Cumhuriyet dönemine yönelik otosansür ve yasakçılığa karşılık, elde bulunan malzeme kapsayıcı bir “entelektüel biyografi” yazılmasını zorlaştırmış ancak imkânsız kılmamıştır.
Örneğin, Mustafa Kemal’in, Zakir Kadirî (Ugan)’ın, hazırlanmakta olan yeni tarih kitapları için kaleme aldığı “İslâm tarihi” bölümleri taslaklarını okuduktan sonra yazdığı mektup, uzun süre, sansürlenerek veyahut tahrif edilerek kullanıma sunulmuştur. Buna karşılık, bu mektubun orijinal içeriği görülmeden de Atatürk’ün genel olarak “din,” özel olarak da “İslâmiyet” hakkındaki düşüncelerini kavrayabilmek mümkündür.
Bu açıdan bakıldığında, Cumhurbaşkanlığı Çankaya Arşivi’nin araştırmaya açılmaması (evvelce de belirttiğim gibi, bu arşivin katalogları bona fide araştırmacılara kapalıdır. Arşiv yetkilileri, konu almakta ve “münasip gördükleri” vesikaları kullanıma sunmaktadır. Bana da arşiv kataloğu gösterilmediği gibi, sayın müdürün “zor konular” olarak nitelediği konularda belge verilmemiştir.
Lâtife Hanım evrakı ise değişik gerekçeler ileri sürülerek TTK kasalarında tutulmaktadır), benzeri yasakçı yaklaşımların objektif “entelektüel biyografi” yazımına engel olduğu söylenemez. Bunlar ancak, konunun daha kapsamlı şekilde ve birincil malzeme kullanılarak değerlendirilmesine mani olabilir.
Şahsi kanaatimce, engellemelere karşılık, mevcut kaynaklara dayanarak bilimsel çalışma yapılması yerine “menâkıbnâme” üretilmesinin iki nedeni mevcuttur.
Bunlardan birincisi, son derece güçlü, her döneme uyarlanarak varlığını sürdürebilen bir şahıs kültü ve sorgulanmayan ezberlerin bunlara karşı çıkanları dahi etkilemekte olmasıdır. İkincisi ise inşa edilmiş “şahıs kültü”nü ve anılan ezberleri sorgulamanın, “sorunlu” olduğunun düşünülmesi, konuya mayınlı bir alan olarak yaklaşılmasıdır.
- Shakespeare onca oyun yazmışken, şimdi neden oyun yazalım demek ne kadar “abes” ise; onca Atatürk biyografisi varken ben neden şimdi yazayım demek de öyle…
Gene de şunu sormak istiyorum: Sizin bütüncül / kavrayıcı, analiz eden bir bakışınız var. Ayrıştıran değil; anlaya/anlamlandıran, yorumlayan, yer yer eleştirel bakabilen bir bakış. Hele “hamaset” asla uğramadığınız bir yer. Sizi buna hazırlayan neydi? Yani M. Şükrü Hanioğlu hangi ırmaklardan geçerek buraya geldi?
Atatürk hakkında çok sayıda biyografi yazıldığı doğrudur. Ancak, bunların büyük çoğunluğu bilimsel kriterlerle değerlendirildiğinde biyografi niteliği taşımamaktadır. Bilhassa yerli araştırmacıların kaleme aldığı çalışmalar uzun süre “menâkıbnâme” karakterli yarı-otobiyografiler olmuş, son dönemde buna temel hedefi “apoloji” olan incelemeler eklenmiştir.
Her iki tür de “hamaset” söylemini benimsemek ve “ululama”yı ön plana çıkarmaya ek olarak bütünüyle göz ardı edemedikleri olumsuzlukları değişik nedenlere bağlamaya gayret etmektedir.
Ben, bunu aşan, “entelektüel biyografi” alanında var olan geniş literatüre de katkı vermeye çalışan bir kitap hazırlamaya gayret ettim. Kanaatimce bu, Atatürk Entelektüel Biyografi’nin farklı bir yaklaşım sergileyebilmesinin en önemli nedenidir.
Bunun yanı sıra, kırk yılı aşkın bir süredir son dönem Osmanlı entelektüel ve siyasi tarihi kadar küresel entelektüel hareketler üzerinde kapsamlı araştırma ve okumalar yapmamın, çalışmanın seviyesine katkıda bulunduğunu düşünüyorum.
Örneğin, Osmanlı Garbçı hareketi ve bilimciliği üzerine çalışmış olmam, Atatürk’ün bu alandaki yaklaşımlarını değerlendirmeme fazlasıyla yardımcı oldu. Jön Türklük ve İttihad ve Terakki hakkındaki araştırmalarım, bir Jön Türk ve İttihadçı olan kurucu liderin siyasi tercihlerini bağlamsallaştırmamı kolaylaştırdı. Uzun süre modern siyasi düşünceler tarihi dersleri vermiş olmam da onun geliştirdiği kuramların entelektüel arka planını ortaya koymama katkıda bulundu.
Türkiye’de yapılan entelektüel tarih çalışmaları, uzun süre, geçmişimizin özgün olduğunu varsayan, bu nedenle de etkileşim ve mukayeseyi göz ardı eden bir yaklaşımı benimsemiştir.
Örneğin Atatürk’ün; Caetani’nin, Le Bon’un, Wells’in, tezlerini neredeyse aynen tekrar eden yazı ve sözlerinin, Büchner’den alındığı bariz “hayat tanımı” ve “bilim yorumları”nın, Renan’dan uyarlanan “millet” kavramsallaştırmasının, ki bunları sathi bir bakışla dahi anlamak mümkündür, kurucu liderin özgün, avant la lettre fikirleri olarak tartışılması bunun en çarpıcı örnekleridir.
Küresel entelektüel akımları anlamadan, karşılaştırmalar yapmadan entelektüel tarih yazabilmek mümkün değildir. Son yıllarda Türkiye’de entelektüel tarih alanında büyük bir sıçrama yaşanmıştır ama bu, değindiğimiz nedenlerden dolayı, kurucu lider ve ideolojinin değerlendirilmesi üzerine son derece sınırlı etki yapabilmiştir.
- “Yeni bir devlet / millet yaratma” düşüncesini (ülküsünü demeli belki de) var eden arka planı da gösteriyorsunuz onun kişiliğinde. Yer yer bazı “karşılaştırmalar” da yapıyorsunuz. Mustafa Kemal’in o birikiminin “entelektüel eğilimleri kadar çalışma programını da ortaya koyduğu”nu imliyorsunuz. (s. 17) 1920, bu anlamda, bir kırılma noktası sanki! Ne dersiniz?
Bence kırılma noktası, askeri zafer sonrasında gerçekleşmiştir. Mustafa Kemal, o tarihe kadar “kendisi olamayan bir lider” olmanın sıkıntılarını yaşamıştır. O, toplumunu bütünüyle Batılılaştırmayı hedefleyen bir Garbçı, dinin toplumsal gelişmenin önündeki temel engel olduğunu düşünen bir hürendiş, İslâmiyeti kabulün Türklerin inhitat sürecini başlattığını varsayan bir seküler Türk milliyetçisi, yukarıdan aşağıya modernleştirmeyi tek yol olarak gören bir seçkinci, Fransız Üçüncü Cumhuriyeti’nin benzerini Anadolu’da inşa etmek isteyen bir radikal cumhuriyetçi olmasına karşılık, idare ettiği tabanın; gelenekçi, Müslüman milliyetçisi, aşağıdan yukarıya karar alımını önceleyen demokratik, saltanat ve hilâfet kurumlarının devamını arzulayan ideolojik tercihlerinin sözcüsü olarak konuşmuş ve davranmıştır.
Gerçek programını, 1922 den itibaren önce tecriden, gerekli siyasi güç temerküzünü gerçekleştirdiğinde ise hızla uygulamaya koymuştur.
- Mustafa Kemal sürekli okuyan biri. Bunu kendi “özel” kişiliğine mi bağlamalı, yoksa askeri eğitimin ona kazandırdıklarına mı?
Mustafa Kemal nesildaşı subaylarla karşılaştırıldığında, onların çoğundan “daha fazla okuyan” bir kişidir. Buna karşılık, yoğun okumaları 1920, bilhassa da 1922 sonrasında gerçekleşmiş, Türk Tarih Tezi ve Güneş Dil kuramını geliştirdiği süreçte ise zirve noktasına ulaşmıştır. Bu çerçevede çok sayıda eseri, yakın çevresindeki çalışma arkadaşlarına özetletmiş, önemli gördüğü bölümlerin tercümelerini yaptırmıştır.
Mustafa Kemal, kurucu lider konumuna gelmeseydi, değişik konularda diğer komutan arkadaşlarına göre daha fazla okuma yapan bir kişi olarak kalırdı. Ancak, yeni bir devlet kurma ve toplum üyelerine farklı bir kimlik verme çabalarının başında yer alması onun sadece yoğun okumalar gerçekleştirmesine değil, bunlardan yaptığı çıkarımlarla siyasetlerinin kuramsal altyapısını oluşturmasına da yardımcı olmuştur.
Bunun olağan entelektüel faaliyetten farklı olduğunun altının çizilmesi gerekmektedir. Atatürk, yoğun okumalarını bilimsel saiklerle veyahut bir otodidakt olarak değil, zikredilen hedeflerine ulaşmasını sağlayacak teorik ve ideolojik altyapıların “bilimsel” arka planını oluşturmak amacıyla yapmıştır.
Bu açıdan bakıldığında, entelektüel faaliyeti ile siyaset yapımı arasında genellikle müşahede edilenden farklı bir ilişki söz konusudur. O entelektüel faaliyeti sırasında özümsediği bilgilere, yaptığı çıkarımlarına dayanarak siyaset geliştirmemiş, geliştirmek istediği siyasetleri bilimsel çerçevelere yerleştirmek amacıyla kapsamlı okumalar yapmıştır.
- Şu tespitinizi önemli buluyorum, zira sizin kitabınızın çıkış noktasının da bence “aura”sını oluşturmakta:
“…Atatürk hakkında, yaşamının değişik veçheleri üzerine kaleme alınan çalışma sayısıyla orantılı ‘entelektüel biyografi’ denemesi bulunmamasının temel nedeni ‘kaynak’ eksikliği değildir. Bu alanda görülen noksaniyet, büyük çapta, etrafında oluşturulan kült çerçevesinde, Atatürk’ün içinde yaşadığı ortam, zeitgeist (zamanın ruhu) ve ‘ne okuduğu’nun önemsizleştirilmesinden kaynaklanmaktadır.” (s. 18)
O bakışta “gereksiz” görülenin kapılarını açıyorsunuz siz. Bunu önemli buluyorum. Ne dersiniz, böylesi “kült” yaratmanın tarihsel/toplumsal hafızaya gölge düşürdüğünü söyleyebilir miyiz? Örneğin; II. Abdülhamid’de de benzer bir “ikon” yaratma, hatta “model” alma derdi var…
Size tamamen katlıyorum. Kurucu liderinizi dahi, hatadan münezzeh bir felsefeci-kral olarak tanımladığınız, ona “yanılmazlık” gibi insanüstülük içeren hasletler atfettiğiniz zaman söz konusu kişiliğin yetişmesi, eğitimi, yaşadığı ortam, çağının Zeitgeist’ı bütünüyle anlamsız hale gelmektedir.
Anılan kült, son tahlilde, onun, daha evvel kimsenin düşünmediği, bunun da ötesinde “düşünemeyeceği” fikirler geliştirerek, bir “mucize” yarattığını iddia etmektedir. Bu yaklaşım, Atatürk’e çağından, okuduklarından etkilenen, dönemin egemen düşünce akımlarından ipuçları alan bir “insan” olarak yaklaşmanın, onun “etkilendiği”ni söylemenin, bu mistik çerçeveyi bozacağını savunmaktadır. Kitap, bu çerçevede, “gereksiz” görülenin, fazlasıyla “gerekli” olduğunu ortaya koymaya gayret etmektedir.
II. Abdülhamid hakkında da yaşadığı dönemde var olan bir şahıs kültü söz konusuydu. Ancak, onun çağı ve iki savaş arası dönem gerçeklikleri oldukça farklıdır. Onun çağının “güçlü liderleri” örneğin, bu konuda akla gelen ilk isimlerden olan Bismarck bile “Mümkün olanın sanatı (die Kunst des Möglichen)” olarak siyaset yapmıştır.
Buna karşılık, Atatürk’ün başta gelenlerinden birisi olduğu, arkalarına “devrimler”i alan iki savaş arası dönem “önder”leri, siyaset ve yönetimi; herşeye kadir, “imkânsızlık” tanımayan übermensch kişiliklerin, şahsi faaliyeti haline getirmiştir. Dolayısıyla onlar etrafında oluşturulan kültler çok daha muhkem ve mistik karakterli olmuştur.
- Atatürk’ün “yorumcu” / “uygulayıcı” yanına değiniyorsunuz. Etkilendiği düşünürler, siyasi kimlikler de var kuşkusuz. Örneğin; Büyük Petro, bence; Napolyon… Sonra düşünürler… Yani bir “sentez”ci entelektüel. Ne dersiniz?
Atatürk bir “düşünür” ve “kuramcı” olmadığı gibi, özgün bir ideolojiyi siyasi pratiğe dönüştüren bir lider de değildir. O, son derece geniş bir düşünür, bilim insanı ve araştırmacı yelpazesinden, geliştirmiş olduğu dünya görüşüne uygun bir toplum ve millet inşa etme amacıyla yararlanmış, ancak belirli bir düşünürün ve kuramın “takipçisi” olmamıştır.
Belirtmeye çalıştığım gibi o, “seçici okumalar” yardımıyla geliştirdiği siyasetlerin bilimsel altyapılarını oluşturmak isteyen vizyoner fakat pragmatik bir devlet kurucusudur. Bu nedenle, sadece dönemin önde gelen düşünürleri ve onların temel tezlerini basite indirgeyen vülgarizatörlerden değil, Kvergic gibi eksantrik analizleri ilgi uyandırmamış Oryantalistler veya Churchward benzeri maceracı mistiklerden de yararlanmakta beis görmemiştir.
Diğer bir ifadeyle, Atatürk, seçici okumalarla tasavvuruna katkı sunabilecek her türlü görüşten istifade etmeye çalışmıştır. Ancak, bu vurgulanırken projenin uygulayıcısının kendisi olduğu gözden uzak tutulmamalıdır. Doktor Abdullah Cevdet’in, kendisiyle yaptığı uzun bir görüşme sonrasında dile getirdiği, “başkalarının gözleriyle görmeyi, başkalarının kulaklarıyla işitmeyi kabul etmeyen bir şahsiyet” yorumu, bunu oldukça veciz bir biçimde özetlemektedir.
Atatürk’ün programını, Roscher’in “aydınlanmacı mutlakiyetçilik” olarak kavramsallaştırdığı siyasetleri hayata geçiren yöneticilerin modern bir örneği olarak uyguladığı ortadadır. Buna karşılık, kendisini, Büyük Petro, II. Friedrich benzeri liderlerle karşılaştırmamıştır.
Yakın arkadaşları, örneğin Mahmut Esat Bozkurt, Büyük Petro ile yapılan mukayeseleri şiddetle eleştirmiş, Ahmet Ağaoğlu’nun II. Friedrich ile mevcut benzerliklerinin vurgulanması isteği ise karşılık bulmamıştır. Mustafa Kemal’in çalışma odasında Napolyon’un yarım heykelinin bulunması, onun bazı yönlerine hayranlık duyduğunun kanıtı olarak yorumlanabilir. Ancak, değişik ortamlarda Napolyon’u şiddetle eleştiren görüşler de serdetmiştir.
- Onun “yeni toplum”u biçimlendirme felsefesi… Bir ideolojik yapı olarak “Kadro” dergisinin çıkışı. Buna dair söylediklerinizi önemli buluyorum.
Yorum ve tespitlerinizle yeni bir bakış açısı getirdiğinizi söylemeliyim. Bunların her birine değinmek isterim burada kuşkusuz. Eğer bunları yaparsak, bir “nehir söyleşi” olur. Gene de birine değinelim isterseniz:
Kadro Dergisi (Ocak 1932-Ocak 1935). Şunu diyorsunuz: “Mustafa Kemal, ‘inkılâbın ideolojisi’ni inşa etmek tasarımıyla yola çıkan bu dergi ve onun savunduğu tezlerle çalkantılı bir ilişkiye sahip olmuştur.” (s. 849)
Bu konuda başka tezler de var biliyorsunuz. “Kadro”nun “sol Kemalizm”in bir manifestosu olarak onun teşviki / desteğiyle yayımlandığını biliyoruz. Kapatılması konusuna yaklaşımınız, tam da Mustafa Kemal’i (n entelektüel kimliğini) anlamak için önemli. O “çelişki” sanki Atatürk’ü de anlatan bir olgu! Ne dersiniz?
Mustafa Kemal, sol entelijansiyanın kurguladığı romantik, “sosyalist lider” algısına karşılık, sosyalizmin “safsata” olduğunu düşünen ve onu, kendi ifadesiyle “milliyet nazariyesini, milliyet fikrini, milletlerdeki milliyet mefkûresini inhilâle sâ‘î olan nazariyât” sınıflamasına sokan bir liderdir.
Onun, İstiklâl Harbi sırasında kullanmak zorunda kaldığı “sosyalist” söylem ve Bismarck’ın “Staatssozialismus”unu andıran “devlet sosyalizmi” projesi üzerinden “sosyalist” bir siyaset yapıcısı olarak tanımlanması gerçekçi değildir.
Mustafa Kemal, bu nedenle, Marksist tahlil araçları kullanarak geliştirilen “sol Kemalizm”e olumlu bakmamış, Komüntern “cadre”sinin andıran bir entelektüel kadronun “inkılâbın ideolojisini” hazırlaması düşüncesine mesafeli durmuş ve 1922 yılında elinin tersiyle ittiği “Üçüncü Dünya liderliği”ni 1930’larda sahiplenmeyi arzulamamıştır.
Bunun da ötesinde, o, adını taşısa bile “ideologlar”ın kurgulayacağı “Kemalizm”in siyaset yapımında elini bağlayabileceğini, tedricen dogmaya dönüşecek böylesi bir ideolojinin, karar alımında “zorunlu yön” tayin edebileceğini düşünmüş ve buna müsaade etmemiştir.
Kadro hareketi liderlerinden Karaosmanoğlu ilerleyen yıllarda, dergilerinin İş Bankası yöneticileri tarafından kapattırıldığını iddia etmiştir. Söz konusu idarecilerin, Kadro dergisinin yayınlarından hoşnut olmadığı şüphesizdir. Ancak, 1930’lu yıllar Türkiye’si gerçekliğinde, Atatürk’ün, beğendiği, yararlanmak istediği bir entelektüel faaliyeti, değişik çevrelerin baskısına boyun eğerek sonlandırdığını düşünmek anlamlı değildir.
- Dedim ya, biz, bir “nehir söyleşi” yapmalıyız sizinle, ne dersiniz?
Yapabiliriz tabii.
- Gene kitabınıza dönmek istiyorum: Çalışmanızda “ululaştırma kültü” kuran, “insan Mustafa Kemal”i öne çıkarak, onun (kurucu lider olarak) entelektüel kimliğini bize anlatan yan var. Atatürk’ün çevresindekilerin ona sevgiyle, bazen de ürküntüyle bakışının yarattığı imgeyi sorgulayan / analiz eden yanınız var.
Ben, salt bir “değerlendirme” kitabı olarak almıyorum. Buluşturduğunuz önemli düşünceler var bu biyografik çalışmanızda. Ne dersiniz?
Kitabın temel hedeflerinden biri, Atatürk’ü tarihselleştirmektir. Bu da ancak onun, etrafında oluşturulan “kült”ten çıkarılarak, “insan” olarak değerlendirilmesiyle mümkün olabilir. Bu yapıldığında, inşa edilen “kült”ün yarattığı algıdan farklı bir kurucu lider portresi şekillenmektedir.
- Ki, şu tespitiniz çok yerinde: “Atatürk’ün tarihselleştirilmesi, onun siyasî tercihleri ve düşünce üretiminin oluştukları bağlam ve çerçevelerde analizi…” Bu, eminim ki yeni çalışmalara kapı aralayacaktır. Hatta birkaç Mustafa Kemal romanının yazılmasına da neden olabilir…
Umarım kitabın böyle bir katkısı olur.
- Son bir soru: “Kopuş” mu, “devamlılık” mı? Bir kesim; Karabekir Paşa ve çevresi; “kopuş asla” diyordu; bir tür “restorasyon” istiyordu. Mustafa Kemal ise; “hayır, yeni bir yapı”dan söz ediyordu. Her ne kadar hepsi de Osmanlı paşaları olsalar da, bunda ayrışıyorlardı.
Bence, sanki, onun aradığı “süreklilik” başka yerdeydi. Bu da bir entelektüel çelişkisi, belki biraz da hayal kırıklığına uğramama direnci… Çünkü toplumu tanıyor, biliyordu…Siz ne dersiniz?
Atatürk’ün bir kopuşu arzuladığı şüphesizdir. Ancak bunu istemek ile hayata geçirmek farklıdır. Bütünüyle yeni bir toplum yaratma düşüncesi, bilhassa bir yapısal değişim dönemi olan çok uluslu bir imparatorluktan ulus-devlete geçiş aşamasında anlamlı ve daha da önemlisi gerçekleştirilebilecek bir seçenek olarak gözükmüştür. Ancak, toplumsal mühendislik ve millet inşa projelerinin belirli uygulanabilirlik sınırları olabilmektedir.
Atatürk, güçlü özgüveni ile bu sınırların ötesine geçebileceğini düşünmüş, iradesi ve liderliğiyle tasavvurundaki toplumu ete kemiğe büründürebileceğini varsaymıştır. Onun, söz konusu sınırları zorladığı, toplumunu ciddî anlamda dönüştürdüğü şüphesizdir. Buna karşılık, günümüz Türkiye’si, onunkisi benzeri mega projelerin kâğıt üzerinde öngörülen hedeflere ulaşmasının ve onun düşlediği türde bir kopuşun hayata geçirilmesinin ne denli zor olduğunun kanıtıdır.
Atatürk Entelektüel Biyografi, Bağlam Yayıncılık, 1000 s., 2023.
Bir Siyasal Örgüt Olarak Osmanlı İttihad ve Terakki Cemiyeti ve Jön Türklük (1889-1902), İletişim Yayınları, 664 s., 1985.
En Çok Okunan Haberler
- Tarihçi Çiğdem Bayraktar Ör gözaltına alındı!
- İmamoğlu'nun ifade işlemi sona erdi
- AKP'li Zengin törende yeğenini Erdoğan'la tanıştırdı!
- Türkiye’nin 4. büyük AVM’si satılıyor: Rakam belli oldu!
- 'Bu aptallığa son verilsin'
- Ekrem İmamoğlu'nun ifadesi ortaya çıktı
- Suat ağabeye mektup
- 'Cumhurbaşkanı’na sultanlarda görülen yetki...'
- Cumhur İttifakı’nın hedefine oturdu
- Gazetecilik ve ekran budalaları