Okurken karşıma çıkanlar… Feridun Andaç’ın yazısı...

Oldurulamayan bir hayatın günbegün tanığı olmak…Karşınıza çıkan bir anlatıda bunu izlerini sürerken içimizdeki solgun şeylerin öyküleriyle de karşılaşırız bazen.

Yayınlanma: 03.09.2022 - 00:02
Abone Ol google-news

TUTUNAMADIĞIMIZ ŞEYLERİN ÖYKÜSÜ

Oldurulamayan bir hayatın günbegün tanığı olmak…Karşınıza çıkan bir anlatıda bunu izlerini sürerken içimizdeki solgun şeylerin öyküleriyle de karşılaşırız bazen.

Klaus Mann’ın Çağının Çocuğu öylesi bir kendine bakış, çağını kavrayış, yaşam ve yazarlık yolunu anlatış kitabı. Şunu diyordu bir yerde:

“Daha da önemlisi, ayaklarınızın altında, ebeveynlerinizin hala sahip olduğu gibi sağlam bir zeminin olmamasıydı. Tutunabileceğimiz ne zihinsel-ahlaki ne de ekonomik bir şey vardı.”

Bu da, bizi, oradan oraya sürekleyen bir şey. Sonra da gelip durduğumuz yerde var oluşumuzun anlamı nerede diye dünden bugüne her bir şeyi sorgulayıp duruyoruz.

Başlamak… Yol almak… Anı, özyaşamöyküsü yazmak kaçınılmaz biçiminde bu uğraklara döndürüyor sizi.

Mann’ın öyküsü buruktur, içsesinin tınısı o buruk yalnızlığın labirentlerinde gezindiriyor okurunu. Tedirgin, uysal, kapanık bir dünyanın kahramanı olarak onun bakma / görme / yaşama yolculuğuna eşlik ederiz öyküsünü okurken.

Babaya (Thomas Mann) kapalı ve uzaktır, amcası Heinrich Mann ise etkileyici gelir ona:

“Ama Heinrich Mann benim için harikulade ve pek muhterem bir yabancı olarak kaldı. O kendine özgü çekingenliği son derece vakurdu ve ben onun yazdığı her şeye büyük bir hayranlık duyuyordum; onunla konuşmak konusunda da tuhaf çekingenliğim vardı. Onun sözcükleri ne kadar yumuşak ve ne kadar düzgün söylediğini izlerken adeta büyüleniyordum.”

Duygu akışkanlığının seyrinde kendine bakan biri Klaus Mann. Kendine dair neyin / nasıl anlatılabileceğini de gösteren üstelik.

BAŞKA BİR DÜNYAYA YOLCULUK

Roman okumayı böyle adlandırmak isterim. Hele ilk kez karşılaştığınız bir yazarın yapıtını okuyorsanız, iyi bir anlatıcı olduğunu size derinden hissettiriyorsa o dünyadan kopmanız zor.

Angolalı romancı José Eduardo Agualusa öylesi bir dünyayla karşıladı beni Yaşayanlar ve Diğerleri romanıyla. Diğer iki romanını da (Unutmanın Genel Teorisi, Bukalemunlar Kitabı) okuyunca, o dünyanın dilinden söz edeceğim.

Kurgulanan hayatların, öyküsü anlatılan kahramanların yolculuklarına tanıklıktır bir bakıma roman okumak. “İyi okur”un kendine yarattığı “eşik”, aslından geçişten dönemece taşır onu. Yani haz ve düşünce, yorum ve eleştiri, söylem ve sorgu onun odağında yer almaya başlamıştır bu eşikte. Sonrası ise; kendinde ve başkalarında olanı görme yolculuğuna çıkarak, yazma arzusuna da yönelebilir… Her iyi roman okurunda olan bir duygudur, roman yazma isteği.

İyi roman / yazar sizin tepkilerinizi de ortaya çıkarandır. Kabullenen okur/u değil, itirazı olan okuru / sorgulayanı seçer öylesi yazar. Sabun köpüğü gibi “hemen” kaybolan anlatıların okuru “bukalemun okur”dur, zira her yöne döner, her yazara kapılır!

ZENGİNLEŞEREK OKUMAK

Semiramis Yağcıoğlu’nun Roman Kahramanı ve Öznellik kitabını okumaya yöneldiğimde, ayrı bir “okuma defteri” açma gereğini hissettim. Kendini okutan kitaplar / yazarlar öyledir. Sizi kaleme, deftere de çağırır. Zira anlattıkları, dile getirdikleri, düşünceleri önemlidir… Bir o kadar da ufuk açıcı.

Bir metnini / anlatısını okurken bana yazı yazdıran, yeni düşüncelerle karşılaşmamı sağlayan yazarları severim.

Yazıda, yazarda, yapıtta ve düşüncede iz sürme duygusunu da tanırlar bana. Bunu, sıklıkla Tahsin Yücel’le buluşmalarımızda konuşurduk. Ona, bir Flaubert kitabı hazırlamasını / yazmasını önerdiğimde; “beni sevgi dolu, yeni düşüncelere taşıyan bir yolculuğa çağırıyorsun,” diyerek, bu kitabın çatısını kurmaya yönelmişti. Kendisindeki yazınsal tür çeşitliliğini, yazma tutkusunun ötesinde, yazınsal uğraşı “bileşik kaplar” gibi görmesiyle açıklamıştı. “İyi yazar, bir enstrümanla farklı parçalar çalabilen bir müzisyen gibidir,” sözünü de unutamam.

Bir dilbilimci olan Semiramis Yağcıoğlu’nun bu kitabı, yalnızca okurunu aydınlatan bir çalışma değil, aynı zamanda roman okuma biçimi / çözümleme-yorum-eleştiri bağlamında da yazılmış özgün bir çalışmanın birikimini sunması açısından önemli.

Bir bakıma Berna Moran’ın başlattığı, Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış adıyla da üç ciltlik kitabı dönüştürdüğü çalışmasının uzanımında, okuma / çözümleme yöntemlerine yeni açılımlar getiren birikimi sunuyor bize Yağcıoğlu. Eleştirel okumanın nasıl olabileceğine dair kuramsal çerçeveyi çizdiği gibi Türk, Amerikan, İngiliz ve Rus edebiyatından örnek romanlar üzerinden ufuk açıcı yolculuğa çıkarıyor okurunu.

ORADA VE ÖTEDE OLMAK

Bir ses gibi dönüşeni taşıyan söz… Yani, bekleyen sözün yansısından çıkıp gelen her bir imgeyle yol alışta ister istemez yeni okumalara dönüyorsun. Aramak, bekleme biraz da… Biliyorsun bunu. Metinler arasında gezinmeyi seviyorsun. Luis Buñuel’e döndün gene, Son Nefesim adlı özyaşamöyküsüne.

Onun anlatısı bir bellek yolculuğu adeta. Sinemasından imgelerle bezeli. Kendine, geçmişine dönük bir yolculuk. Bir ses gibi çoğalan… Yaşamak yolculuğu için ilkten kendine bakmak, görmek kendini… Bellek üzerine söyledikleri her daim aklının bir yerindedir:

“Tüm yaşamımızı şekillendirenin bu bellek olduğunu fark edebilmemiz için, çok az da olsa belleğimizi yitirmeye başlamış olmamız gerekir. Kendini ortaya koyamayan bir akıl nasıl tam anlamıyla akıl sayılmazsa, belleksiz bir yaşam da yaşam sayılamaz. Belleğimiz bizim uyumumuz, varlık nedenimiz, davranışlarımız ve duygularımızdır. Biz onsuz hiçiz…”

Hayal ve düşgücü arasında gidip geliriz. Gerçeğin nasıl bir yanılsamayı içerdiğini ise ondan uzaklaşınca anlarız. Bizi biz yapanın / yapanların ne olduklarına dönüp bakabilmek için bunların yazılması gerektiğine inanırım.

Yazarak ortaya çıkmak… Yazarın işi de budur. Kendini yazmaktır bir bakıma, otoportresi çizmektir. Bence, cesaret ötesi bir şeydir!


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler