Nazlı Eray: ‘Kitap bitince korkunç bir yalnızlık duyarım!’

16 yaşında yazdığı “Mösyö Hristo” adlı öyküsüyle Türk edebiyatında büyülü gerçekçi bir kapıyı ardına dek açan ve okuyucuları da bu dünyada serüvenden serüvene taşıyan usta yazar Nazlı Eray, “Kitabın büyülü dünyası” sloganıyla gerçekleştirilecek TÜYAP 39. İstanbul Kitap Fuarı’nın (3-11 Aralık) “Onur Yazarı”. Nazlı Eray’la, yazına ilk adım atışını, yaratı sürecini, “fantastik-büyülü gerçekçilik” ayrımını, Türk okuyucuların büyülü gerçekçiliğe bakış açısını, Attilâ İlhan’dan Ferit Edgü’ye kadar çalıştığı editörleri ve fuarın ana teması olan büyülü gerçekçilik üzerine konuştuk.

Nazlı Eray: ‘Kitap bitince korkunç bir yalnızlık duyarım!’
Abone Ol google-news
Yayınlanma: 02.12.2022 - 00:03

‘HER ŞEY UÇAN KAPICI MÖSYÖ HRISTO İLE BAŞLADI’

- 39. İstanbul Kitap Fuarı’nın Onur Yazarı”sınız. Neler hissediyorsunuz?

Gurur duydum. Coşku ve sevinç içindeyim. Zamanında alamadım araya salgın girdi ama şimdi alacağım için çok çok mutulyum. Değerli ve güzel bir ödül, umarım büyük şans getirir. Yepyeni bir kitaba taç olur.

- Yazın dünyasına nasıl adım attınız? Her şey nasıl başladı? Neden yazma eylemini seçtiniz?

Çok eskilere dayanır… Fakat ben seçmedim. İlk öyküm uçan kapıcı Mösyö Hristo’yu yazdığımda ortaokul üçüncü sınıf öğrencisiydim. İstanbul’da, Şişhane yokuşunda, annem babamla Saadet Apartmanı’nda otururken yazdım.

Saadet Apartmanı kapıcısı Hristo’nun güvercin olup Pera’nın üzerinde dolaşarak yaşamının muhasebesini yapmasını, özgürlüğü tartmasını, 12 saatlik bir zaman diliminde yaşadıklarını yazdım. Daha önce hiç öykü yazmamıştım.

Güneşin az girdiği bir evde oturuyorduk. O zamanlar dünya hem çok küçük hem çok büyüktü. Bir tek bakalit telefonlar var, Harry Potter, Yüzüklerin Efendisi gibi yapıtlar yok, televizyon yok. Sadece Fransa’da, Jean Paul Sartre, Albert Camus, Luis Bunuel gibi insanlar gerçeküstücülüğün temellerini atıyorlar ama Türkiye’de hiç bilinmiyor, ben hiç bilmiyorum.

‘YAZDIĞIM ÖYKÜYLE KEŞFEDİLMEYİ BEKLEDİM. BU BİLE FANTASTİK BİR ŞEY!’

Ama çok okuyan bir çocuktum ve kendimden çok emindim. Hristo’yu hissetmişim, yazdığım öyküyü beğendim, sonra imza attım altına, katladım, zarfladım, okula koştum, edebiyat kulübünün kapısından zarfı attım. Edebiyat kulübüne alınmamıştım daha önce. Kayda değer biri olarak görülmüyordum. Yazdığım bu öyküyle keşfedilmeyi bekledim. Bir kere bu bile çok fantastik bir şey.

Sonra aklıma şu geldi: “Öyküyü okuyanlar, ‘Yahu bir adam güvercin olup uçar mı?’ diye düşünüp ya bana deli derlerse?” Çünkü o zamanlar ne büyülü gerçekçilik var ne fantastik öykü…

Derken telefon çaldı, edebiyat kulübüne tesadüfen girmişler, zarfı görmüşler ve okumuşlar. Beni okula çağırdılar. Öğretmenler, öğrenciler beni tebrik etti, sonra da beni edebiyat kulübüne üye yaptılar. Sonra beni bir maroken koltuğa oturttular, tebrik etmeye devam ettiler. O koltukta yazar olduğumu anladım. İşte yazın yaşamıma başlama serüvenim böyle başladı.

‘DÜNYAYI BİR PRİZMADAN GÖRÜYORUM!’

- Yazdığınız ilk öykü büyülü gerçekçi. Büyülü gerçekçilikle nasıl tanışmanıza sorayım.

Ben dünyayı bir prizmadan görüyorum. Bu prizma zaten büyülü gerçekçilik. Örneğin, arkadaşlarım arasında en durağan hayat benim hayatım olmasına karşın çocuk kitaplarında çocukluğumu anlatırken olağanüstü, mutlu, büyülü bir çocukluk anlattım. Böyle bir çocukluğu öyle hissetmek, öyle görmek ve öyle yazmak işte bu büyülü gerçekçilik. Hayatı başka açıdan görüp, hissedip yazmak…

Şöyle ilginç bir şey anlatayım: Ben bir çırpıda kitap yazabiliyorum. Türkçe öğretmenim sert bir kadındı. Bir gün kompozisyon konusu verdi. Ben arkada arkadaşımla konuşuyordum. Beni işaret edip “Sen oku” dedi. Elime kâğıdı aldım, bomboş. O an kendi kafamda yazdığım bir kompozisyon okudum, öğretmenin gözleri doldu. “Çocuklar bakın neler yazmış, hayretler içinde kaldım. Tekrar oku tüm sınıf duysun’’ dedi. Fakat kâğıtta bir şey yazmıyor ki. Bu yüzden sıfır almıştım.

‘BÜYÜLÜ GERÇEKÇİLİK HÂLÂ GEREKTİĞİ GİBİ BİLİNMİYOR!’

- Türk okuyucuların ve yazarlarının bu coğrafyanın kadim tarihinden hareketle de büyülü gerçekçi ve/veya fantastik edebiyatla yakınlığına, iletişimine ilişkin değerlendirmeleriniz nelerdir?

Benim çok büyük bir okur kitlem var. Çocuklar var, onların anneleri var, benim kuşağım var… Fakat büyülü gerçekçilik hâlâ olması gerektiği gibi bilinmiyor. Bizimkiler düz hikâye ister: Baş, orta, son. Bunların hiçbirisini kabul etmiyorum.

Öykü yapısı değişmeli. Belki de edebiyat tamamen değiştirilmeli. Çünkü hız çağında yaşıyoruz. Artık hızlanması lazım. İnsanlar artık kendilerini kalıplara sokan, eski korse gibi bir şeyi artık okumazlar. Yazılanlardan senaryolar yapılabilmeli, filmler yapılabilmeli.

Meselâ benim kitaplarım yurt dışında çok satılıyor. Robert Finn tarafından altı kitabım çevrildi.Sözün özü, yazdığın şeyi dallanıp budaklandırman gerek. Sadece kitabın kapağı altında kalmaması lazım. Bizim okuru alıştırman gerekir. Türk okuru iyi okurdur fakat çok uzun yıllar önce ABD’de bu yazdıklarımı göklere çıkardılar.

- Bu türde çok üretim gerekir diyorsunuz sanırım.

Evet, daha çok üretim gerekir. Ben bu akımın öncüsüyüm… Belki Sevim Burak’ı sayabiliriz. Ama o hiç anlaşılamadı… 74-75 kitabım var. Hâlâ yazıyorum. Okuru bir yerden alıp başka bir dünyaya sürüklüyorsun, bu büyük bir mutluluk.

Doğal yazıyorum. Öyle olması gerekir yazdıklarının, öyle olursa okur seninle delice koşar ve kitap bitmesin ister. Bunu yapabilirsen, başarmışsındır. Her kitabı bitirdiğimde sonsuz bir mutluluk duyarım ama aynı zamanda korkunç bir yalnızlık duyarım.

‘BÜYÜLÜ GERÇEKÇİLİK, HAYAT! BEN O HAYATIN, GERÇEĞİN ÜZERİNE RENGARENK BİR TÜL ATIYORUM!’

- Bir önceki soruyla bağlantılı olarak şuraya gelmek istiyorum: Siz fantastik edebiyat ve büyülü gerçekçiliğin iki farklı tür olması konusu… Bunu açar mısınız?

Fantastik edebiyat daha çılgın. Yüzüklerin Efendisi, Harry Potter… Büyülü gerçekçilik o değil, hayat! Ben o hayatın, gerçeğin üzerine bir tül atıyorum. Rengarenk bir tül. O tülün içinde gökkuşağı var, ay var, yıldız var ne istiyorsan var ama acılar, umut, umutsuzluk var, düşünceler, hakikatler var… Yazdıklarımın yüzde 90’ı gerçek.

‘YENİ BİR TÜR YARATTIM: BELGESEL BÜYÜLÜ GERÇEKÇİLİK!’

Yeni bir tür de yarattım: Belgesel büyülü gerçekçilik. Stalin’in yaşamını yazdım kadınların gözünden. Stalin’in ne renk bir divana uzandığından parmağındaki yüzüğüne kadar her şeyi bilmek zorundasın yazarken. Kennedy ve Peron’un yaşamlarını yazarken de öyle oldu.

Peron, 32 yaşında kanserden öldü. Arjantin diktatörü Juan Peron’un eşi ama tabii ondan daha güçlü Eva. Kitleleri ayaklandırıyordu. Bir azizeydi, halbuki bir genelevden gelmişti. Fakat ne yazık ki genç yaşında yaşama veda etti.

Eva Peron’u yazma dürtüsü nereden geldi?

Müthiş, olağanüstü, nasıl yazılmaz ki. Benim gibi büyülü belgesel gerçekçilik akımını tutturan, yazdığına inanan bir yazar nasıl yazmaz Mehmet. Kadının hayatı benim hayatım boyunca yazdığım bütün şeylerden daha fantastik. Yukarıda da anlattım. Onun mumyası, Doktor Pedro, mumyanın çalınması, Tuna Nehri’nde ortaya çıkması, mumyaya âşık olan adam. Müthiş.

Juan Peron, Eva’nın mumyasını yaptırıyor dünyaca ünlü bir mumyacıya. Ve 2 yıl onunla yaşıyor, ona iğneler yapıyor, mumyaya âşık oluyor. Mumya 40 yıl dünyada dolaşıyor. Başına birçok şey geliyor…

Baktığın zaman mumyanın hayatı, Peron’un hayatından daha büyülü gerçekçi. Meselâ bu da belgesel büyülü gerçekçiliğe örnek. Fantastik bir şeyler yazmak için bir şeyler aramana gerek yok. İşte hayatın içinde yaşananlar var.

- Yapıtlarınıza büyülü gerçekçiliği nasıl bir yaklaşımla işliyorsunuz, okuyucularda nasıl etkiler ylararatmasını umuyorsunuz?

Bunlar bilinmeyen şeyler… Meselâ bir yere Rosita Serrano şarkısı koyarım, okurlarım Serano’yu keşfeder. Hitler’in şarkıcısı Benim okurum araştırır, bulur.

‘RÜYALARIMA İNANIRIM FAKAT YAZMAM!’

- Hüzün, mutluluk, kara mizah, sinematik anlatım ve tüm bunların harmanlandığı, rüyalar ve bilinçaltının temelinde gelişen bir düşsel yolculuk sunuyor yapıtlarınız. Yapıtlarınızın ortak noktaları ve/veya farkları, yazında benimsediğiniz tavrı burada da irdelerseniz neler söylersiniz? Yaratım sürecinizin kapılarını açar mısınız?

Bu zor bir soru… Benim hayatım, ruhum, coşkularım, hayata bakış açım… Rüyalarıma inanırım ben meselâ. Ama rüyalarımı yazmıyorum. Zaten hayat başka bir rüya. Arthur Rimbaud’nun dediği gibi: “Acaba bizim bu yaşadığımız hayat mı bir rüya? Rüya gerçek hayat mı?”

Çok güzel bir yolculuk bu; tılsımlarla, sinematografik geçişlerle, hüzünlerle coşkularla kalbine hançer saplanmış gibi bir aşkla, şiddetli bir yaşama hali…

‘ZAMANI SEVMİYORUM. ZAMAN ÇOK TEHLİKELİDİR!’

- Birçok kitabınızda zaman” ve zamansızlık” kavramını görüyoruz. Sorguluyorsunuz, Zamansızım. Zamanın dışına çıkmış gibiyim. Zamanın neresindeyim?” gibi cümlelerle. Zaman kavramı konusundaki tavrınızı, zamanla derdinizi, alışverişinizi ve yakınlığınızı biraz anlatır mısınız?

Zamanı sevmiyorum. Zaman, Einstein’ın dediği gibi bir palavra. Böyle derim ama mesela sen benim kol saatimi çıkar al, her şeyi karıştırırım. Fakat öykülerimin çoğunda kol saatimi fırlatır atarım kolumdan, zamansız olmak isterim. Zaman unutturucu, yorucu, yıpratıcı, uzaklaştırıcıdır. Birini seviyorsun deli gibi, araya zaman girmiş, bir bakmışsın unutmuşsun. Zaman çok tehlikelidir…

- Düş İşleri Bülteni, Cumhuriyet ve Güneş gazetelerindeki yazılarınızı topladığınız bir kitap. Ancak köşe yazısının düşsel bir izlekte yorumlanmış halleri. Bazı toplumsal sorunlara, kültür-sanat alanındaki eleştirilerinize yer veriyorsunuz. Köşeyazılarınızı bu yönde kurgulamak fikri nasıl oluştu ve nasıl bir ilgi gördü, nasıl tepkiler aldınız?

Yazar Kürşat Başar, Güneş gazetesinde çalışıyordu, bana dedi ki “Bir satır bir şeyler yaz basalım gazeteye.” Ben de Marquis de Sade’ı yazdım. Gece Otobüsü diye bir yazı. Ben Marquis de Sade’la aynı otobüse biniyorum. Marquis de Sade, bir kadını taciz ediyor, sonra polisler onu ve beni karakola götürüyor. Geceyi nezarette geçiriyoruz. Marquis de Sade’la gece boyunca nezarette konuşuyorum. Öyle bir yazıydı.

Sonra bu gibi yazılar birçok gazetede yayımlandı. Politik ama bambaşka bir kitaptı. Çok isterimki yayınevim o kitabı yeniden bassın -buradan da bir mesaj gönderelim-. Çünkü dünya aynı dünya, Türkiye aynı Türkiye, değişen hiçbir şey yok.

Okuyuculardan da çok güzel tepkiler alıyordum. Gece uykuya dalardım, sabah bir uyanmışım, bir oda dolusu faks geliyordu.

‘KENDİMİ YAZMIYORUM. İÇİMİ DÖKÜYORUM!’

- Yapıtlarınızda baş kahraman olarak sizi görüyoruz. Sorum net; neden?

Kendimi yazmıyorum. İçimden geliyor ve yazıyorum. İçimi doküyorum. Bir narı çat diye yere vurup kırıyorum, narın tanelerini size saçıyorum, o benim.

- Elbette bir yazarın kendi yaşamından kesitlerin, yapıtlarına yansıması doğal. Kitaplarınızın çoğunda da yer yer bu kesitleri görmemiz odanaklı. Sorum şu: Otobiyografik roman mı, yoksa otobiyografik ögeleri içeren roman mı? Hangisine (ve/veya ikisine de) daha yakın(mı)sınız?

İkisi de değil. Yukarıda da söylediğim nar metaforu aslında. Ama yazdığım otobiyografik romanları çok severim. Tozlu Altın Kafes, Bir Rüya Gibi Hatırlıyorum Seni, Rüya Yolcusu. Okamayanlara da buradan tavsişye etmiş olayım,

‘AŞK HER TÜRLÜ YAZILABİLİR. MARİFETTİR, CESARETTİR!’

- Aşk; hüznü, heyecanı, coşkusu, düş kırıklıklığı, mutluluğuyla yapıtlarınızın vazgeçilmez bir öğesi. Aşkın yapıtlarınızdaki yerini açar mısınız?

Bir zamanlar benim için aşkı en iyi yazan yazar derlerdi. En son kitabım Kalbin Güney Batısı da aşkı anlatıyor ve bir erkeğin kalbinin içinde geçiyor. Bir kadın, bir erkeğin kalbine giriyor bir sokaktan. Teknoloji çağında aşkı anlattığım bir romandı o da.

Aşk marifettir. Her türlü yazılabilir. Aşk, bir kaplanın kafesine girip kapıyı arkadan kapabilmektir. Cesarettir. Aşk, düşen bir asansörün içinde bir şişe şampanyayı kafaya dikip hiçbir şey düşünmemektir. Ben 18 yaşımdayken aşk neyse, benim için bu yaşımda da aynı şey.

Ülkemizde sanatçıların değeri ne yazık ki genellikle yaşamını yitirdikten sonra bilinir. Kitaplar yazılır, sokaklara adları verilir... Fakat siz yaşarken sizi anlatan Bütün Düşler ‘Nazlı’dır” adlı bir öykü kitabı yazıldı. Ne hissettirmişti bu size?

Onunla çok gurur duymuştum. Atilla Şenkon benim bir okurumdu. Ona hayatımı anlattım… Bir yazarın başka bir yazarı yazması tabii çok güzel bir şey. Ben de Ahmet Hamdi Tanpınar’ı yazdım ama hayatta değildi.

Hikâyelerde de yazılıyorum, hakkımda yapılan doktora tezlerinin dışında. Cemal Süreya bir şeyler yazmıştı. Yılmaz Erdoğan bir iki cümleyle bahsetmişti. Bunlar yazar hayattayken yapılmalı. Sanatçı bunu yaşasın, bu çok güzel bir şey. Bazı ödüller daha erken verilmeli ayrıca.

- Bazen Ankara, bazen İstanbul, bazen Sinop, bazen İzmir, bazen Tokat’ta buluyoruz kendimizi. Kentlerin yazınınızdaki önemi ve değerini merak ediyorum.

Çok önemli. Benim evim, şehirler. Meselâ Sinop, Mardin, İzmir önemli benim için. İstanbul büyük bir aşk, korkunç bir tutku. Ankara nikâhlım gibi, aldatıyorum fakat affediyor. Kaçarım hep ondan ama yine ona dönerim. Ama İstanbul çok hüzünlü. Yıllar sonra geldim, garip bir şeydi. Arıyorsun, çoğu insan yok olmuş. Annen yok, baban yok. Onlar taş üstünde birer isim…

‘DURUGÖRÜ BENİ ETKİLER!’

- Fala inanma, falsız kalma misali… Falın önemli bir yeri var yapıtlarınızda. Kurgularınıza nasıl bir boyut kazandırıyor?

Durugörü beni etkiler. Durugörüsü olan insan enderdir. Durugörü beyinle ilgilidir, benim yazdıklarım da beyinle ilgili. Bir film gibi, bir sahne gibi… Bir şey yakalayıp hayatın hakkında bir şey bulabiliyorsun. Bu fal değil, durugörü. Bu başka bir şey. Stalin’in, Hitler’in durugörücüsü vardı. Pek çok liderin vardır. Aktör Peter Sellers’ın bir sürü falcısı, tarotçusu vardır. Yazmak gibi bu da bir arayış. Daha sıkı perçinlemek, hayali yakalamak, düşleri havada ellerinle tutuvermek gibi.

- Mizahın da yerli yerinde kullanıldığını görüyoruz. Mizahla bağınızı açar mısınız?

Beni okurken bazen gülenler oluyor sonra birden ağlamaya başlıyorlar. Hüzün her zaman hakim. Hayat bazen hüzünlü bazen dümdüz fakat farkında değilsin. Tüm pencerelerinin açık olması lazım. Bir damarı kapatmak aynen duru görüyü kapatmak gibi. Gece rüya görmüyor belki hayal edemiyorsun.

İnsanın yaşadığını fark etmesi çok önemli. Ben bunu 14-15 yaşında Şişhane yokuşunda fark ettim. Onun için hep orayı yazıyorum. Belki orası benim doğduğum, hayatın farkına vardığım yer. O an herkes için bir eşik.

‘RADYO OYUNLARIMIN YENİDEN BASILMASINI İSTİYORUM!

- Radyo oyunlarınız var, büyük önem veriyorsunuz. Sizin onlara gece sesleri” dediğinizi biliyoruz. Teknolojik gelişimle radyo artık her ne kadar eski değerini görmese de hâlâ dinleyenler ve bırakamayanlar çok. Hâlâ radyo oyunu yazıyor musunuz?

Radyoda çok değerli insanlarla tanıştım. Çok güzel arkadaşlarım oldu, güzel günlerim geçti. Meselâ rahmetli Macide Tanır. “Düş Dükkânı”nın sahibesiydi. Ben onu yeni tanımıştım. “Benim kısmımı biraz fazlalaştır” derdi. Ona cümleler eklerdim.

Kuş Kafesindeki Tenor kitabımda 26 tane radyo tiyatrosu var fakat piyasada yok. Belki de benim en iyi kitabım. Bunun da yeniden basılmasını istiyorum...

‘SEN BANA POLİSİYE YAZDIRACAKSIN MEHMET! BAKARSIN POLİSİYLE BÜYÜLÜ GERÇEKÇİLİK

TÜRÜ ORTAYA ÇIKAR!’

- Rüyaların büyülü bulutları arasında gezinirken, bazen gizemli bir aşk cinayetinin izini sürüyorsunuz. Beyoğlu’nda Gezersin, polisiye ve büyülü gerçekçiliğin ustaca karışımı. Polisiye edebiyata bakışınız nasıl?

Sen bana polisiye yazdıracaksın Mehmet. (Gülüyor) Yazması çok zevkli aslında. Bende biliyorsun ruh değişimleri falan oluyor. Bunu polisiyeye uygulamak olağanüstü bir tat katıyor. Bakarsın ilerleyen günlerde büyülü belgesel gerçekçilik gibi “polisiye büyülü gerçekçilik” türü ortaya çıkar. İlk kitabımı da sana yollarım veya ilk telefonumu sana ederim.

- Teşekkür ederim, mutlu olurum. Tabii şimdi cinayet demişken, Stalin dönemine değindiğiniz, yine edebiyat dünyamıza başka bir kapı araladığınız Kayıp Gölgeler Kenti kitabınıza değinmemek olmaz. Prag-Seul-Ankara üçgeninde sizi Cafe Europa’ya götüren his neydi?

Bilmiyorum, rüyada gibi gittim. Cafe Europa “eski dünya”, Prag’ın tam ortasında olağanüstü bir yer. Aralık ortasında gitmiştim, yanlış bir aydı aslında. Kimse yok, bir iki yaşlı kadın. Bir otelde kalıyordum. Yahudi mezarlığında kayboldum. Bir Japon turist grubu gelmeseydi orada donabilirdim.

Prag olağanüstü bir yer, 3-4 kere gittim. İki ilkbaharını yaşadım. Şehir değişmiş, ilkbaharda gitseydim o kitap çıkmazdı. O soğuk hava, Kafka’nın dünyası, babamın bana anlattığı eski bir Stalin hikâyesi…

Babam Prag’a gitmiş, düşle hayalle ilgisi olmayan bir bankacıydı. Herhalde bir staj için falan gitmiş, tüm binaların üzerinde bezden yapılan, yerlere kadar inen Stalin fotoğrafları varmış, hepsi babama bakıyor. Babam rahatsız olmuş, bunu bana anlattı.

“Oradan bakıyorum Stalin ile göz gözeyim, kapıdan çıkıyorum Stalin ile karşılaşıyorum.” Ben gülmekten katıldım fakat oraya gidince o Stalin havasını hemen aldım. Artık Stalin’in şehri değil orası. Stalin’in şehri Moskova.

Kayıp Gölgeler Kenti’nde Franz Kafka, Josef Stalin ve oradan Kore’de yaşadıklarım birleşerek bir bütün oluşturdu.

‘BERABER ÇALIŞTIĞIM EDİTÖRLERİ ÇOK SEVERİM!’

- Yaşamınızda dirsek temasında olduğunuz önemli yazarlara değinelim. Yaşar Nabi Nayır, Attilâ İlhan, Ferit Edgü… Nasıldı onlarla çalışmak?

Olağanüstü, Ferit Edgü, çok sertti fakat çok iyi bir editördü. Beni bana tanıtmıştır. Attila İlhan, “Son 50 yılın en iyi kalemisin, sen bunun farkında değilsin evlat” demişti bana. Beni bir gün mektupla çağırdı, yazdığı hikâyeleri okuyordum. “Bunları kitaplaştırmak istemiyor musun, ben Bilgi Yayınevi’nin editörüyüm. Gel bana” dedi. Ona gittim ve ilk kitabım “Ah Bayım Ah” kitabım çıktı. Sonra kendimi ABD’de buldum. Onunla hayatı ve insanları saatlerce, günlerce konuşurduk. Biz bir gruptuk, başka bir grup da vardı. Selim İleri, Hasan Bülent Kahraman, Buket Uzuner vardı.

Yaşar Nabi Nayır da editörümdü. O bana “Bir parça orta düzeydeki okura in. Seni anlamazlar Nazlı” dedi. O da muhteşem bir insandı. İlknur Özdemir ile de 24 yıl çalıştım. Beraber çalıştığım editörleri çok severim.

‘TANPINAR’A HAYRANIM!’

- Ahmet Hamdi Tanpınar’ı da romanlaştırdınız. Aydaki Adam, hem gerçekle hem de kurguyla iç içe. Nazlı Eray’ın Tanpınarı’nı anlatır mısınız?

Nazlı Eray, Tanpınar’ını çok kovaladı. Hayranım Tanpınar’a. Onun kitaplarından ziyade hayatını araştırdım, o ilgilendiriyordu beni. Yapıtlarını nasıl yazdı, nerede yazdı, ne şartlarda yazdı… Borçları, geç kalmışlık duygusu, güzel kadınları sevmesi…

Meselâ Nur Sabuncu’nun büyükçe bir fotoğrafı varmış odasında. Nur Sabuncu, Şakir Eczacıbaşı’nın da eşi. Sonra indirmiş tabii o fotoğrafı yanlış anlaşılır diye. Bunların izini sürdüm.

Kitapları zaten muhteşem, zamanının çok ötesinde bir yazar. Fakat benim için fazla titiz. Yazdıklarının üzerinde çok çalışan bir yazar. Şöyle de bir bilgi vereyim: Bu kitap üzerinde bir senaryo çalışması var. Açıkçası Tanpınar’ı da oynayacak kişinin Haluk Bilginer olmasını isterim.

‘YAZMAK HAYATTAKİ İZDÜŞÜMÜM!’

- Son olarak, bundan sonraki çalışmalarınızı soralım. Okuyucuları neler bekliyor?

Yazmadan yaşayamam. Her yapıt daha canlandırır, diriltir. Yazmak hayattaki izdüşümüm, Mösyö Hristo’yu yazan o küçük çocuğun ölüme karşı direnmesi. Ekonomik krizin kâğıt fiyatlarına daha fazla etki etmemesini dilerim. Kitapların beklemesini istemem çünkü ben hızlı yazarım. Everest Yayınları külliyatımı tamamlıyor.


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler