Murat Uyurkulak’tan ‘Merhume’ ve ‘Hoca, Baba, Amca, Ben’
Salya ve kan ve ter kuşatmasında yaşamlar... Arka sokaklar, ışık girmez evler, batakhaneler... Hep kaybedenler, son gülenler, şahane gülenler... Murat Uyurkulak’tan, odağında ölüme giden kısa yolda “tek başına” ilerleyen genç kadın, “müstakbel mevta” Evren Tunga’nın yaşamının diğer yaşamlarla kesişmeleriyle gelişen bir cinayet romanı; Merhume (Can Yayınları). Uyurkulak, Merhume’den sonra Hoca, Baba, Amca, Ben (Can Yayınları) başlığı ile yayımlanan “anason kokulu” öykülerinde ise “devrimci-alkolik hoca, baba, amca üçgeni”nde üç yaşlı adamı, 12 Eylül’de yaşananları, çocukluk arkadaşı Didem Madak ile yıllar sonra karşılaşmasını, gençliğininin penceresinden anlatıyor.
‘MÜSTAKBEL MEVTA’NIN BAŞINA GELENLER
“Gerçekten de... “Okunması bunca zorsa, yazılması kolay mıydı ki acep?” diye düşünmeden edemiyor insan. Bilmem Murat Uyurkulak’ın yazarlığına aşina mısınız? Değilseniz kendinizi “zor”a hazırlayın. Sunuda “Bir cinayet romanı” diye geçen romanda, gerçekten de pek çok cinayet yer alsa da, en önemlisi “Evren Tunga”nın, yani, yazarın deyimiyle “müstakbel mevta”nın başına gelenler...
Aslında o genç kadını kimse öldürmüyor ama onun yaşama veda edişinin pek çok sorumlusu var. Romanın ilk sayfalarında ölümden sorumlu kişileri ipuçlarıyla tek tek anlatan yazar, “eldeki soruyu” şöyle koyuyor ortaya: “Yani, siz, hepiniz?”
Murat Uyurkulak’ın Merhume isimli romanının (Can Yayınları) odağındaki genç kadın Evren Tunga, ölüme giden kısa yolda “tek başına” ilerlerken çok şey yaşıyor, sona yaklaştığını öğrendiğinde ise bu yaşadıklarını “ayyaş yazar” Yusuf Sertoğlu’na anlatmak istiyor, çünkü istiyor ki herkes başından geçenleri öğrensin, bir bakıma yaşama böylece bir çentik atmış olsun.
FANTASTİK BİR GEZİ
Roman bir bakıma Evren Tunga’nın yaşam öyküsü olmakla birlikte, onun yörüngesinde o kadar çok kişiyi anlatıyor ki, bir dünyadan bir başkasına atlatıyor okuru. O atlamalar sırasında yazarın kalemiyle bir anlamda farklı zaman boyutlarında da fantastik gezilere çıkıyorsunuz.
Tabii Uyurkulak’ın diline alışkın olmayanlar açısından, o boyutları sorgulamak çoğu kez sonuçsuz kalıyor, farkediyorsunuz ki “o zamanlar” ve “o dünyalar” aslında gerçek değil, birer fanteziden ibaret...
Bir bakıyorsunuz Cemil Meriç var karşınızda, ama o sizin bildiğiniz Cemil Meriç değil, pek çok felaketi önceden haber veren, hatta “sırf felaket olacak diye” Varna’da getirtilen beyaz kumla Haliç’in doldurulup, kurutulmasını sağlayan bir kahin.
EVREN TUNGA İLE YAŞAMLAR ARASINDA
Derken, romanın Evren dışındaki önemli diğer kişileri, Hilmi Şerbet (Zenginlik hayaliyle yaşayan huysuz hafiye), Davut Vahdet (Şerbet’in yakışıklı ortağı) ve Alper Kenan Kaldıran (Evren’in abisi veya babası!) ortaya çıkıyor, üçlünün yaşadıkları ile olay örgüsü ilmek ilmek aydınlanıyor.
Evren, “küçüklüğünden başlayarak uğradığı taciz olayları”nı, annesi Gülsüm’ün “bir vakitlerin namlı fahişesi” oluşuna bağlıyor. Küçük kız, belki sırf bu yüzden, “elleri yumurta kokan, gömlekleri ter kokan, ağızları b.k kokan” erkeklerden soğuyor, dansözlük ve falcılıkta mahir bir başka genç kadına, Kader Atmaca’ya meylediyor.
Romanın sayfalarını çevirdikçe, kimi yerde tarihin karanlıklarına gömülmüş “hesaplaşmalar”la karşılaşıyor, Ermeni mezarlığındaki ölüleri, isimleri ve yaşarken yaptıkları işlerle tanıyor, yıllar sonra aynı mezarlığa gömülen, acılı, işkence görmüş, tacize uğramış Kürt kadınlarını görüyorsunuz.
Bir bölümde Köşk’te rakı sofralarının yanı sıra, sıkça düzenlenen güreş karşılaşmalarından birini heyecanla izliyor, hatta bir gün Hint sefirinin getirdiği Kaju fıstığının boğazına takılmasıyla Ata’nın ölümden dönüşüne tanık oluyorsunuz.
Gel zaman git zaman, Ankara günün birinde büyük depremde yerle bir oluyor, öykü bu ya, “Aksultan” da ortadan yok oluyor, saray enkazının altında bile bulunamıyor.
Fanteziler sürerken, Osmanlı Sarayına gittiğiniz de oluyor, Nazilerin gaz odalarından esinlenilip Haydarpaşa Garına monte edilen, onlarca insanın yok edilmesini kolaylaştıran özel bir hela düzeneği de karşınıza çıkıyor.
VE ÖLÜM!
Zaman zaman pek çoğumuzun aklından geçen, “öleceğini öğrenen birisi, neler hisseder?” sorusunun yanıtı, Evren Tunga’nın anlatımıyla romanda şöyle yer alıyor:
“Öleceğim için gazeteden ayrıldım, kitabına uydurup tazminat vermediler, mesai arkadaşlarım son gün adet yerini bulsun kabilinden kısa bir veda partisi düzenlediler, sevgilim partide onu aldattığımı daha yeni öğrenmiş gibi maraza çıkarıp beni terk etti, öleceğim için bir sahaf buldum, kitaplarımı gösterdim, binlerce kitaba üç kuruş teklif etti, küfrettim, satmadım, öleceğim için son kez temizliğe çağırdığım kadına kitapları kolilettim, kargo şirketini kafalayıp Gökkuşağı Derneğine bedavaya gönderdim, öleceğim için kira vermeyeyim dedim, evimi öylece bırakıp küçük bir bavulla Bahar’a taşındım…”
Sözün özü Merhume, yeni dönem romanına farklı bir soluk getiriyor, eğer her sayfada bolca rastlanan küfürlere ve yazarın nedense “alelâdeleştirdiği sert cinsellik anlatımına” hazırsanız, Evren Tunga’nın yaşam öyküsünü, Merhume’yi bir okuyun derim...
‘HOCA, BABA, AMCA, BEN’
Merhume’nin sonrasında Hoca, Baba, Amca, Ben (Can Yayınları) başlığıyla yayımlanan öykülerinde ise “devrimci-alkolik hoca, baba, amca üçgeni”nde üç yaşlı adamı, 12 Eylül’de yaşananları, çocukluk arkadaşı Didem Madak ile yıllar sonra karşılaşmasını, gençliğininin penceresinden anlatıyor Murat Uyurkulak.
Sayfaları çevirirken “buram buram anason” kokusu gelip sizi buluyor. Hele alkolle örülü yaşamlara aşina iseniz bu öykülerin size “çok tanıdık” geleceği kesin.
Anason kokulu öyküleri okurken, “acaba Murat Uyurkulak, gençliğini, çocukluğunu mu dile getirmiş?” diye düşünüyorsunuz. Bakıyorsunuz ki bu öykülerde geçen kimi olayları yazar zaten Merhume’de de önceden sıkça dile getirmiş.
Peki, “yazarların unutulma korkusu” var mıdır? Yazdıkları ile “sonsuza dek hatırlanmayı” mı hedefe koyarlar? Murat Uyurkulak bu olasılığı “Unutuluyorum” başlığı ile, yazar Yusuf Sertoğlu’nun dilinden “Meftune”nin sonlarında şöyle dile getirmiş:
“Yaşlandığıma, kocadığıma, en kötüsü de, unutulmaya başladığıma dair bir işaret daha. ‘Bir an önce yeni kitap yaz lan,’ diyorum içimden, (...) Bir zamanlar koca bir dili yerle yeksan etmek gayesiyle, havaleler geçirerek yazdığım kitaplar, şimdi ucundan azar azar kopararak yediğim bayat ekmeklere benziyor. Vaktiyle bizzat var ettiğim, harflerden müteşekkil ilahlar, küçük hesapların, ucuz hovardalıkların tellalı artık…”
En Çok Okunan Haberler
- Kriminal raporun ayrıntıları ortaya çıktı
- İktidarın '25 Kasım' korkusu
- İstanbul'da aile katliamı
- AKP sayesinde bu düş de gerçek oldu!
- 4 kişiyi öldürüp intihar etti!
- 250 bin TL'nin getirisi ne kadar?
- Akalın'dan İYİ Parti'yi karıştıracak açıklama
- Gökçek döneminde belediyeden geçen karar pes dedirtti!
- Türk ordusunun Kubilaysızlaştırılması
- 'Açız' diye bağırdı, yaka paça dışarı atıldı!