İlyas Tunç: ‘Nesnelerden kurtuluş yok!’ Y. Bekir Yurdakul’un söyleşisi

İlyas Tunç’un Örs - Nesnelerin Dili (Cumhuriyet Kitapları) kitabında, nesnelerin dünyasına sızmayı denediği denemeleri yaşamımızı kuşatan her şeye başka bir göz, bambaşka bir duyguyla bakma çağrısı gibi bir çığlık da koparıyor.

Yayınlanma: 03.05.2022 - 00:01
Abone Ol google-news

“Fiziksel varoluşumuz nesnede anlamını bulur. Aksi iddia edilse de nesneden bağımsız bir varoluş kavramını benimseyemiyorum. Her birimiz hâlâ birer nesne bağımlısıyız...”

Her yerdeler. Hep bizimleler. Onlarla neler olduğunu unutalı çok oldu belki ne ki onlarsız artık hayatın neredeyse durma noktasına geleceği de bir gerçek. Öyle çoklar ki, ömrümüzün kılcal damarlarına kadar her yerdeler. Kim kime bağlı, kim kime tabi? Sahi nesne ne ya da kim?

Evet, Nesnelerin Dili Örs dolayısıyla nesnelerden söz ediyoruz.

“Alet işler el öğünür,” atasözüne “ama aleti yapan da eldir” açıklamasını eklerken nereye koymuştuk nesneleri?

Hayatı kolaylaştırmalarına mı bağlı varlıkları? Bir örs, semer ya da daktilo artık ölü müdür?

Nesnelerin ömrüne ömür katan anılarımız mıdır bir bakıma? Ya onların -evet, insan ya da başka varlıkların çabasıyla- hayata emeği?

Nesneleri anlatırken, kendimizi mi söyleriz aslında?

Yeni, farklı bir şey söyleyen her iyi kitap etkiler, değiştirir insanı. Ne ki İlyas Tunç’un nesnelerin dünyasına sızmayı denediği bu çalışması çevreye, çevremizi/ hayatımızı kuşatan her şeye başka bir göz, bambaşka bir duyguyla bakma çağrısı gibi bir çığlık da koparıyor.

Bir duygu ırmağının kimi sığ, çoğun derin, dalgalı, arada sakin sularında dolaşıyor Tunç, bizi de yanı başından ayırmadan. Ya da bir keçiyolunu geçiyor sakin, küçük, duyulur duyulmaz, doğal nesneler eşliğinde. Daha ilk adımında ona katılıyoruz; menzile erişme dileğiyle kardeş kıldığımız bu yolculuk bitmesin duygusuyla. Yolumuzun üstünden, bir kuytuluktan, ırmak boylarından; yitirdiklerimiz, çoktandır unuttuklarımız, sessizce ayrıldıklarımız, oralarda bir yerlerde sandıklarımız sesleniyor incecik, duyulur duyulmaz fısıltılarla.

Kitabın; denemeye, örse, nesnelere ve ömrümüze ilişkin aklımıza düşürdüklerini sorduk İlyas Tunç’a. O da yanıtladı.

- İlkin denemenin sendeki yerini sormak isterim. Şiir ve çeviri çalışmalarının arasına deneme nasıl oldu da sızdı? Ve neden deneme?

Deneme, severek okuduğum edebi türlerden sadece biri. Bende özel bir yeri yok; ama yaşantı zenginliği yaratması, iddialı düşüncelerden uzak olması, iç dünyamızı samimiyetle itiraf etmemizi sağlaması nedeniyle, diğer türlere göre, şairi besleyen daha bereketli bir kaynak diyebilirim. İtaatsiz Portreler ve Örs’teki metinlere gelince, üslup, içerik, anlatım unsurları bakımından çeşitlilik gösterdiği içindir ki onları klasik ya da Montaigne tarzı denemelerden ayrı düşünmek gerekir. Kimi zaman söyleşi, kimi zaman eleştiri, kimi zaman araştırma, kimi zaman da bir anı havası taşıyan; dolayısıyla, belli bir türe girmeyen metinler toplamının öteden beri deneme olarak adlandırılması aynıyla vakidir. Deneme yazmamın şiir ve şiir çevirisi çalışmalarımın arasına nasıl sızdığı sorunuzu ise, söz konusu kitaplar bağlamında düşündüğümde, sivil itaatsizlere karşı bir vefa borcu ödeme dürtüsü ve nesnelere duyduğum ilgiyle açıklayabilirim.

- Peki, deneme, şiirden öte ne söyler, ne anlatır meraklısına?

Şiirden öte bir şey söyleyen başka bir edebi tür var mı bilmiyorum; ancak içsel bir ses, şaşırtıcı bir gözlem gücü, duygusal bir akış yakalayan denemelerin şiire yaklaşabileceğini ileri sürebilirim. Sanırım en iyi deneme yazarları, şiirin sezgisel bilgisini somutlaştıran ya da somut bilgiyi şiirsel bir sezgiye büründüren yazarlardır. Montaigne dışında aklıma ilk gelen isimler; Francis Bacon, Thomas S. Eliot, Albert Camus, Jean-Paul Sartre, Ahmet Haşim, Yakup Kadri, Nurullah Ataç, Sabahattin Eyüboğlu...

- “İtaatsiz Portreler”in ardından bu ikinci deneme yapıtın. Deneme de sürecek sanırım.

Evet, sürecek.

NESNELERİN KULLANIM DEĞERİ!

- “Örs”, dolayısıyla nesneler üzerine denemelerin çıkış noktasından başlayalım mı? Kendi payıma, daha önce bunca kapsamlı bir yaklaşım okumamıştım.

Sizin ‘kapsamlı bir yaklaşım’ olarak değerlendirdiğiniz metin, okuru kitap boyunca yakalayacağı düşünce kıvılcımlarına hazırlamakla birlikte, aynı zamanda ona nesneler üzerine niçin yazdığımın, genel anlamda, ipuçlarını da vermektedir.

Ancak özellikle asıl çıkış noktamın, nesnelerin değişim değerinin abartılıp kullanım değerinin göz ardı edilmesi olduğunu belirtmeliyim.

Kullanım değeri göz ardı edilen bir nesneyle duygusal bağ kuramayız. Duygusal bağ kuramadığımız nesnenin ömrünün kısa olması ise kaçınılmazdır.

Kısa ömürlü nesneler uğruna çocuklara ‘kirleterek öğretmeyi’ bir özgürlük yanılsamasına dönüştüren reklam sektörü, tüketim kültürümüzde temiz kalmış ufacık bir yere bile ‘en etkili leke çıkarıcılarla’ müdahale ediyor.

Gardıroplarımızın giymediğimiz giysilerle, takı kutularımızın ayda yılda bir taktıklarımızla, çekmecelerimizin, hayır hayır, çöp kovalarımızın modası geçmiş cep telefonlarıyla dolu olmasında şaşılacak bir şey yoktur. Yoktur; çünkü tüketerek yakaladığımız mutluluğu sürdürmenin yolu, yine tüketmekten, hep tüketmekten geçiyor.

Bu, tüketim kültürünün dayattığı farklı bir yabancılaşmadır. Yabancılaşmayı aşmak, nesnelerin masumiyetine inanmakla mümkündür; onları albenili kılıflara sokan, sanal ya da gerçek, reklamlara rağmen.

NESNELERLE İLİŞKİMİZİ SORGULAMAYA BİR ÇAĞRI!

- “Nesnelerden kurtuluş yok!” Kitabın ilk ve çarpan tümcesi bu. Hayatın her anında, düşte düşüncede, her yerde nesneler var. Yararlanmak, vefa duymak, kimisini saklamak... Ve istifçilik. Nesnelerle ilişkimizi yeniden sorgulamaya da çağrı “Örs”. Ne dersin?

Nesnelerden kurtuluş yok! Cümleyi, tüketim düzleminde düşündüğümüzde, bir hoşnutsuzluk olarak yorumlayabiliriz. Oysa özne-nesne ilişkisi çerçevesinde cümlenin bir memnuniyet; hatta bir vefa duygusu verdiğini söyleyebiliriz. Çünkü fiziksel varoluşumuz nesnede anlamını bulur.

Aksi iddia edilse de nesneden bağımsız bir varoluş kavramını benimseyemiyorum. ‘Kalemim masanın üzerindedir’ derken var olan şey, önce öznedir. Varoluş ise, böyle bir yargıda bulunduğumuz andan itibaren özneyle nesne arasındaki mesafede soyut bir biçimde devinmeye başlar.

Somut bir örneklemeyle, fetüsü eteneye bağlayan göbek kordonudur varoluş. Etenesiz bir fetüs nasıl yaşayamazsa nesneyi algılamayan bir özne de varlığının farkına varamaz. Doğal ya da insan yapımı, her türlü nesneye vefa borcu duymamızın nedeni budur.

Oyuncak ayılarımızla, bez bebeklerimizle yatmasak da, aynı battaniyeyi örtünmeden uyuyamasak da her birimiz hâlâ birer nesne bağımlısıyız; üstelik mezara bile onlarla girecek kadar...

Bob Marley’in gitarıyla, Ronald Dahl’ın tepesi silgili kurşunkalemleriyle, Toni Curtis’in kovboy şapkasıyla ve daha nicelerinin sevdikleri nesnelerle birlikte gömüldüklerini unutmayalım.

İstifçiliğe gelince, bu, nesne bağımlılığının yozlaşmasından başka bir şey değildir. Örs’teki metinler nesnelerle ilişkimizi yeniden sorgulamaya bir çağrıysa, ki öyledir, çağrıya kulak verenlere teşekkür ederim.

- Peki, doğal nesnelerin ötesinde hiçbir şeyin olmadığı o ilk çağlardan bu yana geldiğimiz yer bir rahatlık mı yoksa tutsaklık mı?

Eğrelti otlarından yatak, bizon derilerinden giysi, taşlardan balta, kemiklerden iğne yaptığımız zamanlarda nesneler bir ihtiyaçtan doğuyordu. Şimdi önce nesneler yapılıyor, sonra ihtiyaçlar oluşturuluyor; daha doğrusu, ihtiyaç duymadığımız bir nesneyi satın almakta bir sakınca görmüyoruz.

Sosyal medya hesapları, kısa mesaj uygulamaları, video konferanslar, sanal geziler; bütün bu seri-üretim ilişkiler, seri-üretim nesnelerin sonucu. Teknolojinin getirdiği kolaylığı mutlulukla karıştırmamak gerekir.

Nesnelerin sınırlı sayıda olduğu çağlarda insanların hareket alanı daha genişti. Dolayısıyla daha az sayıda uyaranlara maruz kalıyorlardı ki bu uyaranların hemen hemen hepsi doğaya ilişkindi. Kısacası o çağlarda doya doya algılıyorduk doğayı.

Uzaktan kumandalı makinelerden, elektrikli süpürgelerden, robotlardan yoksun olmalarına, birkaç dakikalık işi bir günde yapmalarına rağmen eski insanların modern insanlara göre daha rahat olduklarını iddia edenlere bir diyeceğim yok. Rahatlık fiziksel değil, ruhsal bir olgu çünkü.

Nesneler vasıtasıyla edindiğimiz duyu zenginliğini duygusal alana taşıyamadığımız sürece, balkonda çiçek yetiştirme çaresizliğinden mutluluk devşirmeye devam edeceğiz. Olsun! Kimseye bir zararı yok. Geldiğimiz yeri soruyorsunuz ya, sevgili Bekir; tutsaklık mı bilemem ama Stockholm sendromu gibi bir şey.

- İktidarı simgeleyen, emeğin değerini anlatan, vefa duygumuzu tatmin eden... nesnelerle bunca kuşatılmışlık. Aslında kendi elimizle yaratmışız bu kargaşayı. Ve bedenin nesneleşmesi. Nesnelere teslim olduğumuz hayat! Yakın-uzak gelecekte ne bekliyor insanı?

Nesnelerin imajlarıyla kuşatılmışlığımız, bizzat cisimleriyle kuşatılmışlığımızdan daha baskın. Tüketim mekanizmasının sinsi çarklarını ustalıkla çeviren kapitalist sistem, dokunmanın yavaşlığı yerine görmenin hızını tercih ediyor. Oysa dokunmak, inanmaktır; herhangi bir nesnenin somut biçimde var olduğuna inanmak.

Kimse yadsımasın; hepimiz inanmadığımız nesnelerin peşinden koşuyoruz. Bu, modern insanın hâlâ içinden çıkamadığı bir kısırdöngüdür. Rengârenk ışıklarla bezeli stantlarda gözlerimiz öylesine kamaşmış ki en sahici satış yerleri olan derme çatma işporta tezgâhlarını artık görmüyoruz.

Sizin ‘elimizle yarattığımız karmaşa’ dediğiniz şey, bu olmalı. İlkini kutsamak, ikincisini lanetlemek!.. Hatta, lanetlemekle yetinmeyip hem tezgâhı hem sahibini tekmelemek. Tekmelediğiniz tezgâh ile yine tekmelediğiniz işportacı arasında ne fark var ki! Aynı davranışa maruz kaldıklarına göre ikisi de şimdi birer nesne değil mi?

Nesneleşmiş bedenin sağ yanağında şiddet olgusu hâkimse, sol yanağında güzellik kaygısı hüküm sürüyordur. Yakın mı uzak mı bilemem ama şiddet gelecekte de devam edecek; şiddete maruz kalmış nesneleşmiş bedenin güzellik kaygısı da.

BABA YADİGÂRI ÖRS!

- İlk bölümü, “Sonrası baba yadigârı örs!” tümcesiyle noktalıyorsun. Aslında sana kapıyı açan o “baba yadigârı” olmuş bence. Katılır mısın?

Bana kapıyı açan o ‘yadigâr örsü’ ayakkabılarımı tamir etmem için kırk yıl önce vermişti babam. Ama ben ne yaptım? Birkaç tamir işinin ardından onu, kullanım değeri çok uzun ömürlü o demir kütleyi, sanki miadını doldurmuş gibi kaldırıp oraya, kitaplığımın üzerine yerleştirdim.

Öyle ya, hazır yapım Adidas ayakkabılar dururken tahta çiviler, çiriş otları, balmumları, eğri büğrü iğneler, akşamdan ıslatılmış köseleler, tığlar, törpüler çağına geri dönemezdim. Anlamlı bir yadigâr olarak saklamakla örse vefa gösterdim ama babama...

‘Nesnelerin delici bakışlarından’ söz ediyor Jacques Lacan. Yüreğimi bir tığ gibi delen şey, örsün delici bakışları mı yoksa?

- Sonra “abajur”dan “zümrüt”e, nesnelere dair kaleminden dökülenler... Hiç ayrılamamak, teslim olmak, kırıp dökmek, terk etmek, (s)atmak... Sanki çok daha ötesini arıyorsun. Bir vazonun yalnızlığı, düğmenin unutulmuşluğu, örsün sabrı, tabancanın kederi, şemsiyenin bekleyişi, mandalın dağılışı... Bunları hepsi aslında insana dair. Nesnelerle yolculuğunu onlarla ilişkimizi farklı bir yere taşıma beklentisi/ çağrısı olarak okudum. Ne dersin?

“Geçmişi hatırlama gayretimiz nafile, zihnimizin bütün çabaları boşunadır. Geçmiş, zihnin hâkimiyet alanının, kavrayış gücünün dışında bir yerde, hiç ihtimal vermediğimiz bir nesnenin (bu nesnenin bize yaşatacağı duygunun) içinde gizlidir,” diyor Marcel Proust.

Örs’te yer alan metinler, ‘nesnelerin bize yaşatacağı duygu’ nedeniyle kaleme alınmış. Bu, tam da sizin kastettiğiniz anlamda, ‘nesnelerle ilişkimizi farklı bir yere taşıma beklentisinin/ çağrısının’ cevabıdır.

Giriş metni dışında, kitapta toplam iki yüz otuz iki nesne üzerine yazılmış kısa denemeler yer alıyor. Nesnelerin bende yaşattığı duygusal dışavurum ise, ‘vazonun yalnızlığı, düğmenin unutulmuşluğu, örsün sabrı, tabancanın kederi, şemsiyenin bekleyişi, mandalın dağılışı’ bağlamlarında, onlara bizzat yüklediğim canlıcılık özelliğinden başka bir şey değil.

Bu, yani cansız nesnelere canlıcılık özelliği yükleme dürtümüz, bilincimizin ilkel yanını hâlâ koruduğumuzu gösteriyor. Başka özellikler de var nesnelere yüklediğimiz; bulaşıcılık, büyü, korku, kutsallık, özdeşleşme...

- Zamanı geçmiş, işlevi kalmamış, eskimiş nesneler. Eskiyen aslında ömrümüz mü?

Saatleri Ayarlama Enstitüsü romanındaki Nuri Efendi’nin “Kalp işlemiyor artık. Beyinde de arıza var,” ya da “Nasıl yürüsün biçare, iki ayağının ikisi de yok.” diyerek tamir ettiği saatler tarihe karıştı. Herkes her şeyin yenisini alıyor. Yenisinin de yenisine yetişmek gerek; daha yenisine...

Değil eskitinceye kadar kullanmak, kolumuza henüz taktığımız saatin bozulmasından gizli bir sevinç duyuyoruz sanki; niçin ya da nasıl bozulduğuna dair kafa yormaksızın. Oysa nesneleri tamir etmek isteyen insanlar, hatalardan ders çıkarmasını bilen insanlardır.

Saatten ütüye, ütüden ayakkabıya, ayakkabıdan elbiseye, bütün gün daracık dükkânlarında çalışan tamircilere şöyle bir bakın: Her biri Muvakkit Nuri Efendi kadar hoşgörülü, iyiliksever, direngen ve sabırlı değil midir? Edindiğimiz insani duygularda nesnelere gösterdiğimiz özenin de payı olduğunu yadsıyabilir miyiz?

Japonya’da yüzlerce yıldır uygulanan saygın bir zanaat var: Kintsugi. Kırılmış seramik eşyaların parçalarını altın ya da gümüş tozlu reçineyle birleştirme esasına dayanan kintsugi, aynı zamanda ‘kusurun kabul edilişi’ anlamına gelen Wabi-sabi adlı felsefi bir görüşü yansıtıyor.

Tamir edilmiş bir nesne nasıl yeniden doğuyorsa yıkıldığımızda da kendi kendimize ayağa kalkmayı öğrenmeliyiz. İşte dolaylı yoldan bize bunu öğretiyor kintsugi.

Haklısın; ömrümüz eskiyor. Ama bir yandan onu yeniliyoruz da; damarlarımıza takılan tüpler, kalplerimize takılan piller, bacaklarımıza takılan protezler, yani yine nesneler sayesinde...

- Bizi kuşatan nesnelerin kıymetini, çoğun onların kullanım değeriyle, işe yaramalarıyla sınırlamaktayız. Oysa buna razı değildir nesneler. Denemelerinin bu duyguya da tercüman olduğunu duyumsadım, ne dersin?

Nesneler, öncelikle, emek verildikleri için değerlidir. Seri-üretim nesnelerini, örneğin miadını doldurmuş pilleri, paslanmış tenekeleri, tek kullanımlık medikal aletleri elbette saklayacak değiliz. Ancak fabrikasyon ya da el yapımı, herhangi bir nesnenin biricik bir yadigâr olarak saklanması sadece nostaljik bir işlev görmez, onu yaratan emeğin yüce bir değer olduğunu da hatırlatır.

Babamın üzerinde köseleler dövdüğü o demir örse ondan başka kimbilir kimler alın teri dökmüştür? Madeni topraktan çıkaran, ocakta vagona yükleyen, fabrikaya taşıyan, fırında ısıtan, biçimlendiren ya da kalıba döken...

Rahat bir pufa çevrilmiş eski bir kamyon lastiğine keyifle oturmadan önce bir uzun yol şoförünün onu değiştirirken zorlandığı anı düşünün; Amazon ormanlarında kauçuk toplayan bir çocuğu da düşünebilirsiniz ya da lastik barikatlar arkasında kurşunlanmış bir işçiyi...

Nesnelerle duygusal bağımız, evet, elbette vardır; duyumsamasını bilenler için.

- Nesnelerle bütünleşmek mi, durduğumuz yerin bilincinde olmak mı, fark etmez mi?

Durduğumuz yerin bilincinde olmak için nesnelerle bağımızın kopması gerekmiyor. Beni asıl tedirgin eden şey, durduğumuz yerde, yani bu nano teknolojiler, yapay zekâlar, robotik ameliyatlar çağında, bir zamanlar çakmak taşlarından alevler çıkaran elimizin beynimize verdiği sinyallerin gittikçe azalması. İnsan bir gün sadece beyinden ibaret bir varlığa dönüşebilir mi? Umarım dönüşmez. Çünkü bu, insanın da sonu demek. Diğer organların işlevini yitirmesi sonucu içgüdüden ibaret olan bir et yığını!.. Öyleyse tanrılaşma iddialarından vazgeçelim.

EVRİM...

- Son olarak: Doğal nesneler, ardından -belki ilki taştan bir baltaydı- biçim verdiklerimiz, derken bedenimizde yer alacağından ürktüğümüz çipler. Nereye varacak nesnelerle ilişkimiz?

Yaşlanma, hastalanma, güçten düşme gibi olumsuz fiziksel özelliklerimizi ortadan kaldırılmak ve bilişsel yeteneklerimizi daha da geliştirmek için teknolojiden yararlanmamız gerektiğini ileri süren, 20. yüzyılın sonlarında başlamış transhümanizm adlı entelektüel bir hareket var.

Türkçeye, aşkınlık yerine, Evrim diye çevrilmiş Transendence filmi, transhümanizm hareketine sanırım biraz açıklık getiriyor.

Filmin karakterlerinden bilim insanı Will Caster, teknoloji karşıtı biri tarafından öldürülünce eşi Evelyn, onun beynini bir bilgisayara entegre eder.

Bedenen ölmesine rağmen bir insanın beyniyle iletişim kurabileceğimizi anlatan bu bilimkurgu filmi, yapay zekânın hangi seviyeye ulaşabileceğini göstermesi bakımından ilginç. İnsan beynini sınır tanımaz bir makineye indirgemek!.. Mümkün mü?

Dedim ya, tanrılaşma iddialarından vazgeçelim. Beynimize takılan bir çip çıkarıldığında onu bir yadigâr diye saklama ihtimalimiz hâlâ içimizi ısıttığına göre... Elektronik bir çip de olsa, demirden bir örs de olsa... Nesnelerden kurtuluş yok!

Örs - Nesnelerin Dili / İlyas Tunç / Cumhuriyet Kitapları / 296 s.


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler