Hürriyet Yaşar: ‘Vahşete doğru geriledik!’
Anlatmaya Biri Gerek ve Önce Ben Onu Öldürdüm adlı öykü kitapları, 12 Eylül ve 12 Mart öykü seçkileri ile Anlam Kovalar Biz Kaçarız adlı dil üstüne denemelerinin ardından, 2019 Vedat Günyol Ödülü’ne değer görüldüğü Söz Yazıları’ndaki denemeleri Kırmızı Kedi Yayınları’nca geçtiğimiz yıl yayımlanan Hürriyet Yaşar’ın yeni kitabı Cumhuriyet Kitapları tarafından yayımlanan Satış Çağı adını taşıyor. Yaşar’ın dergilerde yayımlanmış yeni öykülerinin bir bölümünün yanı sıra “Satış Çağı” adlı öyküsünü de okuyucularla buluşturduğu kitabı, 40 yıl önce faşizmin sokaktaki egemenliğini anlatan 12 Eylül öykülerinden, İstanbul doğasını yok etmeye yönelmiş birkaç yıl önceki bir toplu öldürümün öyküsüne dek, 35-40 yıllık bir döneme yayılan toplam 8 öyküden oluşuyor.
‘ÖYKÜLERİMİN KAYNAĞI DUYARLILIKLARIM’
- Uzun zamandır örneğine pek rastlayamadığımız siyasal yazın alanında güçlü bir yapıtınızla daha, Satış Çağı adlı öykü kitabınızla buluştuk. Günümüzde siyasal yazın dışlandığı gibi, bu tür izlekleri işleyenler arasında da mikromilliyetçiliğe, etnik ayrımcılığa, dinciliğe kalkışılıyor.
Satış Çağı’nın okurla buluştuğu günlerde öyle bir yer sarsıntısı yıkımı yaşadık ki, acılar dinecek gibi değil. On il, yaklaşık on üç milyon insan, onların akrabaları etkilendi. Birbirinden ilkel açıklamalar, kurtarma yardımı gitmediğinden donarak ölen binlerce insan, çaresizlik, çaresizlik…
Paragözlük, betonlaşma, insanın dışlanması sorunlarını da irdeleyen, duyuncun sesinden güç alan Satış Çağı hangi düşünsel kaygılardan doğdu?
Satış Çağı, kitaba adını veren en uzun öykü dışında yedisi daha önce dergilerde, biri de bir seçkide yayımlanmış sekiz öyküden oluşuyor. Konu bakımından ise 40 yıl önce faşizmin sokaktaki egemenliğini anlatan 12 Eylül öykülerinden, İstanbul doğasını yok etmeye yönelmiş birkaç yıl önceki bir topluöldürümün öyküsüne dek, 35-40 yıllık bir döneme yayılıyor.
Politik sayılmayabilecek de üç öykü var. Bunların kaynağını açıklamak durumunda kalsam, duyarlılıklarımdan kaynaklandığını söyleyebilirim.
İstanbul, yurdumun yaşadığı politik ortamdaki soluk alışlarından örnekler, beni ikide bir yazıdan koparan mesleğimle aramdaki gelgitler, evlilik, sevgililik, cinsellik v.b. insanlık durumları…
Yayımlanmış öykülerimden belki bir kitap daha dolduracak sayıdaki bir demeti de, kâğıt maliyeti kaygısıyla kitap dışında bıraktığımı söyleyebilirim.
- Satış Çağı’ndaki hemen her öykünün derinliğinde alttan alta işleyen hüzün var. Yitip giden değerlere, dinginliğe, birikime, kültüre, güzelliğe, sevdaya duyulan özlemin yakıcı hüznü. Ancak “kamışlığa” anlatılabilir. Günümüz insanı okumak, dinlemek istemiyor. Hüzün de bilinç işi. Acılar insanımızı bulsa da uzak mı duruluyor?
Sanat diline gereksinim zaten duyumsayıştaki yalnızlıktan, duyumsayışın anlatılmasındaki güçlükten doğuyor. Bir tek günümüzde değil, her dönemde yaşanan bir yalnızlık ve güçlük bu. Ama bu duyumsama olmasaydı sanat dilleri de olmazdı. Gündelik dille, düz konuşma diliyle her şeyi anlatır ya da anlattığımızı sanırdık.
Hüzün saptamanıza gelince… Bilinçle yöneldiğim bir duygu değil o. Öykülerimin baskın duygusu olmasını da istemem doğrusu. Ahmet Haşim duyarlılığının da, genel olarak bireysel bunalım duyarlılığının da dışındayım ben.
Bu nedenle, dünya görüşümün sonucu olup öykülerimin üstünü örtsün de istemem. Ama konularım ve onlarla öykülerimi yaratışım, hattâ öykülerimi sonradan okuyuşum, benim yüreğimi bile her seferinde paralıyorsa, okur üzülmesin diye de düşünemem.
Kimbilir, belki de o öyküde zaten üzüntümü paylaşmak, anlatmak, dışavurmak için yazmışımdır.
‘SATIŞ ÇAĞI’ VE ‘ÖÇ’!
- Kitaba adını veren öyküde müthiş bir çelişki vurgulanıyor; ‘yeni dünya düzeni’ kepazeliğini alabildiğine içine sindirmiş, fırsatçı, ne görürse kapmaya çalışan, yoz dilli şirket yöneticileri, çöken Doğu Bloku’ndan Gorki, Ho Şi Minh, Nâzım Hikmet… adlarını taşıyan gemileri ucuza düşürmekte, kiralamaktadırlar. Giderek “Öç” adlı öyküdeki küçük kızın açık sözlülüğü karşısında sahteliklerin çatırdaması da bu izleğin süreği sayılabilir mi?
1980’ler, 90’lar, sovyetik sosyalist devlet deneyimlerinin –bunların yanında, sovyetik olmayan Arnavutluk ve Yugoslayva da var– ve Sovyetler Birliği’nin kendisinin çökertiliş yılları. Çökme yalnız iç çürümeyle olmadı, kapitalist emperyalizmin dışardan abanışını ve oyunlarını da apaçık izledik.
“Satış Çağı”, çöküşün sonlarındaki mezattan, yağmadan bir öykü. İlginç olan, KİT’ler bakımından bugüne göre o yıllarda çok daha varsıl olan Türkiye Cumhuriyeti’nin de Avrasya çapındaki bu çökertme tasarımının içinde oluşudur.
Sosyalist cumhuriyetlerle bu yazgı yoldaşlığımız, öyküden de görünüyor. Ne yazık ki sosyalizm denemeleri de, ulusalcı-karma ekonomici Türkiye Cumhuriyeti de emperyalizmin kurduğu tuzaklara, dolaplara, iş içinde iş çevirmelere önlem geliştiremedi.
Bu sonuç, içerdeki sömürünün gemi azıya aldığının ve dış sömürgenle işbirliği yapıldığının yadsınamaz gerçek olarak varlığını kanıtlar.
“Satış Çağı”ndan, insan ilişkileri bağlamına tutunarak “Öç” adlı öyküye gidebilir miyiz? Gitsek bile “Öç”, “Satış Çağı”na göre çok apolitik kalır. Sevinin yaşanışının toplum içinde kurumlaşmasının yanar döner de olabilen görünüşlerinin çocuk gözünde anlamlanışının, büyüklerin izleyişinden verilmesinin öyküsü o.
Çocuk olmayan oyuncu gizlice öç almaya kalkışınca, çocuğun masayı yerle bir ederek açıktan öç alışıyla karşılaşır. Öyküyü yazmaya başladığımda, yalnızca çocuğun oyunu vardı; sonunu, ben de yazınca gördüm.
‘İSTANBUL’UN TÜRKÜSÜNÜ YAKMALI!’
- “İstanbul’un Türküsünü Yakmalı” bir ağıt. Her şey paradır, doğa olmasa da olur, ayak bağı. Tahsin Yücel’in romanlarını da çağrıştırdı bana. Öyküleriniz üzerine düşünmekteydik ki, depremin yıkımı geldi üstümüze. Apaçık görünen aymazlıkları, oy çıkarı uğruna imar aflarını, çürük yapıları “aklamaları,” denetim dışına çıkarılmış, ne yaptıklarını kimsenin bilmediği TOKİ’leri… nasıl dillendirmeyelim?.. Gerçekten de “satış çağı”ndayız.
“İstanbul’un Türküsünü Yakmalı”da anlatıcı meyvelerini, ağaçlarını, güneşini, gölgesini, bahçelerini, çocuk oyunlarını, tavukları, kedileri, ağaçlara kurulan hamakları… orda korunmuş tüm doğayı kastederek “çok değerli burası” dedikçe, inşaatçı rantiye olan türedi ev sahibi, verdiği paranın on yılda kırk katına çıktığını düşünmeden anlayamamaktadır
İstanbul toprağının beton örtüsünün göbeğindeki o yerin çok değerli olduğunu. Tahsin Yücel’in Gökdelen romanının öngörüleri, daha o romanın gerçek zamanı çok uzaktayken gerçekleşmeye başladı bile.
İnsanlar tapulu evlerinden devletin kolluk gücüyle yaka paça çıkarılarak, insanlığı yaşatan ‘mahalle’ dediğimiz yerleşim biçimleri yok edilerek, insanlık yok ediliyor.
Yaşadığımız Maraş odaklı deprem, ‘imar barışı’ denen tüm afların gerçekte ‘imar affı yoluyla topluöldürüm suçu’ olduğunu da ortaya koydu.
- “Sonralardan Bir Akşam” başlıklı öykünüzde 1980 öncesi yılların öldürülen yiğit, aydın insanlarının, onları unutmayanların belleğinde yaşayışlarını okuyoruz. Bugünler yaşanmasın diye değil miydi onların savaşımı?
Bir devrimci güç tırmanışıydı solun 12 Eylül öncesindeki yükselişi. Sayısı tam bilinemeyen ama belki 100’e yaklaşan o örgüt çokluğunun içinden, o devrimci gücü devrime dönüştürecek ortak büyük örgüt yaratılamayınca, o görüntünün ürküttüğü sömürgen düzenek kendine gerekli önlemleri aldı.
Gizlice işbirliği yaptığı askeriyle “Dur!” düdüğü öttürdü (Haberin küresel emperyalizmin tepesindeki uygulayıcısına “Bizim çocuklar başardı” söylemiyle iletilişi, böyle olduğunun kanıtlarından biridir), sonra da demokrasinin olduğu kadarını da yok edip, demokrasinin daha da göstermelikleştiği bir düzen kurdu.
KÖKEN AYRIMCILIĞI!
- Öykülerinizde Türkçenin tüm varsıllığı okura yansıdığı gibi, kimi öykü kişilerinde de bu bilinci dillendiriyorsunuz. “Türk edebiyatı” yerine “Türkçe edebiyat”söyleyişinin yeğlenmesine ilişkin düşünceniz nedir?
Ben Türk Dil Kurumu’nun devrimci işlevini yerine getirebildiği, onun yayımladığı Türk Dili dergisinin hem dil hem de güzelyazın dergisi olabildiği yılların sonuncularına yetiştim.
Solcu olan herkesin, kökeni hangi altkimliğimizden olursa olsun, Türkçeyi özleştirerek geliştirme isteğiyle ulusal dili işleme çabası içinde olduğunu gördüm.
Türkçe içinde Türkçeyle bu sarmalanmayı yaşamış ya da yaşandığını bilen yazara, Türkçesi varken yabancı sözcük kullandıramazsınız. Hele şimdiki anlaşılmaz modada olduğu gibi, yabancısıyla öztürkçesini birlikte hiç kullandıramazsınız.
Ben, “… bir hayat yaşamayı sürdürmeye devam ettiğinin doğruluğunu en sonunda teyit ettik nihayet” gibi bir Türkçeyle yazılıp bir de bunların ödüllendirildiği bu dönemin geçici olduğunu biliyorum. Ama bu süreci ne denli kısaltabilirsek, Türkçeye verdiği zararı da o ölçüde azaltmış olacağız.
‘Türk edebiyatı’ yerine konulmak istenen ‘Türkçe edebiyat’ kavramına gelince… Bizim düşünme yöntemimizde ne yazık ki, düşünme denklemimizde bulunan veriler arasındaki uyumları, çelişkileri değerlendirme bilinci yok.
Düşünürken bu uyumlara ve çelişkilere denklemde hak ettikleri değerleri vermezseniz, yanılmanız kaçınılmaz olur. Olaylarda, konularda doğru düşünebilme sayınız ‘her zaman’dan uzaklaşa uzaklaşa, ‘bazen’e yaklaşır.
Bu büyük yanlışı yapay döllemeyle doğurtup büyüten birtakım yerli beslemeler de var. Onların ikna edilemeyeceğini biliyorum, çünkü üstlendikleri kirli işin karşılığı bu. Ama ‘Türk edebiyatı’ yerine ‘Türkçe edebiyat’ diyenlerin asıl büyük çoğunluğu, bu seçimi solculuk ve doğruluk adına yapıyor. Benim sözüm ancak, bu yanılgıya vicdanıyla kapılan iyi niyetli, dürüst insanlara yönelebilir.
Yanlışın öncesinde, altkimliği tek kimliğe dönüştürme güdülemesinin başarısı yatıyor. Oysa bir de üstkimlik vardır, o da ulusal kimliktir. Ulusal kimliğin altkimlik sayısı kadar çeşitli adları olamayacağını anlamak için, bu güdülemeleri ülkemizde başaranların buralara uzattıkları ‘karayı ak gösteren’ kitaplara ya da onların yerli hınk deyicilerine değil, kendi ülkelerinde ne yaptıklarına bakmak, gerçeği kabak gibi ortaya koyar.
Bizim solcunun düşünme tembelliği, “İngiltere edebiyatı, Fransa edebiyatı, Almanya edebiyatı, hattâ Amerika edebiyatı değil de… İngiliz edebiyatı, Fransız edebiyatı, Alman edebiyatı, Amerikan edebiyatı demek o ülkelerdeki altkimlikleri yadsımak olmuyor da, Türkçe yazılmış yapıt birikimine Türk edebiyatı demek nasıl Türkiye’deki altkimlikleri yadsımak oluyor?” çelişkisini düşünme denkleminde değerlendirmeyişinde.
Bakın iş edebiyata, sözvarlığına gelince yurttaşlık sınırları ve ölçütleri de belirleyici olmaktan çıkıyor, tek belirleyici olarak dil kalıyor. Öbür altkimliklerin tümünün, altkimliklerindeki dilleriyle ürettiklerini anarken Ermeni edebiyatı, Laz edebiyatı, Rum edebiyatı, Kürt edebiyatı diyeceğiz…
Yalnızca Türk edebiyatına gelince, Türklüğü yok sayacağız. Peki Türkiye’de Türk altkimliğinden insanlar yaşamıyor mu? Yani ırk mı denir, etnisite mi denir, kültür mü denir, her neyse altkimliği yapan, işte o unsurlarla Türk altkimliğinde olanların bir edebiyatı yok mu? Bakın nasıl geldik dayandık köken ayrımcılığına!
Düşünme denklemindeki uyum ve çelişkileri değerlendirmeyişin sonu kişiyi büyük yitimlere götürür. Bu tutumun topluma egemen olması sağlanırsa, yitimler toplum ölçeğinde yaşanır.
Bu yanlışın şöyle bir acı sonucu daha var. Türkçede yaratılan birikimin içindeki Türk olmayan altkimliklerden olanları nice Türkçe güzelsanat yapıtları yaratsalar da Türk saymayış, onlar için son derece kırıcı, ayrımcı, -Türk demek istemeyenlerin çok sevdiği sözcükle söyleyeyim- ötekileştirici bir dışlamadır. Bu dışlama da benim yüreğimi acıtıyor.
Bu konuda çok şey söylenebilir. En dirençli önerim, düşünürken yakaladığımız uyumlara, çelişkilere gereken önemi verme uyanıklığında olmamızdır. Yoksa düşündüğümüzü sanırız ama gerçekte öyle bir güdülürüz ki, bedeli çok büyük toplumsal acılar olabilir.
En Çok Okunan Haberler
- Rus basını yazdı: Esad ailesini Rusya'da neler bekliyor?
- Yeni Ortadoğu projesi eşbaşkanı
- Esad'a ikinci darbe
- İmamoğlu'ndan Erdoğan'a sert çıkış!
- Türkiye'nin 'konumu' hakkında açıklama
- ‘Yumurtacı müdire’ soruşturması
- Çanakkale'de korkutan deprem!
- Naci Görür'den korkutan uyarı
- Kurum, şişeyi elinin tersiyle fırlattı
- 6 asker şehit olmuştu