Emre Aracı’dan ‘Londra’da Türk İzleri’

1987’den bu yana Birleşik Krallık’ta yaşayan besteci ve müzik tarihçisi Dr. Emre Aracı, Manş Denizi kıyısında oturduğu tarihî Grand Otel’in kapısından çıkıp gezdiği Londra sokaklarında görüp duyduklarını düzenli olarak kaleme aldığı Londra’da Türk İzleri (Oğlak Yayıncılık) adlı kitabında anlatıyor. Arşivlerde, sararmış gazetelerde, sokak adlarında, resim galerilerinde, müzelerde, eski haritalarda, unutulmuş konserlerde, yitik bestelerde, besteci ve yazar yaşamlarında hep geldiği topraklar ile bulunduğu toprakların kesiştiği noktaların izini sürüyor.

Emre Aracı’dan ‘Londra’da Türk İzleri’
Abone Ol google-news
Yayınlanma: 04.05.2023 - 00:01

Fotoğraf; AYÇA ABAKAN / BBC Bush House-Londra

1987’den bu yana Birleşik Krallık’ta yaşayan besteci ve müzik tarihçisi Dr. Emre Aracı, Manş Denizi kıyısında oturduğu tarihî Grand Otel’in kapısından çıkıp gezdiği Londra sokaklarında görüp duyduklarını düzenli olarak kaleme aldığı Londra’da Türk İzleri (Oğlak Yayıncılık) adlı kitabında anlatıyor.

Arşivlerde, sararmış gazetelerde, sokak adlarında, resim galerilerinde, müzelerde, eski haritalarda, unutulmuş konserlerde, yitik bestelerde, besteci ve yazar yaşamlarında hep geldiği topraklar ile bulunduğu toprakların kesiştiği noktaların izini sürüyor.

1599’da Kraliçe I. Elizabeth tarafından Londra’dan İstanbul’a hediye olarak yollanan saatli mekanik orgun hikâyesiyle açılan kitabında Aracı, Londra’nın 17. yüzyılda popüler olan Türk kahvehanelerinin izini sürüyor... Şark mektuplarıyla ünlenen Lady Mary Montagu’nün Londra’sında dolaşıyor...

St. James’s semtindeki Türk centilmen kulübü Divan Club’ın kapılarını aralıyor, şehrin yitik Türk hamamlarını keşfediyor, birçok Türk edebiyatçısının Londra günlük ve mektuplarından pasajları şehrin park ve bahçelerini dolaşıyor.

- İngiliz kültürüne ve İngiltere’ye olan sevginizin İngiltere’ye çocukluğunuzda yaptığınız yolculuk ile başladığını anlatıyorsunuz. Sizi henüz bir çocukken bu denli etkileyen ne olmuştu?

Evet, hiç unutamadığım bir olay bu çünkü 1977 yazında ben daha henüz 8 yaşında bir çocukken ve tek kelime İngilizce bilmezken ailecek İstanbul’dan arabayla yola çıkmış ve Londra’ya varmıştık.

Bu uzun Avrupa gezisinde Britanya adasındaki turumuz ilk Manş kıyısındaki şirin Folkestone kasabasında başlamış, Londra’dan sonra Edinburgh’a kadar çıkmıştık.

Yıllar sonra Londra’da okuyup Edinburgh’da üniversiteyi bitirmemin ardından 20 yıldır yaşadığım Folkestone kasabasının tarihi Grand Oteli’ne yerleşeceğimi birisi o zaman kulağıma fısıldasaydı herhalde inanmazdım.

Ama benim için en kıymetlisi, geldiğim topraklar ile vardığım topraklar arasındaki edebi, kültürel, tarihi ve diplomatik bağlardan yola çıkarak yaratmaya gayret ettiğim müzik sanatımın özünü burada keşfetmem oldu. Bestelerimde, CD kayıtlarımda bir araya getirdiğim seçkilerde bu hep ön plana çıktı.

Londra’da Türk İzleri kitabımın açılışında da 45 yıl önceki bu yolculuğun izdüşümünün yer alıyor olması da haliyle benim için kaçınılmazdı.

Üstelik o yıllar Nişantaşı’ndaki dairemizde kısa dalga hışırtılı radyo yayınlarından BBC Dünya Servisi’ni bulur, Big Ben’in çan sesiyle açılan anonslarda Londra’nın sesini duyar gibi olurdum.

Yıllar sonra BBC Dünya Servisi Radyosu’nun o yıllar Bush House’taki binasına bir röportaj için konuk olup da aynı radyo frekanslarında bu defa kendi müziğimin çalındığını duymak, seneler öncesinde çıkmış olduğum o meçhul hayat yolculuğunda, kendime çizmiş olduğum o kişisel rotanın doğruluğunu bana göstermiş olması açısından da kıymetliydi. Kitabımın oluşumunda da bu tür bağlantılar elbette etken oldu.

Lady Mary Wortley Montagu-NAational Portrait Gallery-Londra

CHELSEA’DAKİ ‘TURKS ROW’ VE TÜRK KAHVEHANELERİ!

- O zamanki adlarıyla Britanya İmparatorluğu ile Osmanlı İmparatorluğu arasındaki ilişkiler 16. yüzyıl gibi eski bir tarihe dayanıyor. Ticaret ve siyasi iş birliği ile başlayan bu ilişki kültürel tanışmayı da beraberinde getiriyor. Acaba yüzyıllar içinde İngiliz toplumunun Türklere bakış açısı nasıl değişiyor?

Bugün Birleşik Krallık’ta yarım milyondan fazla Türk yaşıyor. Ama benim ilgimi hep solup sararmış gazete sayfalarında unutulup gitmiş ya da hiç beklenmedik bir anda, örneğin Chelsea’deki “Turks Row” gibi bir sokak adında karşınıza çıkan şaşırtıcı izler çekti.

Zira 1793’te Londra’ya ilk olarak bir daimi Türk Büyükelçisi, Yusuf Agâh Efendi atandığı zaman kendisinin şehirde büyük bir ilgi odağı olduğunu ve The Times gazetesinde onunla ilgili çok sık haberler çıktığını görmekteyiz.

Nitekim gazete 16 Ocak 1794 tarihli sayısında Türk Büyükelçisi’nin Başbakan Pitt’le ilk görüşmesini Downing Street’teki evinde gerçekleştirdiğini ve “orada yarım saat kalıp Başbakan’la kahve içtikten sonra” oteline geri döndüğünü, dönerken de “altın sırma işlemeli al rengi kaftanına bürünmüş bir hâlde, kapısı mine işlemeli armalı, yeni ve zarif” kupasında görüldüğünü yazıyor.

Bugün İngiltere başbakanları hâlâ 10 Downing Street’te oturuyorlar ve değişen bir dünyada bu süreklilik bir yerde sanki geçmişle bugün arasında bir denge kuruyor.

Şunu da eklemek isterim ki Başbakan Pitt’in yeğeni Lady Hester Stanhope da bir süre dayısıyla Downing Street’te yaşamış ve 1810’da geldiği İstanbul’da 6 ay kadar da Tarabya’da geleneksel bir Türk evinde oturmuştu.

Romantik bir karakterdi; kaftan giyer, ata binerdi. Downing Street’ten İstanbul’a uzanan enteresan bir yaşamdı onun sürdüğü.

İşte ben de böylesine yaşamların izini o tarih sayfalarından alıp bugüne taşımaya gayret ettim kitabımda. Bu arada Chelsea’deki “Turks Row”un adının bir zamanlar buranın yakınlarında bulunan eski bir Türk kahvehanesinden geldiği söyleniyor.

LONDRA’DAKİ TÜRK İZLERİNİN SOMUT ÖRNEKLERİ...

- Londra’da ilk kahvehanelerin Osmanlı ile ilişkilerin kurulmasından sonra açıldığını ve bu yeni buluşma noktalarının yeni düşüncelerin tartışma alanlarına dönüştüğünden söz ediyorsunuz.

Bu kültürlerin birbirlerini alttan alta dönüştürmelerine çok güzel bir örnek. İngiliz kültüründe acaba böyle başka izlerimiz de var mı?

Çiçek aşısı da, örneğin, İngiltere’ye Türkiye’den geldi. Hatta buna Türkiye mektuplarıyla tanınan Lady Mary Wortley Montagu öncülük etmişti. Kocası Edward Montagu’nün büyükelçi olarak tayin edildiği İstanbul’da 1717 ve 1718 yıllarında yaşayan Lady Mary’nin gözlemleri ve yaşamı hakkında yayımlanmış pek çok kitap var.

Venedik’te ve Londra’nın Twickenham semtinde de bir süre yaşayan Lady Mary’nin Türk hamamlarına dair gözlemleri de oldukça renklidir. Londra’da özellikle 19. yüzyılda onlarca Türk hamamı açılmıştı. Bunlardan ne yazık ki II. Dünya Savaşı esnasında bombardımanda yok olan Jermyn Street Hamamı belki de en görkemli ve meşhur olanıydı.

Eski Londra gazetelerinde yayımlanan gravürlerinden de görüldüğü üzere kubbesinden içeri sızan loş ışıklarla tam da Türk hamamlarının ambiyansını hissettiren bu yapının bulunduğu Jermyn Street’te, hamam daha açılmadan, bir zamanlar Sir Isaac Newton da yaşardı.

Hamamın 19. yüzyılda berberi olan William Henry Penhaligon, sonradan parfümler de üretmeye başlayacak ve çalıştığı bu hamamın ahşap, gül ve lavanta kokusunu, “The Hammam Bouquet” adını verdiği ve bugün de orjinal etiketiyle üretimi hâlâ devam eden parfümde yaşatacaktı.

Zaman zaman Londra’da Türk mimarisini yansıtan ay yıldızlı, çinili bir bina karşınıza çıkarsa ve bugün başka bir işlevle dahi faaliyet gösteriyor olsa bile, bilin ki burası Viktorya devrinden kalma eski bir Türk hamamıdır.

Bunlardan en şirini City’de, Bishopsgate’tedir. Şehrin camekân modern binaları arasında sıkışıp kalmış bir biblo gibi duran bu çinili eski hamam binası, Londra’da Türk izlerinin benim için en somut örneğidir. Ressam Lord Leighton’un Holland Park’taki İznik çinili evi ise bir mabed kadar güzeldir.

- Bu denli eski bir ilişkiye karşın Türkiye’de İngiliz kültürü hiçbir zaman söz gelimi Fransız kültürü gibi baskın olmadı. Acaba neden?

Fransa’yla Türkiye’nin diplomatik ilişkileri İngitere’ye kıyasla karşılıklı olarak çok daha önce başlamıştı. Nitekim Fransa’ya ilk olarak 1535’te, Kanuni Sultan Süleyman devrinde ticari kapitülasyonlar verildi. Ticari rekabet her zaman ağır bastı, ama beklenmedik ittifaklar da oldu.

Örneğin, 1853-1856 yılları arasındaki Kırım Savaşı’nda Osmanlı İmparatorluğu, Birleşik Krallık ve Fransa ile müttefikti. Bunun izlerini hâlâ Londra sokaklarında görmek mümkün.

Az önce Lady Hester Stanhope’un Tarabya’da bir süre yaşadığından bahsetttim. Ama Londra’da da İstanbul’un Tarabya semtinin adının yaşadığını bilir misiniz? Therapia Road. Therapia Lane adında bir tramvay durağı dahi var.

Therapia Road’un bir paraleli ise Marmora Road adını taşır. Diğer paraleli ise Mundania Road’dur. Bunları dik olarak Scutari Road keser. Yani Tarabya, Marmara, Mudanya ve Üsküdar, Londra’nın Camberwell semtindeki sokak isimleridir.

Paris’te de Kırım Savaşı’na atfen benzer sokak ve cadde isimleriyle karşılaşırsınız. Pall Mall’ın, her biri saray havasındaki centilmen kulüplerinin yakınındaki Waterloo Place’te ise, sizi Kırım Savaşı anıtı ve Florence Nightingale’in heykeli karşılar.

Fotoğraf; AYÇA ABAKAN / BBC Bush House-Londra

- Müzisyenliğinizin yanı sıra tarihe, eski binalara ve şehirlere olan merakınızdan söz ediyorsunuz. Kitabınızda da zaten Londra’nın tarihine ilişkin çok değerli bilgiler var. İstanbul ile Londra’yı tarihsel açıdan nasıl kıyaslarsınız? Ya da kıyaslayabilir misiniz?

Her iki şehrin tarihi gelişimleri, coğrafi konumları tabii ki çok farklı. Ama sanatçıların, yaratıcı insanların bakış açıları da bir o kadar farklı. Bazen onların bu bakış açılarını görebilmek, hayallerine ortaklık edebilmek de insana yeni görüşler kazandırabiliyor.

Örneğin, Virginia Woolf 1915’te yayımlanan The Voyage Out romanında Eski Waterloo Köprüsü’nden bakarken, “Bazen Westminster’daki apartman daireleri, kiliseler ve oteller İstanbul’un sisler içindeki siluetini andırır” diye yazmış.

Westminster’a bakıp da siste İstanbul’u görebilmek için elbette Woolf’un hayal gücüne sahip olmak gerekli. Ama, 1942’de yenilenmiş de olsa, siz o köprüden yürürken, 1906 ve 1910’da geldiği İstanbul’un sislerinden bir hayli etkilenmiş olan Woolf’u, yaşadığı Londra’da bu bağlantı üzerinden bir an düşünürseniz gerçekten de bu bilgi doğrultusunda o manzaraya daha farklı gözlerle bakacaksınız.

1953 yazında Londra’ya gelen Tanpınar da, İnci Enginün ve Zeynep Kerman’ın yayına hazırladıkları günlüğünde Hyde Park’ın sisini, “bir inci içinden dünyaya bakıyorsunuz” şeklinde tanımlamış. Bir inci içinden dünyaya bakmak. Bu ne kadar da güzel bir tanım. Keşke insanlar dünyaya böyle bakabilseler.

İşte ben de kitabımda, geldiğim toprakların yetiştirdiği yaratıcı insanlarla, Londra’nın yaratıcı insanlarını böylesine buluşturarak ve bir yandan da şehrin parklarını, tarihi binalarını, müze ve galerilerini, kalabalıklardan uzak, onların günlüklerinin izinde dolaşarak, geçmiş zamanın izinde bir flanör gibi, anlamak ve anlatmak istedim.


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler