Ahmet Güneştekin: 'Geçmiş unutulmaya direniyor'

Ahmet Güneştekin’in Diyarbakır’da açılan “Hafıza Odası” adlı sergisi son günlerin en çok tartışılan ‘sanat’ olaylarından biri oldu. Diyarbakır’daki sergiyi gezip gördükten sonra Güneştekin ile bir söyleşi yaptık. Güneştekin “Bağışlama ile bellek yitimini karıştırmamak gerek” diyor.

Ahmet Güneştekin: 'Geçmiş unutulmaya direniyor'
Abone Ol google-news
Yayınlanma: 22.10.2021 - 11:28

Şimdiden yılın en çok tartışılan sergilerinden biri oldu Ahmet Güneştekin’in Diyarbakır’da açtığı “Hafıza Odası”. Kimisi sergi için İstanbul’dan giden gazetecilerin halay çekmesini tartıştı, kimisi serginin içeriğinde kendi bakış açısıyla rahatsız edici olduğunu düşündüğü unsurları… Bu pilav daha çok su kaldırır elbette, sanatsal ya da siyasal tartışmalar, hatta belki bel altı vuruşlar devam edecek önümüzdeki süreçte.

Biz odağımızı sergiye ve Diyarbakır ile serginin nasıl buluştuğuna çevirerek Ahmet Güneştekin ile bir söyleşi yaptık… 

Hafıza Odası pandemi dönemindeki ertelemelerden sonra nihayet açıldı. Diyarbakır’da ciddi bir ilgi olduğunu görüyoruz sergiye, ama ben önce şunu sormak istiyorum: Mutlu musunuz, aldığınız tepkiler, serginin gördüğü ilgi ve sergi üzerinde yapılan tartışmaların ardından ne hissediyorsunuz?

Çalışırken de sergi açıldıktan sonra da tek düşündüğüm işlerimin henüz çözüme ulaşmamış bir geçmişle yüzleşmek için bizlere nasıl bir yol açabileceğiydi. Sergi etrafında gelişen tartışmaların her yönüyle bu çabaya ekleneceğini düşünüyorum. O yüzden gösterilen ilgiden dolayı çok mutluyum, umutluyum.  Serginin yakın geçmişimizde yaşadıklarımızı yeniden düşünmek için bizlere gerekli olan alanı açacağını umuyorum. Geleceksiz olmamak için bu alana ihtiyacımız var. Elbette bağışlamayla bellek yitimini birbirine karıştırmayan ama aynı zamanda belleğin katılaşmasına da neden olmayan bir yaklaşım gerekli. Hafıza Odası bu yönleriyle belki bir imkân. Başka türlü sesi hiç duyulmadan kalacak, tamamen unutulacak olanların silinmiş seslerini duyabilmenin yollarını göstermek istediğim bir imkân. 

'Hafıza Tepesi'

Keçi Burcu çok etkileyici bir mekan… Sergi için burayı seçmenizin özel sebeplerini anlatır mısınız?

Bu coğrafya çocukluğumun ilk izlenimleriyle ilgili ve bu izlenimler o kadar güçlü ki, sürekli olarak onun gizemlerini araştırıyorum. İnsan kendi tarihini anlatabilir ancak, boşluktan konuşamaz. Ben tarihi, ona tanık olup, ona iştirak edip de görünmez kalanların hikâyeleriyle anlatmayı seçiyorum. Bu coğrafyanın hikayelerini anlatmak için Keçi Burcu’nu seçtim. Burası belirgin ve çok güçlü bir yüzey patinasına sahip. O yüzden serginin kürasyonunu, eserlerin ve mekânın birbirinden farklı ancak eşit güçlere sahip unsurlar olduğu anlayışından yola çıkarak yaptık. Geçmişi olan bir mekânda yine geçmişle ilgili sorunlara bakan işler sergilerken, tarihsel dünyayla benim ve diğerlerinin kişisel tarihimin çakışması kaçınılmazdı. 

Serginin girişinde ziyaretçileri “Kayıp Alfabe” karşılıyor

‘ÖNCE HATIRLAMAK GEREK’

Hafıza Odası sizce unuttuklarımızla bizi yüzleştiren bir kavram mı yoksa bir türlü unutamadıklarımızla hesaplaşmayı mı öneriyor?

Yaşadığımız her şeyde silinmiş bir unutulma görüyorum, henüz çözümlenmemiş, yüzleşmesini yaşamamış bir geçmişin unutulması. Ama önce hatırlamak gerekiyor, önce konuşmalıyız ve anlatmalıyız. Olan ve söylenmeyen her şey yok oluyor. Sergilenen işler, bir yokluğa tanıklık ediyor, bu yokluktan ortaya çıkan bir tarihi anlatıyor ve yokluğun, noksanlığın, inatçı bekleyişiyle bugünün peşini kovalamasını, hatırlanıp anlatılmadıkça bu hafıza alanına talip olmaktan vazgeçmeyeceğini hatırlatıyor. Yani yalnızca henüz anlatılmamış bir tarihin var olma talebini göstermiyor. Silinme devam ettikçe etkileriyle sürecek olanı da gösteriyor. Geçmiş, o yüzden unutulmaya direniyor. En nihayetinde sağlıklı bir unutma insanın doğasında var ama oraya gelebilmek için iyileştirici bir adalet gerekiyor. Yüzleşmenin bizi taşıyacağı yer burası olmalı.

‘İnsan Uçup Giden Bir Kuş Değildir’

İşlerden özellikle bazıları, örneğin İnsan Uçup Giden Bir Kuş Değildir, 5 No’lu, Kayıp Alfabe çok net mesajlar içeriyor.. Diyarbakır ve bölge halkı bu işlerle karşılaştığında ne hissedecek, ya da en azından siz onlara ne söylemeyi amaçladınız bu eserlerle?

Ben başkalarının yerine konuşmaya çalışmıyorum her şeyden önce, onlara ses vermeye veya başka türlü bir rahatlama sağlamaya da kalkışmıyorum; imkânsız olan bir yasın yerini de almaya girişmiyorum. İşlerimle bir yüzleşme olanağı için eşlik ediyorum. Sorduğum soru: Yüzleşmenin başka türlü mümkün olmayacağı bir şimdi’de, telafi etme imkânına çıkan bir yol olabilir mi? Örneğin, bizler geçmişi düşünebiliriz, inceleyebiliriz, araştırabiliriz ama sonra huzur içinde uyuruz. Araştırmamız uykumuzu bölmez, ertesi gün, sorunsuz bir şekilde, geçmişin içine tekrar dalabiliriz. Ama canlı ya da ölü, her biri çok gerçek bir yerde olan, sevdiklerini arayan kadınlara bulamadıkları bir geçmişe tekrar tekrar bakmak, sevdiklerine ait bir iz aradıktan sonra uyumak oldukça zor geliyor olmalı. Bu konudaki suskunluk beni endişelendiriyor. Onlar ölü ya da diri sevdiklerini bulana kadar asla huzur bulamayacaklar. Bir yanıt bekliyorlar. Bunları anlatmaktan kaçınmak geçmişle yüzleşme imkânını boğuyor. Bunun kimseye bir faydası olduğunu düşünmüyorum. 

Murat Pilevneli, Dilek İmamoğlu, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu, Ahmet Güneştekin (soldan sağa)

‘ZOR HİKÂYELER KENDİ COĞRAFYASINA DÖNMELİ’

Sosyal medyada şöyle ilginç bir itiraz gördüm: “Guernica Guernicalılar’a anlatılmaz” demiş biri… Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda?

Hangi hikâyelerin duyulduğu ve görünür olduğu ve hangilerinin olamadığı arasında çok ince bir çizgi var. Benim için önemli olan sıradan insanların anlattıkları ve benim bunlarla ne yapabileceğimdi. Yok sayılan sesleri nasıl işitilir kılabilir, onların dışarıda bırakılmadığı bir geçmişi düşünmenin yolunu nasıl açabilirdim. Bunun için diğerlerinin nasıl tepki vereceğini ve sorumluluklarının ne olduğunu düşünebilmelerini sağlayacak bir kavrayış uyandırmak gerektiğini düşündüm her zaman. Örneğin çalıştığım işlerle kadınların amansız arayışının kamusal alanda meşruluğunu / kabul edilmesini teşvik edebilirdim. Geçmişi hafıza pratikleri aracılığıyla inşa etmeye o zaman başladım.  Bunun için gidilebilecek ilk yer elbette onların hikayelerinin duyulmaz ve görünmez bırakıldıkları o dış dünyalar. Ben de oradan başladım. Bu coğrafyanın hikayelerini son on yıldır seslerle, sözlerle ve renklerle anlatıyorum. Bu düşünceyle çalıştığım ilk işler Yüzleşme’de sergilendi. İstanbul’daki ilk gösterimi Pilevneli yapmıştı. Bu sergideki işler daha sonra Ankara, Venedik, Viyana, Berlin, New York, Barselona, Dresden, Bakü ve Amsterdam dahil olmak üzere uzun bir zaman dilimine yayılmış sergilerle geniş bir izleyici kitlesine ulaştı. Bellek tartışmalarının etrafında gelişen bir sahada   konuşuldu, tartışıldı, yazıldı.  Şimdi Diyarbakır’da. Yine Pilevneli tarafından sergileniyor. Böyle bir çabayla çalıştığım işlerin, bu kavranması zor hikayelerin coğrafyasına dönmesi, Diyarbakır’da sergilenmesi kadar doğal bir şey de olamaz sanırım.  

5 No’lu ile ilgili duyduğum tartışmalardan biri tüneldeki neon yazılar arasında Atatürk’ün Ne Mutlu Türküm Diyene ve Türk, Öğün, Çalış Güven sözlerinin de bulunmasıydı. Bu cümleleri kullanmanızın ardında nasıl bir anlam var, tepki çekmesi sizi şaşırtır mı?

Ben bu sözleri kapsadıklarından çok dışarda bıraktıkları üzerinden okuyorum. Bu neon yazılar, 1981-1989 yılları arasında Diyarbakır Cezaevi’nde sistemli bir biçimde sürdürülen, kişinin sadece bedensel dünyaları parçalamakla kalmayıp, zaman algısını, anlam haritasını, semboller dünyasını ve mahrem ve kutsal olanın alanını da bozan insanlık dışı yöntemlerin hafızaya geri çağrılmasını öneriyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yasa yapıcıları dilsel çeşitliliği muhafaza etmek yerine, uluslaşma modelini yeğlediler. Bu modelin ana dili Türkçe olmayanlar için yaşamın içinde bir karşılığı olamazdı. Dilin baskılanması kimliğin de baskılanması anlamına geliyordu. 5 nolu cezaevi kendiliğinden değil, bu koşullardan doğdu. Mahkûmların kelime dağarcığında olduğu varsayılan boşluk, başka bir kelime dağarcığıyla doldurulmaya çalışıldı. Aile görüşlerinde Türkçeden başka bir dil konuşmak yasaktı. İnsanları daha az bir yaşama mahkûm eden dolaylı, yavaş ve sembolik şiddet biçimlerinden biriydi bu. Bugün gündelik yaşamlarımızda dahi yaşadığımız şiddet biçimlerinin izini sürdüğümde dışarda bırakılanları görüyorum ben, yok sayılanları, silinenleri görüyorum. Bu düşüncelerim tepkiyle karşılanması şaşırtıcı gelmez belki bana ama üzücü gelebilir. 


İlgili Haberler

Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler