Acının vatanı, insanın toprağı! M. Sadık Aslankara’nın yazısı...

Felaket, kısıtlı bir coğrafyada çıksa da acıyı, salt oradakiler yaşamaz, bu, her yere dağılıp yayılır, kalıcılaşır da. Dünyanın tüm dillerini, evlerini gezer acı, akıl farklı etkimeler eşliğinde bunu kendi toprağında büyütür, alıp derinlerine yerleştirir. Sonunda beynin en kalıcı öğesi olur çıkar acı.

Acının vatanı, insanın toprağı! M. Sadık Aslankara’nın yazısı...
Abone Ol google-news
Yayınlanma: 24.02.2023 - 00:03

 

İnsanın insana zulmü, yol açtığı acı kuşaktan kuşağa nasıl unutulmuyorsa doğanın zoruyla yaşanan felaketlerin her biri de çeşitli kaygı formları olarak şifrelenip o kutsal beynin kılcal kıvrımlarına yerleşiyor kaçınılmaz biçimde.

“Deprem” felaketi de tüm sanat dallarında, elbette yazınımızda farklı yaklaşımlarla kendisine yer buluyor. Ne ki acının anbean yaşandığı günlerde, konu her yönden ele alıp işlenirken bu süreçte yazarın ya da sanatçının bunu kendi içinde demleyip olgunlaştırması gerekiyor ilkin.

Nitekim Murat Ağırel’in şu sözü; yaşanan toplumsal travmanın vektörel uzantısını çok güzel ele veriyor: “Milyonlarca yeni yoksul, evsiz, yetim, öksüz insanımız oldu.” (11.02.2023)

Bizim acımız, başka dillere nasıl geçebilirse başkalarının yaşadığı başka dillerdeki başka acılar da pekâlâ bizim acımız olup çıkabiliyor. Öyle ya, acıların vatanı insanın toprağı, insanlık toprağıysa sınır tanımıyor.

J.M.G. LE CléZIO: ‘ÇÖL’

J.M.G. Le Clézio, Çöl (Çev. Elâ Güntekin, Can, Üçüncü basım, 2020) adlı romanında, yaklaşık yüzyıl önce bir halkın, köleleştirmeye karşı ritüellerine dayalı ürettikleri kendilerini ayakta tutmaya dönük direnme gücünü, “günlerce, gecelerce sürse” bile (133) bitmesi istenmeyen geleneksel hikâyelerden nasıl bir enerjiyle elde edip nasıl ayakta kalma savaşı verdiklerini işliyor bir bakıma.

Bu savaşın, ancak birkaç yılını kesitleyen yazar, “kurtuluş” olarak yine de sömürgen ülke hayalinin kurulduğunu getiriyor önümüze. Bunu birbirine sardığı iki farklı ana damarla kaydırmalı bölümlemeyle yapılandırıyor, birbirinden ayrı gibi gezinen kılcal hikâyeleri buluştura ilmekleye sürdürüyor anlatısını.

Ana damarın ilk sarmalında, “mavi savaşçılar” olarak anılan, çölün ağır koşullarında düşman karşısında kurtuluşa dönük mücadele verirken yaşam kavgasını sürdüren kafileyi, elöyküsel de olsa kılavuzun delikanlı oğlu Nur’un bakışıyla, onun algısını öne çekerek aktarıyor Clézio.

“Onlar kumun, rüzgârın, ışığın ve gecenin erkekleri, kadınları(dır).” “Aylarca, belki de yıllarca yürümüşlerdi(r) böyle.” “Kadınlar çadırın kuytusunda çömelip çocuklarını doğuruyor(dur)…” “Çölün öbür ucuna (hepsine yetecek su ve toprağa) doğru büyük yolculuk”, “yalnızca yiyeceğe duyulan açlık değildi(r) bu. (…) insanı ileri doğru iten açlık(tır).” (11, 14, 25, 51)

İkinci ana damar bölümlemesindeki taşıyıcı karakter olarak, bu kez yıllar içinde ailesi, benzer yollardan, çölle sınanmış bir savaşımdan süzülüp kuzeyde Akdeniz kıyısına yerleşmiş ailenin yeniyetme kızı Lalla’yı, onun gelecek kaygısıyla örülü arayış savaşımını okuyoruz bu kez. Lalla da “çölde doğmuş(tur), bir ağaç dibinde.” (162) Halası büyütse de onun ikiyüzlülüğünü keşfedecektir ileride. Herkes “denizin karşı kıyısındaki hayat”ı öğrenmek istiyordur zaten. (91) Ne ki Lalla, bunda kararlıdır.

Clézio, baştan sona doğaya dayalı, adeta doğanın başrolde olduğu dille kuruyor anlatısını ama yapıtında Nur’la Lalla’yı dolayımlı anlatıcı olarak anlatısına yerleştiriyor diyebiliriz. Roman, bu ikisi aracılığıyla birbirinden ötekine sıçrayıp el vererek bütünleniyor da diyebiliriz.

ÖZGÜR ÇIRAK: ‘ORMANDAN GECE GELEN’

Özgür Çırak, ikinci öykü kitabı Ormandan Gece Gelen’de (NotaBene, 2021) bir uzun öyküyle geliyor okur önüne. Öykü, salt “kısa öykü” anlamında dilimize yerleştiğine, minimal öykü yerine bile “küçürek öykü” benimsendiğine göre “uzun öykü” demektense “hikâye” deyip geçmek daha doğru görünüyor bana. Sonuçta öykü (ya da hikâye), küçürek (kıpkısa), öykü (kısa), hikâye (uzun) olarak kolayca bölümlenebilir demektir bu.

Anlatıcı, iki ağabey ardından ana rahmine düşebilecekken bunun ortadan kalktığı, bu nedenle dünyaya gelmesi olanaksız biridir. Bu, doğmamış çocuğun anlatısı anlamında yeni değil elbette. Ancak abartıyı, uçarı bir biçemle kullanıyor Özgür, böylelikle metne çoklu kıvraklık kazandırıyor.

Harun’dan sonra doğan ikinci ağabey, “Üç Kardeşler Bakliyat”ın ortancası baba tarafından, anneden habersiz çocuksuz küçük amcaya verilince, karı-koca arasındaki bağ tümüyle kopmuştur: “Ana rahmine düşsem büyüyecektim ama anam tövbe olsun babamla bir daha yatağa girmedi,” der anlatıcı. (16)

Bakliyatın kurnaz küçük biraderi, şirketteki yerini büyütürken evlatlık olarak aldığı yeğenini, sermaye gücüyle el üzerinde tutar, zaten çocuklar da büyümüş, Harun ticaret meslek lisesini bitirirken anlatıcının ikinci ağabeyiyse inşaat mühendisliğine soyundurulmuştur kurnaz küçük amca tarafından. Bakliyat da “İnşaat Limited Şirketi” olmuştur bu arada. (25) Tilki küçük amca, Harun’un tez elden askere gönderilmesini sağlar, bir an önce dönüp yanında emir kulu olmalı, “evlatlığının ağzının içine bak(ılmalıdır).” (18)

Askerlikte Harun’un yolu mutfakta Cem’le kesişir. Günün birinde karakol komutanı yavrulu bir karacayı vurmuş, Cem’le Harun’un çalıştıkları mutfağa canlı halde getirip bırakmıştır. Askere av eti yapılacaktır karaca.

Hasan Hüseyin, Acıyı Bal Eyledik’te söyler ya: “hor baktık mı karıncaya / Kırdık mı kanadını serçenin / vurduk mu karacanın yavrulusunu / ya nasıl kayarız insana”Cem, fena olur. Ya Harun? Bir sürpriz bekliyordur okuru.

Acının vatanı, insanın toprağı böylesi yapıtlarla daha iyi çıkıyor ortaya. Dünyanın neresinde olursa olsun herkes nice kimsesizlikten, sürgünden, göçten geçse de arayış içinde, kendisine gelecek arayışında. Herkes birer Gılgameş, ölümsüzlük değilse de yaşam arayan.

www.sadikaslankara.com, her perşembe öykü-roman, tiyatro, belgesel alanlarında güncellenerek sürüyor.


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler