80. Venedik Film Festivali’nden notlar: Vampir diktatörler, insanlar ve köpekler...
Luc Besson’un Altın Aslan adayı “Dogman” filmini görmeden önce, insanoğluna birçok hayvandan, örneğin bir attan ya da köpekten daha fazla güvenemeyeceğimizi biliyorduk zaten; ama köpeklerin bu kadar zeki, bu derece anlayışlı ve disiplinli, sahiplerine bu kadar da bağlı olabileceklerini düşünmüyorduk...
Görsel çekiciliği ön plana çıkan Hollywood türü geniş kitle sinemasının Fransız ustası Luc Besson, bu kez saplantılarını bir basamak daha ileri götürmüş. Aslında, kendi hedefleri açısından çokta başarılı sayılabilecek “Dogman”, zevkle izlenen, heyecan veren, duygulandıran, izleyicisini belirli aralıklarla tahrik etmeyi de unutmayan, pek incelikli olmasa da psikolojik, toplumsal hatta siyasal vurgular içeren, hoş bir macera filmi...
Yorum gücümüzü biraz daha zorlarsak, “iyileri koruyup kötüleri cezalandırarak sosyal adaleti arayan başkarakteriyle, bir tutam politik deneme” bile diyebiliriz!
Gaddar babasından durmadan dayak yiyen; henüz on yaşlarındayken evden kaçmaktan başka çare bulamayan annesi tarafından terk edilen; yüreğinde bir damla sevgi ve şefkat bulunmayan baba ve ağabeyin şiddetinden nasibini haylice alarak aylar boyunca bahçedeki demir kafese hapsedilen; susadığı sevgiyi, şefkati ve insan sıcaklığını ancak bu kafeste birlikte yaşamak zorunda kaldığı köpeklerde bulabilen Douglas karakterinin yaşam öyküsü olan “Dogman”, köpeklerin insanlığı ve insanların köpekliği üzerine, mutlu sonu olmayan, korkunç bir peri masalı sanki...
(Luc Besson’un Dogman filmi)
Abartılı Douglas karakterini başarıyla yorumlayan Caleb Landry Jones ya da onu hapishanede anlayışla dinleyen psikiyatrist genç kadın doktoru canlandıran Jonica T. Gibbs, jürinin dikkatini Luc Besson’dan herhalde daha fazla çekmiş olmalı...
Bu arada, erkek oyuncu ödülü için aday listesi daha ilk günlerde uzamaya başladı. Örneğin, Micheal Mann imzalı “Ferrari”de ünlü otomobil markasının kurucusu, yarış pilotu Enzo Ferrari’yi canlandıran Adam Drivers (Penélope Cruz eşliğinde) yönetmeninden daha başarılı gözüküyor.
BU KEZ BAŞBAKANIN OĞLU
Luc Besson kadar olmasa da hafif bir düş kırıklığı yaratan diğer yönetmen, Şili sinemasının özgün ismi Pablo Larrain, aslında çok güzel bir konu yakalamış.
Müthiş bir politik taşlama niteliğindeki Netflix yapımı “El Conde”, mizanseni güçlü, estetiği sağlam, yaratıcı zengin bir deneme...
(Ferrari filminden Adam Driver ve yönetmen Michael Mann)
Şili’de, 11 Eylül 1973 tarihinde darbe yaparak demokratik seçimle işbaşına gelmiş olan sosyalist Başkan Salvador Allende’yi öldüren cuntanın komutanı, kanlı diktatörlük döneminin güçlü lideri General Agusto Pinochet, filmde, Fransız Devrimi’nden bu yana değişik kimlikler altında tarih sahnesine çıkan bir vampirdir aslında. Marie Antoinette’in kafasını kesen giyotinden damlayan kanları emen Monsieur Pinochet, birkaç kuşak sonra, eski İngiltere Başbakanı Margeret Thatcher’in oğlu olarak, Augusto Pinochet adıyla dünyaya geri dönmüştür!...
Evinin mahzenindeki derin dondurucularda, öldürdüğü binlerce insanın kanlı yüreklerini saklayan Pinochet, uzun bir yaşam sürmek için yeterli kan rezervine sahiptir. Gerektiğinde, süperman gibi kanatlanıp taze kan aramaya çıkan yaşlı diktatör, gençlerin damarlarında gürül gürül akan taze kanı tercih eder hep. Kan türleri konusunda, eşi bulunmaz bir uzmandır, asırlardır...
En Çok Okunan Haberler
- Saadet'te yeni genel başkan belli oldu
- Kriminal raporun ayrıntıları ortaya çıktı
- İktidarın '25 Kasım' korkusu
- İstanbul'da aile katliamı
- AKP sayesinde bu düş de gerçek oldu!
- 4 kişiyi öldürüp intihar etti!
- Akalın'dan İYİ Parti'yi karıştıracak açıklama
- Gökçek döneminde belediyeden geçen karar pes dedirtti!
- CHP'li vekilden Masterchef Sergen'e tepki
- Türk ordusunun Kubilaysızlaştırılması