Tennessee Williams...
Özel ve yazın yaşamı araştırıldığında görülür ki aslında hep kendini yazmış Tennessee Williams. Yaşamının ve döneminde maruz kaldığı egemen sosyopsikolojik etkilerin izdüşümlerini yansıtmış yapıtlarına. Bu bağlamda kahramanlarının çoğunluğunu aile bireylerinden ve arkadaşlarından esinlenmiş. Ve fona anavatanı güneyi yerleştirerek döneminin sancılarını, ön yargılarını, asi, yitik, sıra dışı, firarda yaşamları kaleme almış.
Ünlü yapıtı Arzu Tramvayı, Arthur Miller’ın önsözüyle İmge Yayınevi tarafından yayımlanan Tennessee Williams, hem bu yapıtı hem de tüm yazın yaşamı araştırıldığında görülür ki aslında hep kendini yazmış.
Yaşamının ve döneminde maruz kaldığı egemen sosyopsikolojik etkilerin izdüşümlerini yansıtmış yapıtlarına.
Bu bağlamda kahramanlarının çoğunluğunu aile bireylerinden ve arkadaşlarından esinlenmiş.
Ve fona anavatanı güneyi yerleştirerek döneminin sancılarını, ön yargılarını, asi, yitik, sıra dışı, firarda hayatları kaleme almış.
Kendisine 1948’de ilk Pulitzer Ödülünü getiren Arzu Tramvayı’nı, 1947’de New Orleans, Lousiana’nın Fransız bölgesinde yaşadığı dönemde, 632 St. Peter Sokağı’nda otururken kaleme almış Williams.
Serkeş acı hayatlara, müstehzi ve çoğunlukla da mazoşist örgüde bir saygı sunumu olarak nitelenebilecek yapıtında “Blanche” ile “Stanley” karakterleri arasındaki tartışmalarda iki sınıfın çatışmalarını anlatır. İki dünyanın atomize çarpışmasını, ayrışmasını anlatır. Kayıp ruhları anlatır.
1940’lı yıllarda çiftlik evinin elinden çıkmasıyla kız kardeşinin yanına sığınan bir öğretmendir “Blanche”, kırılgan, hata müzmini, aşk sendromundan bedbaht bir ilgi hastasıdır ve hepsinden de önemlisi intihar eden “eşcinsel sevgili” mağdurudur - dönemin baskın ön yargıları nedeniyle film uyarlamasında Blanche kanadında yiten bir noktadır da bu-.
Anımsayacaksınız Williams’ın 1955’de ikinci Pulitzer Ödülünü kazandığı ve üç yıl sonrasında da Richard Brooks tarafından sinemaya uyarlanan Kızgın Damdaki Kedi (Cat on a Hot Tin Roof) adlı yapıtında da bu nedenle Paul Newman’ın canlandırdığı “Brick Pollitt” karakterinin eşcinselliği sezdirilmekle birlikte üstü örtülü geçilmiştir.
WILLIAMS’IN SEKS TERÖRİSTİ MARLON BRANDO!
Williams, Arzu Tramvayı ile diyalogları imge ve betimlemelerle sürekli canlı tutuşu, akıcılığı, tarzını sisteme bayrak açarcasına özgüvenle ortaya koyuşuyla, Arthur Miller’ın da imlediği gibi, “ticari tiyatronun kıyısına güzellik bayrağı” dikebilmişti.
Kurgularındaki fışkıran seks ögesinin en müthiş temsilcisi ise yine Miller’ın nitelemesiyle “seks teröristi” Marlon Brando’ydu. Bakın başka neler söylemiş Arthur Miller:
“Oyunun aleyhinde konuşulamaz ama bu yapım şimdiye kadar gördüğüm nadir oyunlar arasına girdi. Onları ayırmak imkânsızdı, oyuncular kendi kişiliklerini bırakıp karaktere dönüşmüşlerdi. Üzerinden yarım yüzyıl geçtikten sonra bile Blance’ın ‘yabancıların kibarlıkları’ dediği andaki iç çekişinin salonda yankılanmasını hâlâ hatırlayabiliyorum. Doktor’un koluna heyecanla girdiğinde, herkes de onunla birlikte gitti. (...) Tramvay acının bir çığlığıdır, bunu unutmak oyunu unutmaktır.”
Tennessee Williams’ın naif, şairane, isyankâr, Freudyen, Amerika’daki dışlanmışların kaderlerini haykıran, adalet sorgusunu gün yüzüne çıkaran Arzu Tramvayı; 3 Aralık 1947’de, New York’ta Barrymore Tiyatrosu’nda, Irene Selznick tarafından sahnelendi. Yönetmen Elia Kazan tarafından sinemaya uyarlandı. Sekiz dalda Oscar’a aday gösterilip dördünü aldı.
Arzu Tramvayı’nın sinema uyarlamasında “Blanche DuBois” rolüyle ikinci Oscarını kazanan Vivien Leigh hariç Broadway kadrosunun hemen hepsi yer almıştı: Marlon Brando (Stanley Kowalski), Kim Hunter (Stella Kowalski), Karl Malden (Harold Mitchell). O gece o tiyatroda Arthur Miller’ın büyülendiği o performansı izleyebilmek için neler vermezdim.
GÜNEYİN ŞAİR KOVBOYU!
Tennessee Williams’ın 20. yüzyılın en seçkin oyun yazarlarından biri olmasında, yeteneğinin harcında aksanında da yer etmiş güneyliliğinin etkisi büyüktü. Tennessee Williams adıyla tanınan yazarın asıl adı Thomas Lanier Williams’dı.
Arzu Tramvayı ve Kızgın Damdaki Kedi, kariyerinde öne çıkmış gibi görünse de 1945’de Sırça Kümes, 1961’de de Iguana’nın Gecesi ile New York Eleştirmenler Birliği ödülünün sahibiydi. Erkek arkadaşı Frank Merlo’ya ithaf ettiği 1952 tarihli Gül Dövmesi adlı oyunu da en iyi oyun dalında Tony Ödülü’ne değer görülmüştü.
Mississippi - Columbus doğumlu yazarın pazarlamacılık yapan babası Cornelius Williams baskıcı bir adamdı ve erkek kardeşi Dakin dururken favorisi küçük Tennessee değildi.
İlerleyen yıllarda güçlü hayal gücü ilk, güneyli soylu bir aileye mensup annesi Edwina Williams’ın dikkatini çekti ve belli ki sadece ondan destek gördü.
Sekiz yaşında difteriye yakalandı ve iki yıllık bir ev istirahati dönemi başladı.
Hayal dünyası bu dönemde hayli renklenen küçük Tennessee, denilen o dur ki zamanının çoğunu ayakkabı çekeceğiyle konuşarak geçirmiştir.
Ruh ve hayal dünyasını şefkatle takipte ve kontrolde tutan annesinin 13 yaşındayken hediye ettiği daktilo artık yazma vaktinin geldiğini gösteriyordu. İlk yazısı 16 yaşındayken yayımlanacaktı.
Smart Set’te yayımlanan 1927 tarihli yazısı “İyi Bir Kadın İyi Bir Eğlence Olabilir mi?” başlığını taşıyordu ve beş dolarlık üçüncülük ödülünü kazanmıştı. Bir yıl sonra da, “Nitocris’in İntikamı” başlıklı yazısı Weird Tales’da yayımlandı.
1930’ların başında artık Missouri Columbia Üniversitesi öğrencisiydi. Üye olduğu Alpha Tau Omega Derneği’ndeki arkadaşları isim babasıydı. Yoğun güneyli aksanına atfen - ki bu arada babası Cornelius Williams da Tennessee’liydi - artık adı Thomas Lanier değil Tennessee’ydi.
Hayata atılması, kendi parasını kendi kazanması gerektiğini düşünen ve yeteneğini ısrarla görmezden gelen babası son yıl okul ücretini ödemeyi reddedince bir ayakkabı firmasında işe girmek zorunda kalmıştı.
Williams anılarında “İşten eve geldiğimde kendime koca bir bardak kahve doldururdum ki gece o hiç satamadığım kısa hikâyelerimi yazabilmek için ayakta kalabileyim” diye yazmıştır. Annesi de onu defalarca kıyafetleriyle yatağında uyuyakalmış bulduğunu söylemiştir.
Seyirci karşısına çıkan ilk oyunu Cairo, Shangai, Bombay!’ı Memphis, Tennessee’deki Snowden kasabasında yazdı ve ilk kez 1935’te sahnelendi.
Williams, New Orleans, Lousiana’nın Fransız bölgesinde yaşadığı dönemde ilk olarak 1939’da Toulouse Sokağı’na taşındı. Burası 1977’de yazdığı Vieux Carré adlı oyununun geçtiği yerdi.
ASLINDA HEP KENDİNİ YAZDI
Tennessee Williams’ın yapıtlarında kişisel tarihinin izi çoktu. Ana harcı, çıkış noktası, ilham kaynağı ailesiydi. Belki de en büyük ilham kaynağı kız kardeşi Rose’du.
Şizofren tanısıyla ömrünü akıl hastanelerinde geçiren Rose hiç iyileşememişti. Anne ve babası bu yolda “prefrontal lobotomi”ye bile izin vermişti. Ama fayda etmedi, Rose ömrünü zihinsel engelli olarak sürdürdü. Williams ailesini bu ameliyata izin verdikleri için asla affetmedi.
Pek çok eleştirmen bu travmatik deneyimin Williams’ı alkolizme sürükleyen nedenlerden biri olabileceğini ve pek çok oyununda görülen “dengesiz kahraman” temasını, kız kardeşi Rose’dan esinlendiğini yazdı.
Arzu Tramvayı’ndaki “Blanche DuBois” ve Sırça Kümes’teki “Laura Wingfield” karakterleri Rose’un bir sureti olarak yorumlandı. Lobotomi motifi Geçen Yaz Birdenbire’de de yer alıyordu.
Sırça Kümes’teki “Amanda Wingfield” karakteri ise açıkça Williams’ın annesiydi. Yine Sırça Kümes’teki “Tom Wingfield” ve Geçen Yaz Birdenbire’deki “Sebastian”ı da dahil yarattığı gel gitli, sorunlu, bağımlı ve kaçak karakterlerin çoğu kendisinden izler taşımaktaydı.
Provincetown, Massachusetts’te geçen otobiyografik özellikler taşıyan bir erken dönem aşk hikâyesi olan The Parade or Approaching the End of the Summer’ı yirmi dokuz yaşındayken yazmaya başladı ve üzerinde hayatı boyunca çalıştı. Oyun, ilk defa 1 Ekim 2006 Provincetown Tennessee Williams Festivali’nde sahnelendi.
Yapıtları kendisi gibi her biri “nevi şahsına münhasır “kaçak ruhlarla” dolu olan Williams’ın nörotik kaçakları duyarlı, kırılgan, romantik ruhlardı.
Williams’ın yıkımı bir yazgı gibi yaşayan kaçak karakterlerini oluştururken temel aldığı ise materyalizmin giderek egemen olduğu 1940’lar ve sonrasının ölümcül çelişkisine yenik düşen insanın yabanıl doğası ve bu yolda helak oluşudur.
Bu bağlamda en yad ettiği kişilik İngiliz yazar David Herbert Lawrence’dır. Arzu Tramvayı ve Orpheus’un Düşüşü’nde “Blanche De Bois” ve “Val Xavier” karakterleri, yozlaşmadan kaçan ama gittikleri yerde yozlaşmanın çeşitli kılıklarına kanan, tuzaklara düşen kaçak gezginlerin en tanınmışlarıdır.
Camino Real’de (Düşler Yolu) bütün karakterler eski kaçaklardır. Moony’s Kid Don’t Cry’da işçi “Moony”nin de tek istediği yaşadığı kasaba özelinde insanları yutan iğrenç diye nitelediği kasabasından kurtulmaktır.
Williams’ın kahramanlarını kaçılan o mazi de kuşatır sıklıkla, bedbaht eder, melankolizme sürükler. The Glass Menagerie’de (Sırça Biblolar) “Amanda Wingfield” sürekli geçmişte yaşar, Güney’i özler, evliliğin onu götürdüğü diyara hayıflanır. The Long Goodbye’da (Uzun Veda, 1940) yoksul yazar “Joe”, taşınırken anılarıyla yüzleşir.
HER KÖŞEDE BİR KAHRAMANI BULUNUR!
Kahramanlarını hiçbir açıdan idealize etmemekle birlikte insan doğasının korunma içgüdüsüne yakın plan yapan Williams bireycidir.
Örselenmiş bireyi birebir suçlu tutmaz hiç, yapıtlarında ana sorumlu sistemin bireyleri kaçışa sevk eden, toplumun ta kendisinde şahsen gözlemlediği, iflas noktaları ve çürümüşlüğüdür.
Özellikle siyah ırka, kadınlara, eşcinsellere yapılan haksızlıklar; zayıf ve hasta insanlara hatta hayvanlara yöneltilen incitici davranışlar; yoksul insanları sömürme ve onlara yöneltilen şiddetin çeşitli biçimleri şeklinde dışa vurur. Hemen her köşe başında bir Williams kahramanına rastlamak bu yüzden hayli olasıdır.
Williams’ın kimilerince “sıra dışı” olarak nitelenmiş hayat deneyimleri, yapıtlarında birer isyan olarak boşa yer almamıştır. Özel yaşamında olduğu gibi, kahramanlarının çoğu da çürümenin baskısından kurtulmak için alkol ya da uyuşturucunun verdiği geçici rahatlık duygusunu yaşamak adına bağımlı hale gelir. Kendisi de alkolik olan Williams alkol meczupluğuna aşinadır.
Kahramanlarının daima gizlide saklıda bulunan cüreti ve anında kabaran cesaretinde Williams’ın bu duygu ve dürtülerinin izini sürmek olasıdır. Bazı kahramanları belki bu yüzden de iletişimsizlik ve güvensizliği bertaraf etme içgüdüsüyle tene yönelir, cinselliğe firar eder.
İletişimsizlik ve kopuk yaşamların kadın ve erkeği nasıl etkilediğini ve yok etmeye azmettiğini de zanaatkâr gibi işler Williams. Sonra cinselliğin anormal değil normal olduğunu haykırır, hadi sevişin der adeta...
Arzu Tramvayı’ndan sonra ikinci Pulitzer Ödülünü kazandığı ünlü Kızgın Damdaki Kedi’si eşcinselliğini, zihinsel dengesizliğinin ve alkolizminin izlerini en belirgin ortaya koyan yapıtıdır.
İnsanların kurduğu ilişkilerde hem kendilerini hem de karşılarındakini aldatma merakları üzerine kurulu Kızgın Damdaki Kedi toplumdaki yalancılıktan ve insanın kendine acıma duygusuna olağanüstü bir alegori olarak da kült yapıtlar arasında üstlerdeki yerini korumuştur.
Tennessee Williams sembolik, şiirsel ifade yöntemleri kullanır. Ekonomik, sosyal haksızlıklara isyan ettiği, sosyalist ideolojiyi benimsediği gençlik yıllarında yazdığı 1934 tarihli ilk kısa oyunu Moony’s Kid Don’t Cry’ da (Moony’nin Oğlu Ağlamaz, 1934) sanayi kesiminde, bir işçi ailesinin yaşadığı ucuz bir apartman dairesi sıkı bir metafor sunar.
Bu bağlamda kendi ailesinin Mississippi’den St.Louis ve Missouri’ye taşınmasından sonra yoksul düşmesinin etkileri akla gelir. Emek-sermaye çelişkisinin artık daha bir farkındadır.
D.H. LAWRENCE’A HAYRANDI
1937 tarihli yayımlanmamış kısa oyunlarından Candles to the Sun’da (Güneşe Mumlar) babası bir maden işçisi olan, hayranı olduğu David Herbert Lawrence’ın yaşamından esinlenir. Maden işçilerinin hastalık, sefalet içindeki yaşamları konu edilir.
The Fugitive Kind, toplumsal güçlerin hegemonyasına eğilir ve annesi bir hayat kadını olan, çocukken tecavüze uğramış profesyonel gangster Terry karakterini dünyayla hesaplaştırır.
Auto-Da-Fé’de (Arınma Ateşi, 1941) , iki homoseksüelin birlikte çekilmiş fotoğrafını ele geçirdiğinde girdiği şokla astım nöbetleri, paranoya krizleri geçirmeye başlayan orta yaşlı bir erkeğin psikolojisini anlatır.
The Strangest Kind of Romance’da (Garip Romans, 1946) adaletsiz dünyanın kurbanları artık daha karmaşık bir ilişkiler ağı ve psikolojik ve fiziksel etkiler çerçevesinde ele alır.
1960’lar, Tennessee Williams için travmatik yıllardır. Sekreteri Frank Merlo’yla olan ilişkisi 1947’den Merlo’nun kanser sonucu 1963’teki ölümüne kadar sürer. Bu, Williams’ı on yıl kadar süren büyük bir depresyonun içine sürükler.
Merlo’nun 1963’te ölümünden sonra yazdığı kısa oyunlarda artık daha koyu bir yalnızlık hâkimdir. O dönemde verdiği bir röportajda “Ölüm benim en iyi temamdır” demiştir.
Erken dönem bazı yapıtlarında (Kızgın Damdaki Kedi, Gençliğin Tatlı Kuşu, Iguana Gecesi) bile görülen ya da sezdirilen kurtuluş/özgürleşme teması artık yerini tümüyle ölüm/yıkım temasına bırakmıştır.
Yarını Hayal Edemiyorum’da (Can’t Imagine Tomorrow) insanlar arası iletişimi olanaksız kılan verimsiz dünya, kadın bir karakter aracılığıyla vurgulanır.
Williams, Key West’te 1979’da eşcinsel karşıtı bir saldırıya uğrar. Beş genç erkek tarafından dövülür, fakat ciddi şekilde yaralanmaz.
Bazı eleştirmenler, eserlerindeki aşırılıkları da ağır şekilde eleştirirler; ancak bir kısmı da bunu, Williams’ın eşcinselliğine karşı bir saldırı olarak yorumlar.
Hayatın geçiciliği ve başarısız yaşantıları konu alan Gençliğin Tatlı Kuşu’ndan (Sweet Bird of Youth) sonra Williams’ın üretiminde ciddi bir gerileme gözlenir. Kısa süre sonra da ruhsal bir buhran geçirerek uyuşturucu kullanmaya başlamıştır bile. Artık tedavi olmak için sık sık hastanelerde yatmak zorunda kalacaktır.
ÇÜRÜMÜŞLÜKTEN FİRAR ETTİ!
Ölümünden birkaç yıl önce yazdığı The Chalky White Substance’da termonükleer savaş sonrası yüzyıllar sonra toz duman olmuş dünya grotesk bir fondadır. İki homoseksüel erkek arasındaki ilişkiyi anlatan oyunda çağlar öncesinden kalma kemik tozları uçuşur.
Son oyunu The Lingering Hour’u, yağmur sularının açtığı bir kraterdeki korkunç bir patlamanın ardından bir sesin söylediği “Fine del mondo!” (Dünyanın sonu!) cümlesiyle bitirir. Bu insanın ve tarihin sonudur!
Yaşamın yalanlarıyla içli dışlı olmuş, yalnızlığa itilmiş Güneylileri yapıtlarının başkahramanı olarak seçtiğine şaşmak mümkün değildi. Aslında hep kendini yazmıştı, dişiydi, erkekti, yaşlıydı, gençti, itilmişti, ötekiydi…
Vay be yaşlı kurt!, vay seni dil cambazı!, vay seni şair!, vay seni hayatın ta kendisiydi! Ön yargılarla çarpıştı, çürümüşlükten firar etti, tek gerçek adresi edebiyattı.
Tennessee Williams , New York Elysee Oteli’ndeki odasında boğazına bir şişe kapağı kaçması sonucu yetmiş bir yaşında öldü. Erkek kardeşi Dakin de dahil olmak üzere bazıları, onun öldürüldüğünü düşünüyorlardı.
Polis kayıtlarına göre ise ölümünde ilaçlar etkili olmuştu, odasında birçok ilaç reçetesi bulunmuştu, alkol ve ilacın etkisiyle boğazına kaçan şişe kapağını dışarı atacak tepkiyi verememişti.
Williams kendine en çok örnek aldığı isimlerden biri olan şair Harold Hart Crane gibi denize yakın bir yere gömülmesi isteğine rağmen, St. Louis Missouri’deki Calvary mezarlığına defnedildi.
Telif haklarını, Sewanee Tennessee’deki bir üniversitenin kurucusu olan büyükbabası Walter Dakin’e ithafen güney bölgesinin üniversitesi olan Sewanee’ye bıraktı. Üniversite ödeneği, günümüzde, yaratıcı yazarlık programını desteklemekte.
Çıtayı öyle yükseltti ki yeri dolmadı ve bugünleri de görmedi… Huzur içinde uyuyor olsa gerek!
En Çok Okunan Haberler
- Türkiye'nin en ünlü tekstil devi kapandı
- SMA'lı bebeğin babası intihar etti!
- Muğla'da helikopter kazası: 4 kişi öldü!
- 'Su sorununu çözmek, DSİ'nin görevi değil'
- Soğuk havada TIR kuyruğu 30 kilometreyi geçti
- 'Ev hapsi' kararının ardından ilk kez konuştu
- 190 milyon dolarlık dev rövanşta kazanan belli oldu!
- İstanbul Barosu hakkında soruşturma!
- Mide küçültme ameliyatına girdi, doktorlar şoke oldu
- Öğrencisinin Suriye'de Bakan olduğunu öğrendi