Sevgi Özel: ‘Devrimci anlayışı yitirmedik. Mustafa Kemallerin ardıllarıyız’
Usta dilbilimci, aydın ve yazar Sevgi Özel, 1960’lardan bugünlere yakın tarihle iç içe geçen anılarını kaleme aldığı, sözlü tarih çalışması niteliğindeki anı kitabı Yalan Dünyasının Yalancıları’nda (Kırmızı Kedi Yayınevi), Atatürk’ün kurduğu Türk Dil Kurumu’nda 12 Eylül öncesi ve sonrasında neler olduğu ve oradaki “dil emekçileri”nin neler yaşadığından Dil Derneği’nin nasıl kurulduğuna, yayıncılık deneyimlerinden Ankara’daki yazar çevresine, devrim karşıtlarıyla savaşıma, siyasi ve kültürel ortamın nasıl yozlaştığına ilişkin tanıklıklarını paylaşıyor.
Fotoğraflar: NECATİ SAVAŞ
Usta dilbilimci, aydın ve yazar Sevgi Özel, tam bir sözlü tarih çalışması niteliğindeki anı kitabı Yalan Dünyasının Yalancıları’nda (Kırmızı Kedi Yayınevi), yıllar önce Aziz Nesin’e verdiği sözü yerine getiriyor ve 1960’lardan bugünlere yakın tarihle iç içe geçen anılarını kaleme alıyor.
Atatürk’ün kurduğu Türk Dil Kurumu’nda 12 Eylül öncesi ve sonrasında neler olduğu ve oradaki “dil emekçileri”nin neler yaşadığından Dil Derneği’nin nasıl kurulduğuna, yayıncılık yıllarındaki deneyimlerinden Ankara’daki yazar çevresine, devrim karşıtlarıyla savaşıma, siyasi ve kültürel ortamın nasıl yozlaştığına ilişkin tanıklıklarını anlatıyor.
Siyasal yaşamda, eğitimde, yargıda, basında, sanatta köşeleri tutanların kurduğu, siyasetçisinden sanatçısına, yayıncısından yazarına, akademisyeninden gazetecisine, aydınından aydın geçinenlerle dönüp duran, yediden yetmişe kandırıldığımız yalan dünyasının yalancılarını yazıyor, Türkiye’nin son 60 yılının röntgenini çekiyor.
Dünden bugüne politikanın ve politikacıların kullandığı dili de kaynak göstererek irdeleyen Sevgi Özel, bugünkü devlet dairesinin ölçünlü ve yazım birliğini nasıl bozduğunu, devrimin sözcüklerine ilişkin abuk sabuk yargıların bahane, asıl suçlananın ise Atatürk olduğunu, amacın Atatürk’le, Cumhuriyetle hesaplaşmak olduğunu ortaya koyuyor.
Ülkemizi bugün de ayakta tutan düşün, dil, yazın, bilim insanlarından çoğunun yakınında bir isim olan Sevgi Özel; Bedrettin Cömert, Mustafa Ekmekçi, Uğur Mumcu, Prof. Dr. Cevat Geray, Prof. Dr. Şerafettin Turan, Dr. Haldun Özen, Ali Püsküllüoğlu, Ömer Asım Aksoy ve Emin Özdemir gibi yakın dostu pek çok canın dışında, ekin tarihimizin simgeleri Tahsin Saraç, Orhan Asena, Talip Apaydın gibi eylem ve söylemleriyle andığı nice onurlu, dürüst aydınla da buluşturuyor.
Şair Cahit Külebi’yi saygıyla, yönetici Külebi’yi öfkeyle anıyor; çalıştığı akademisyenlerden yazarlara, Attilâ İlhan’dan Ahmet Erhan’a, Ahmet Tevfik Küflü’den Erdal Öz’e yazın ve yayın dünyasının “Angara”sını anlatıyor.
“Bu kitabı yazarken 1972’de başladığım 2000’e dek biriken akıl defterlerimden alacağımı aldım, işi biteni parça pinçik ettim; çünkü kiminde dostlara, tanışlara ilişkin özel notlar vardı. Ölüm var, zulüm var…”
Kitaptan
‘BU KİTABI AKLIMA SOKAN AZİZ NESİN’DİR!’
- Polatlı’da, Kurtuluş Savaşının son noktası Duatepe’nin sırtındaki Beyceğiz köyünde doğdunuz ve on yaşınızdan bu yana başkentte yaşıyorsunuz. Kitaba “Angaralıyım!” diye başlamışsınız, Sevgi Özel için Ankara ne ifade ediyor?
Aile büyüklerim gibi çoğu Ankaralı kendini böyle tanımlar. Ankara çocukluğum, ilkgençliğim, ülküm, aşkım. Laik cumhuriyetin başkenti; Atatürküm, anam babam Ankara’da. Birçok kente, ilçeye, köye hayranım; ama Ankara’dan ayrılmayı hiç düşünmedim. 25-30 yıl önce her bahar leylak, iğde ve ıhlamur kokardı. Sanata tüküren ağaç, bağ bahçe düşmanları Angaramı çok kirletti; elbirliğiyle temizleyeceğiz.
- “Bu kitabı yazarken 1972’de başladığım 2000’e dek biriken akıl defterlerimden alacağımı aldım, işi biteni parça pinçik ettim; çünkü kiminde dostlara, tanışlara ilişkin özel notlar vardı. Ölüm var, zulüm var…” sözlerinizden hareketle sorarsam; yıllarca biriken söz konusu notlarınız kitaba nasıl girdi?
Onlu yaşlardayken akranlarımın süslü, kilitli anı defterleri vardı; hiç böyle bir defterim olmadı. Kıskançlığım 20’li yaşlarda ortaya çıkmış olmalı; yılbaşında Türk Dil Kurumu’na (TDK’ye) baskısı albenili ajandalar geliyor, yönetim de isteyene veriyordu.
Bir tasarı yapmadan her gün, günaşırı iki satır, iki sayfa yazmaya başladım. Bunları taşımak, saklamak zordu; küçük defterlere geçtim. Kimi kez abartmışım; biriken notları yazmaya karar verince çok özel olanları yok ettim, bana gerekenleri topladım.
- “Bu kitabı aklıma sokan, en azılı uydurukçu, en azılı komünist diye sürekli saldırıya uğrayan ustam Aziz Nesin’dir”diyorsunuz. Anlatır mısınız?
Dil Derneği’ni kurmak için 1984-87 arasında Ali Püsküllüoğlu, Dr. Haldun Özen, Mustafa Ekmekçi, Prof. Dr. Cevat Geray, Tahsin Saraç, Orhan Asena, Aziz Nesin ve kitapta andığım birçok güzel insanla gizli toplantılar yapıyor, kapatılan TDK’yi ve olayları konuşuyorduk.
1950’ye dek Milli Eğitim Bakanları TDK’nin başkanıydı. 1951’de Demokrat Partinin (DP’nin) eğitim bakanı genel kurul yapın, tüzüğü değiştirin demiş. Eğitim bakanları, TDK’nin başkanı olamazmış. Kurultay yapılmış. Ben, “Bakan Tevfik İleri o kurultaya katılmış” dedim. Tahsin Saraç, Orhan Asena o zaman TDK üyesiydi, “Katılmadı” diye direttiler.
Sonraki buluşmamıza o kurultayın tutanağını götürdüm. Aziz Nesin, “Konuştuğumuz olay senin doğduğun yıllar, yoksa yaşını saklayıp bizi kandırıyor musun?” dedi. Ne zaman 1983’ten önceki TDK’yi konuşsak, belgeli bilgi sunuyordum.
Aziz Bey,“51 yıl yaşayan TDK’nin son 12 yılının tanığısın, üstelik kuruluşunu gören bilenlerle yaşadın. Bu kurumun dört duvarının arkasını sen yazabilirsin, yaz” dedi. O zaman karar verdim yazmaya. Dahası coştum, yayın dünyasının içini dışını da yazacağımı söyledim. Oysa bu dünyada yeniydim.
Aziz Bey, “Ne gördün ki daha” dedi. Yazamazsın gibi anlamış, bozulmuştum. Aziz Nesin gönlümü aldı.“Yayın dünyasını da yaz; ama asıl yazman gereken TDK’nin içi dışı. Çünkü aydın bildiklerimiz bile kurumu yeterince tanımıyor. TDK’nin dört duvarının ardında yalnız sözcük türetildiğini sanıyor. 12 Eylülcüler de bu aydın ilgisizliğinden yararlandı” dedi ve ekledi; “Yayın dünyasını bütün çıplaklığıyla yaz; yayımlatacak yer bulursan, Şili’ye, Kenya’ya git, kendini unuttur.” Unutmamak için defterime böyle yazmıştım.
- Kitabınızda “Bizim kuşak” diye seslendiğiniz kesimde kimler var, biraz anlatabilir misiniz?
Bizim kuşak”1950’den biraz önce, biraz sonra doğanlar. Biz, ülkenin solcularını da “ince demokrasi” mavalıyla tavlayan DP iktidarında doğduk. Biz çocukken de din ile milliyetçilik siyasa için büyülü değnekti. Eğitimli ana babalar bile iktidarın, “Küçük Amerika olacağız” zokasını yutmuştu.
Kimimiz Anadolu’nun bir köşesinde ya da büyük kentlerde cumhuriyetin kuruluş felsefesine, Atatürk’ün tinsel kalıtı olan akla ve bilime inanan öğretmenler elinde yetiştik. Kimimiz de Atatürk’le, cumhuriyetle hesaplaşanların eline düştük. ABD’nin tozunu süt diye içtik, sınıflarımıza barış gönüllüleri daldı.
Yaşam düşünsel ve biçimsel açıdan naylonlaşıyordu. Topraktan umudu kesenler, kentlere göçtü. Delikanlıyken ayrıştırıldık. Kimimiz köylüler, yoksullar, kadın-erkek eşitliği, düşünce özgürlüğü, adalet, emek için koştuk. Devrimciydik. Kimimiz de toplumun inancını, yoksulluğunu kullanarak sürekli iktidarda olan muhafazakârların devrim karşıtlığını üstlendik; devlet desteğiyle yürüdük.
Bizim kuşağın Atatürkçüleri, solcuları, her zaman hukukun üstünlüğüne inandı. Devleti savundu; ama savunduğu devletten çok sopa yedi. Üniversiteliyken, çalışırken, ülkemi gezerken akranlarımla aynı köyde kentte doğmuş, aynı evde büyümüş, aynı yemekleri yemişçesine benzediğimizi gördüm.
Bu nedenle Yalan Dünyasının Yalancıları salt benim anılarım olamazdı; tanıklığım, araştırmalarım, okuduklarım belleğimdeki bizim kuşağı özne yaptı.
‘KİTABIM, YALAN DÜNYASININ YALANCILARINA İSYANIMDIR!’
- Kitabınızın adı niçin Yalan Dünyasının Yalancıları?
Bizim kuşak 27 Mayısta 10'lu, 12 Martta 20'li, 12 Eylülde 30'lu yaşlardaydı; 70’i devirdik. Çoğunca milliyetçi muhafazakârların iktidarında yaşadık. Bize sürekli yalan söylendi. Toplumun inancını, köken farkını kullananlar bir yalan dünyası kurdu. Politikacıların başrolde olduğu; devlet desteği alan bilimci, sanatçı, gazeteci görüntülü aydınımsıların alkışladığı bu dünya, artık dayanma gücümü(zü) zorluyor. Yediden yetmişe kandırılıyoruz! Kitabım, Yalan Dünyasının Yalancıları’na dilimle, düşüncelerimle, kalemimle isyanımdır!
‘1971’DE TDK’DE İŞE DEĞİL BİR EKİN YUVASINA GİRDİM. YAŞAMIMIN AKIŞI DEĞİŞTİ!’
- Kuşağınızın şanslılarından biriydiniz. Cumhuriyetin değerleriyle büyüdünüz. Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nin (DTCF) Türk dili bölümünü bitirip 21 yaşınızda Atatürk’ün kurduğu Türk Dil Kurumu’na (TDK) adım attığınız gün yaşamınız nasıl değişti?
Zor koşullarda okudum; evde alanım kısıtlı olduğundan TDK’nin kitaplığında ders çalışırdım. Tembel değildim; ama 12 Mart 1971’deki darbeden sonra devrimcilere tavır alan hocalara hoş görünmediğimden bitirme derecem ortaydı.
Nasıl iş bulacağımı düşünürken Türkiye Türkçesi hocam Prof. Dr. Vecihe Hatiboğlu, TDK’ye çağırıp sözlü sınavdan geçirdi. 10 Kasım 1971’de işe değil bir ekin yuvasına girdim. Adını kitaplarda gördüğüm görkemli dil, yazın ve düşün insanlarıyla iş arkadaşı oldum. Yaşamımın bütün akışı değişti.
Hocam Prof. Hatiboğlu ile birlikte Ömer Asım Aksoy, Agop Dilâçar, Agâh Sırlı Levend, Beşir Göğüş, Emin Özdemir, Salah Birsel, Prof. Dr. Doğan Aksan ve onlarca ustayla Türkçenin bütün sokaklarını gezdim. Şansa sığınmadım; yarım yüzyılda kazandıklarımı hak ettiğimi düşünüyorum.
‘TEK DAYANAĞIM DİL!’
- Yarım yüzyıldır Türkçe için çalışırken bizim ülkeye özgü iki dünya gördüğünüzü yazıyorsunuz. Ortak dilde bile buluşamayan bu iki dünyanın kişileri ve olayları kitaba nasıl yansıdı?
Doğru, cumhuriyetin kuruluşundan bu yana biri inanç, ırk ayrımı gözetmeksizin aklın, düşüncenin özgürlüğü için savaşım verenlerin dik durduğu gerçek dünya. Öteki de gerçek dünyanın düşünsel, fiziksel bütün kazanımını, cumhuriyetin olanaklarını tepe tepe kullanarak yalan üreten dünya.
İki dünyaya bakışta ölçüm, tek dayanağım dil!
SİYASANIN, BASININ TROLLERİ!
Yarım yüzyıldır bizim kuşağın ezbere bildiği Ecevit, Demirel, Erbakan, Türkeş gibi politikacıların dilini, içinde oldukları olay ve oluşumları; 12 Mart, 13 Eylül darbelerini ve birçok siyasal çalkantıyı okuyarak, yazarak izliyorum.
Dünden bugüne acıklı bir görüntü var; cumhuriyetimizin ortak (resmi) dili Türkçeyle siyasada ve birçok alanda anlaşamayan iki dünya var. İki dünya arasındaki köprü her dönemde basın. Dünkü iktidar(lar) da basını kullanarak yürüyor; yargı ile üniversite yer yer etkin oluyordu.
2018’de rejim değiştikten sonra yandaş basın oluşturuldu, yargının ve üniversitenin gücü eri(til)di. Öncelikle yandaş basının başı çektiği yalan dünyası bugün iyice azıttı; insan aklının görkemli buluşu bilgisayarla yalan yarıştırıyorlar.
Güldüğüm ve kızdığım bir durum var; siyasanın, basının önde olanları sosyal medyada sahte hesaplarla yalan üreten “trol”lere benzediler.
‘TÜRKÇENİN ÖYKÜSÜ ÇOK HÜZÜNLÜDÜR’
- Demirel’i hiç bağışlamıyorsunuz çünkü?..
Süleyman Demirel 1960’lı, 70’li yıllarda, yani bizim kuşağın delikanlılık döneminde hep sahnedeydi. Bizim kuşak o dönemde birbirinin canını yakarak ayrıştı; ölümler, zindanlar yaşandı. Denizler asıldı. Demirel iktidarında Türk İslam Sentezi devlet eliyle biçimlendirildi; eğitim ve devlet kurumlarına giydirilirdi.
Cumhuriyetin değerlerini, tarihi, felsefe, mantığı önemsizleştiren, laik eğitimi, hatta yurttaş oluşu hiçleştiren bu sentezi 12 Eylülcüler hazır buldu. 1980’den sonra bütün kapılar karşıdevrime açıldı.
Demirel’i ve o dönemin başka politikacılarını da bağlayamıyorum; somut nedenlerim var.
- 21. yüzyıl Türkiyesi nasıl bir dil kullanıyor? Toplumun bir bölümü neden Türkçeye güvenemiyor? Bunda politikacıların sorumluluğu var mı?
Türkçenin öyküsü çok hüzünlüdür; Selçuklu, Osmanlı dönemlerinde dinsel itkilerle saraylarda ve saraylara yakın duranlarda Arapça hayranlığı baskındır. Ne yazık ki 2000’ler Türkiyesinde yine dinsel itkilerle, Arapça hayranlığıyla Arap abecesi ve Osmanlıca sevdası depreşti.
İktidarın, kayıtsız koşulsuz iktidara destek verenlerin kullandığı din vurgulu eğitim, ortak dile güveni zedeliyor. Cumhuriyetle kazanılan ulus, yurttaşlık bilinci “ümmet”le eşitlenmeye çalışılıyor. 1950’den bu yana MEB’nin başına hangi parti geçerse eğitim o partinin programına uyduruluyor.
Dil Devrimiyle yenileşen ortak dil Türkçeyle kavgalı iktidarlar, dil üzerinden Atatürk, devrim, bilim, sanat karşıtlığı yapıyor.
‘VEKİLDEN PROFESÖRE, ÖĞRETMENDEN ÖĞRENCİYE VE YURTTAŞLARA DEK KENDİNİ ANLATAMAYAN BİR ÜLKE OLDUK!’
Türkçenin eğitim ve öğretimi kötünün kötüsü durumda. Dilin yenileşmesi düşüncenin yenileşmesi, bir başka deyişle düşünce özgürlüğünün içselleştirilmesi demektir. Bunu da bilimin sanatın verileriyle beslenen, hukukun üstünlüğünün güvencesindeki eğitim sağlar. Politikacıların sorumluluğu burada başlar; ne yazık ki politikacı 1950’nin ortasından bu yana kendini her şeyi bilen doğaüstü varlık sanıyor.
Sonunda TBMM’deki vekilden profesöre, öğretmenden öğrenciye ve yurttaşlara dek kendini doğru anlatamayan, kendi dışında olup bitenleri doğru anlayamayan bir ülke olduk.
- Türkçenin öyküsündeki hüznün nedeni tam sırasıyla yinelerseniz kimler?
Onuncu yüzyıldan bu yana yönetenler, yani iktidarlar, geçmişten bugüne saraylar; çıkar için saray içine, çevresine çöreklenen sözde aydınlar… Irkçılığa, gericiliğe ve dinciliğe dayalı siyasalar…
- Onlarca örnek vererek “dilin siyasaya araç yapılmasına su taşıyan herkesle derdim var” diyorsunuz. Dünden bugüne, özellikle son 20 yılda başta siyasa olmak üzere sanat dünyasında da birçok kişinin yerinin, yönünün değiştiğini nasıl gözlemlediniz?
Dün milliyetçi politikacılar Dil Devriminin sözcüklerine takılmışlardı; bugünkü iktidar da devrimin sözcükleriyle devrime veryansın ediyor. Dün Tercüman gibi bazı gazetelerde 20-30 sözcük alay konusu yapılıyordu; eşek kadar bir profesör “yaşam” sözcüğünü “yaş-am” diye seslendirmişti.
Ben de ustalarım gibi toplumun gözü önündeki kişileri, tek kanal TRT’yi, gazete ve gazetecileri izlemeye başladım, notlar aldım. Notları sandığıma koydum. Sandık, özellikle son 20 yılda doldu taştı.
Doğrunun onlarca kanıtı, belgesi varken bile isteye yalanı doğru diye satan, kitle iletişim araçlarını, yandaş kalemleri kişi ve kurumları gözlemek için özel bir çaba gerekmiyor. Artık bilgisayar, bilgisunar var. Bir tuşa basınca, kim ne demiş, ne dememiş şıkır şıkır akıyor.
‘TOPLUMUN BELLEĞİNİ TAZELEMEK İSTEDİM’
- Başrolde olmadığınız bir kitap Yalan Dünyasının Yalancıları. Anılar kitabı fakat amacınızın salt anı aktarmak olmadığını söylüyorsunuz, biraz daha açar mısınız?
Toplumun belleğini tazelemek istedim. Çünkü Ömer Asım Aksoy gibi anıt dilciler salt benim anılarımın öznesi değil. Dil Devrimi ile Türkçe de salt benim değil. Onlarca aydını, karşıdevrimciyi ve yaşananları anımsatmak zorundaydım.
Kitap bir adlar, olaylar oluşumlar ormanı olunca editörüm Çağlayan Çelik de özenle bir dizin yaptı. Kişiler, yaşananlar zaten toplumun anılarında, benim yaptığım yalnızca topluma mal olmuş anılarla bellek tazelemekti.
‘KARŞIDEVRİMİN SÖZCÜLERİ BİLE TDK’NİN SÖZLÜK VE YAZIM KILAVUZU’NU KULLANIRDI!’
- TDK’nin dört duvarının arkasını yazarken, yaşananları aktarırken, tanıklığınızı paylaşırken neleri öncelediniz? TDK’nin, yakın tarihimizdeki yerini, önemini, gücünü, farkını, toplumda bulduğu karşılığı nasıl değerlendirdiniz?
Sevgili Gamze, bu soruya kitaptaki bir örneği kısaca aktararak yanıt vereyim. Kendimi Agop Dilâçar’a asistan atamıştım; gizli oyunumu hemen anladı ve ufkumu genişletmek için çok emek harcadı.
Bir öğlen otururken bir ortaokul öğretmeni aradı, sorusu bildiğim yerdendi. Yan gözle Dilâçar’ı süzerek yanıtlamıştım. Telefonu kapattığımda “Yanlış!” dedi ekledi; “bak çocuk, yanıtın doğru, tavrın yanlış. Arayan baban olsa, önce kendini tanıtacaktın; o kişi seni değil, TDK’yi aradı. Burası güvenilir bir kurum, soru sana değil, TDK’ye soruldu.”
Pek çok dinci, ırkçı, bilisiz dangalağın sataştığı büyük bilgin Dilâçar’ın bu uyarısıyla TDK’ye toplumun, eğitim kurumlarının güvenini; kurumsal, bilimsel kimliğin önemini aklıma yazdım.
TDK’ye her gün çuvallarla soru ve sorusuna yanıt arayanlar gelirdi. TRT’nin ilk reklamında kötü bir dil kullanılmıştı; TDK’nin uyarısıyla kaldırıldı.
1983 öncesindeki TDK üniversiteyle el eleydi; Talim Terbiyenin baskısı olmadan yapıtları bütün okullara ve kurumlara girerdi. Karşıdevrimin sözcüleri bile TDK’nin sözlük ve Yazım Kılavuzu’nu kullanırdı. Bugünkü devlet dairesi ölçünlü ve yazım birliğini bozdu. Tanık olduğum onlarca olay ve oluşumu süzerek yazdım.
‘NASIL BİR MİLLİYETÇİLİKSE, TÜRKÇEYİ REDDETMEKLE KALMIYOR, KARALIYOR!’
- Şu sorular benimmiş gibi ille de soracağım; “1940’ların sonundan başlayarak zıvanadan çıkan gerici saldırılara karşın TDK 51 yıl içinde ölçünlü (standart) dil ve yazım (imla) birliğini nasıl sağlamıştı? Dilde devrimin tek amacı Türkçeleştirme miydi? Dilin yenileşmesine milliyetçiler niçin tepkiliydi?
Dil üzerinden cumhuriyet devrimlerine saldırmak kim(ler)in işine yarıyordu? Saldırıların hedefi kim(ler)di? Dil konusunda kim doğru, kim yalan söylüyordu? Yenileşen dilin özne olduğu bir dünya yalan, dilde devrime inanan bilim, sanat insanları yalancı mıydı?”
Yanıt soruların içinde. Karşıdevrim 1950’den bu yana çoğunca iktidarda. Atatürk’le, cumhuriyetle hesaplaşmak, toplumu kandırmak için dilden başka aracı yok. Nasıl bir milliyetçilikse, Türkçeyi reddetmekle kalmıyor, karalıyor.
12 Eylülcü cahil paşalar Atatürk’ün eliyle yazdığı vasiyetnameyi çiğnedi; Atatürk kurumlarına “militarizmin gücü”yle el koydu. Bu paşaların ihanetine 40 yıldır onlarca aydınımsı omuz veriyor.
‘DEVRİMİN SÖZCÜKLERİNE İLİŞKİN ABUK SUBUK YARGILAR BAHANE, AMAÇ ATATÜRK’LE, DEVRİMLE HESAPLAŞMAKTIR!’
- “Arabın medeniyeti benim medeniyetimdir” diyenlerin 1950’den sonra iyice azıttığını, devrime bakışın 2000’li yıllarda daha da karardığını belirtiyorsunuz. Birçok okurun belki ilk kez duyacağı çok çarpıcı bir saptamanız var.
Cumhuriyet tarihi içinde “Dil Devrimini aşırılık, solculuk, bölücülük, uydurmacılık, tasfiyecilik” hatta “komünistlik” sayan iktidarlarca birkaç kez “yalnız” Türkçe sözcüklerin genelgelerle yasaklandığını yazıyorsunuz. Milliyetçi muhafazakâr siyasanın dile bakışı bu yasaklarla sınırlı mı?
Pek milliyetçi DP iktidarı Anayasayı“Teşkilat-ı Esasiye Kanunu”yapmış;“Meclis kapalı oturumlar dahi yapabilir; Kapalı oturumlardaki görüşmeleri yaymak Meclisin kararına bağlıdır”gibi kuralları aşırı Türkçe sayarak Meclis hafi celseler dahi akdedebilir; Hafi celseler müzakeratının neşri Meclisin kararına menuttur” diye Arapçaya çevirmişti. Bu bakış hemen devlet kurumlarına ve çalışanlara yansımıştı.
1960 ve 70’lerde Demirel hükümetlerinin eğitim bakanları, sonra iki kez de TRT genelgelerle sözcük yasakladı; valiler, kaymakamlar, okul müdürleri yüzlerce öğretmen ve memura sözcükler üzerinden solcu, komünist, bölücü damgası vurdu.
Milliyetçi muhafazakârlığın suyunu çıkaranlar için yenileşen Türkçe “yerli ve milli” değildir. Ara ara Türkçeyi yasayla koruma gösterisi yaparlar.
Bugün dilde “muhafazakârlaşma”nın hangi boyutta olduğunu anlamak için iktidar büyüklerini dinlemek yeterli. Devrimin sözcüklerine ilişkin abuk sabuk yargılar bahane, asıl suçlanan Atatürk’tür. Amaç Atatürk’le, cumhuriyetle hesaplaşmaktır.
- Atatürk’ün kurduğu TDK’de 1932-83 arasında yaşananları, yaşayanları, yapıtların nasıl hazırlandığını, devrim karşıtlarıyla savaşımı belgeler göstererek yazmışsınız. İlkin Aziz Nesin’e, sonra Ömer Asım Aksoy’a, Prof. Dr. Şerafettin Turan’a, Emin Özdemir’e verdiğiniz sözü tuttuğunuza inanıyor musunuz?
Bunun kararını okur verecek; benim içim rahat.
‘ŞAİR KÜLEBİ’Yİ DEĞİL, YÖNETİCİ KÜLEBİ’Yİ ELEŞTİRİYORUM!’
- TDK’nin dört duvarının arkasını yazacağınızı söylediğinizde Emin Özdemir, “Şaire fazla yüklenme!” demiş, sözünüzü niçin tutamadınız?
Ustam Emin Beyin andığı şair Cahit Külebi. 12 Eylülden aylar önce ülkenin her yerinde silahlar patlarken, TDK gerici saldırısı altındayken Külebi’nin inadı nedeniyle 81 gün işbırakımı yaşadık. İşbırakımı günlerini, Cahit Beyle çatışmamızı ayrıntısıyla anlattım. TDK’nin içini dışını yazarken bu grevi es geçemezdim.
Külebi görkemli bir ozandır, şiirlerini çok severim. İki dönem (4 yıl) Yayın ve Tanıtma Kolu başkanlığı yaptı, 1978 kurultayında genel yazman seçildi, 7 yıl bu görevi üstlendi. Hırçındı; olmadık yer ve zamanda, çok yüksek sesle ağır konuşurdu. On yılı aşkın aynı çatı altında yaşadık da yıldızımız, on dakika ancak barışmıştır. Hoş anılarım da var.
Eleştirdiğim Şair Cahit Külebi değil, yönetici Külebi’dir. Dil Derneği’ni kurmak için yola çıktığımızda ve sonrasında da pek anlaşamadık. Şaire yüklenip yüklenmediğime okur karar versin.
‘KİMİ YARGILARIMIN TEPKİ ALACAĞINI BİLİYORUM!’
- Yalan Dünyasının Yalancıları’nda günümüzdeki siyasetçilerin diline, dil yanlışlarına, yabancı dille adlandırmaya ilişkin değerlendirmeleriniz var. Türkçe, Kürtçe tartışmalarına, “tepkilere hazırım” diyerek iki dilde eğitime, ikidillilik gibi konulara ayırdığınız genişçe bölüm de okurun çok ilgisini çekecektir.
21. yüzyılda Kürtçeyi dil saymayanları eleştirmiş, “Kürtçe diye bir dil vardır. Kürtçe, Kürt yurttaşların anadilidir” diye noktayı koymuşsunuz. Ortak dil ve ikidilli eğitime ilişkin önerileriniz nelerdir?
Türkçeyi öğretecek düzeyde biliyorum; Kürtçenin tarihsel akışı ve dilbilgisel özelliklerine ilişkin yargıda bulunamam. Türkçenin ortak (resmi) dil olması, Türkçe dışındaki dillerin öğretilmesine, kullanılmasına engel değildir.
Dilbilimciler, dünya nüfusunun üçte ikisinin ikidilli olduğunu belirtiyor. İkidillilik, birey için de ikidilli bireylerin bulunduğu toplumlar için de varsıllıktır. Ne ki yurttaşın ikidillilik özelliğini göz ardı eden milliyetçi muhafazakâr iktidarlar ve susan bilimciler nedeniyle bu denli değerli bir varsıllık, soruna dönüştürülmektedir.
İkidilli her yurttaşın resmi dil gibi anadilini de bilimsel, sanatsal etkinlik yapacak kadar öğrenmesinin ve kullanmasının temel hak olduğuna inanıyorum. Birçok ülkede pek çok etnik dil kullanılıyor. Kimi ülkelerde resmi dille birlikte etnik dilin eğitimi özel yasa ve kurallarla yapılıyor.
İki dilde eğitim konusu, büyük ölçüde demokratik kurallarını belirlemiş ve yerleştirmiş, laik eğitimi sindirmiş birçok ülkede bile bütünüyle örgütlenmiş, sonuçlandırılmış değildir.
MEB iki üniversitede, Kürt Dili ve Edebiyatı Bölümleri açtı; bazı okullarda Kürtçe dersi başlatıldı; ne ki siyasetin gündem oluşturmak için el attığı bu uygulamaların başarılı olmadığı görüldü.
Ders programları, araç gereçleri ve kitaplar, en önemlisi öğretmen yetiştirme, yetişmiş öğretmenlerin atanması gibi yaşamsal sorunlar aşılamadı.
Kitabımdaki kimi yargılarımın tepki alacağını biliyorum; bilimcileri atlayarak tepki verecek siyasetçiler umurumda değil.
‘TDK’DEN SONRA İKİ YAYINEVİNDE, BİR VAKIFTA 200 KİŞİNİN YAPITINI BASKIYA HAZIRLADIM’
- Karşıdevrimin, ekin tarihimizin en güçlü kalelerinden TDK’yi “zorla ve hile ile” ele geçirmesi üzerine 30 Eylül 1983’te ayrıldınız.
“Dil dünyasının ikizi” dediğiniz ve her zaman yalan dünyasının hedefinde olan saygın kalemlerin “editör”ü olacağınız yayın dünyasına geçtiniz. Hangi yazarların editörlüğünü yaptınız?
TDK’de yapıtların baskı aşamasını da üstlenirdik; birçok yazarla yakın olduğumdan yayın dünyasına da yakındım. İki yayınevinde, bir vakıfta yaşayanların yanı sıra yaşamını yitiren yaklaşık 200 kişinin yapıtını baskıya hazırladım.
Adnan Özyalçıner, Ahmet Erhan, Ahmet Taner Kışlalı, Ayla Kutlu, Ali Yüce, B. Rahmi Eyuboğlu, Betül Uncular, Bekir Coşkun, Cüneyt Arcayürek, Deniz Kavukçuoğlu, Emin Özdemir, Emin Çölaşan, Erhan Bener, Erbil Tuşalp, Faruk Bildirici, Ferruh Tunç, Haldun Taner, Hasan Hüseyin, Hasan Cemal, Muzaffer İzgü, Mustafa Ekmekçi, Nazlı Eray, Necati Cumalı, Reha İsvan, Refik Durbaş, Sait Faik, Şükran Kurdakul, Şükrü Erbaş, Tarık Dursun K., Tuncay Özkan, Yaşar Seyman, Yekta Güngör Özden, Uğur Mumcu aklıma geliverenler.
Kimileri yayımcılığı çiçek bahçesi sanır. Ekonomik zorluklar, siyasal çalkantılar, kar yağmur, ilkin yayımcılığı sarsar. Kâğıt, dağıtım, tanıtım her zaman sorundur; dolarla ve yüksek vergiyle alınıp satılır. Baskı kararı alınan dosyanın yazarı ne denli mutlu olursa, basılamayacak olanınki o denli üzülür.
12 Eylül darbesi, yayınevi mutfaklarına hem siyasal hem ekonomideki iniş çıkışlarla da dalmıştı. Yayımcılık kısa bir duraklama dönemi yaşadı, sonra birden her dalda yapıt aktı, özellikle gazeteciler Kenan Evren’i hoplattı.
‘YAYIN DÜNYASI YOKUŞLUDUR; AMA KARABASAN DEĞİLDİR!’
- Kitaptan editörlük gibi zor bir işi sevdiğinizi anlıyoruz…
Her yerde, her kurumda işimi çok sevdim. Bilgi Yayınevinde Attila İlhan’ın kalktığı koltuğa oturmuştum. Rahmetli İlhan’ın Dil Devrimini yadsımasını ayrıntısıyla yazdım.
Editörlük, sorumluluğu ağır bir iştir; yayınevinin patronu için de sırıkla atlama gibidir. Basımevinden gelen her kitap sıcak ekmek sayarım; eskiden mürekkep kokardı.
Yazma, yayımlatma ve yayımlama gibi dikenli yolu seçenler, her zaman sevgiyle andığım birer tatlı kaçıktır. Beni Sevgi Soysal sanan öykücüyü, Kemal Tahir’in adresini isteyen roman yazarını, mutlu edemediğimiz yazar adaylarını da özlüyorum.
Yayın dünyası yokuşludur; ama karabasan dünyası değildir. Yazdım, okudum, gezdim; çok şarkı türkü söyledim.
‘HAPİS VE PARA CEZASI ALDIM. YASAKÇI KAFALAR, HER SATIRIMIZDA SUÇ ARAR!’’
- Tutucu iktidarların yasakçı eylemleri sizin ya da editörlüğünü yaptığınız yapıtlara yansıdı mı?
Yansımaz olur mu? Sözünü ettiğiniz bu kesim için düşünce ve sanat üreticileri birer bombadır. Yarım yüzyılı aşan tanıklığımda yüzlerce kitap yasaklandı. 12 Martçılar, 12 Eylülcüler binlerce kitabı toplatıp yaktı; birçok kitap “muzır” bulundu. 80’lerden bu yana bir de korsan kitap belası var.
Yazarı doğruları, sanatsal ve bilimsel olanı korkusuzca, açık açık anlattığı için dil, yasakçıları eyleme geçiren etkendir. Yargılanan, hapis yatan çok yazarımız var. Ben de birkaç kez kendimi savcı karşısına buldum, bir kez hapis ve para cezası aldım. Yasakçı kafalar, her satırımızda suç arar.
Hasan Hüseyin’in şiirlerinin, Cüneyt Arcayürek’in, Erbil Tuşalp’ın kitapları didiklendi. Tuncay Özkan’ın hayali ihracatı belgeleyen yapıtında yazarın ve yayınevinin birilerine “hakaret” ettiği savı üzerinden açılan dava uzun sürdü. Yayın dünyasında böyle çok örnek var.
‘ANAM, MUTFAKTAN ARTIRDIĞIYLA BENİ KİTAPÇIYA GÖTÜRÜRDÜ!’
- Polatlı’dayken ilk okuduğunuz, ulaştığınız kitaplar ve yazarlar hangileriydi? Okuryazar değilken o yıllarda belki de en çok kitapçıya giden ev kadınının anneniz olduğunu yazıyorsunuz.
Ailenizin kitaba, eğitime ve ülkede yaşanılanlara bakışını anlatırsanız neler söylersiniz?
Pek çok çocuk gibi Ömer Seyfettin ve Kemalettin Tuğcu ile başlamış olabilirim. İlçenin tek kitapçısına ayda bir gelen Doğan Kardeş dergisini unutmuyorum. Kare baskılı, kapağında deve dişi gibi “25 kuruş” yazan öykü kitaplarını anımsıyorum.
Yaramazdım; benden 3 yaş büyük abimle arka cebimizde sapan, önde bilyelerimizle koşturur, Tom Miks, Teksas da okurduk. Bir gün Tom Mikslerimi satıp 25 kuruşluklardan aldım; anam o gün ticari yaşamımı bitirdi.
Ankara’ya göçtüğümüzde anam, mutfaktan artığıyla beni kitapçıya götürürdü. Belki de en çok kitapçıya giden ev kadını anamdır.
Büyük abimler okuldan, arkadaşlarından aldıkları ödünç kitapları okurdu, onları anlayamıyordum. Duygu sömürüsü yapmak istemem; kitap özlemi çeken bir çocukluk ve gençlik dönemi geçirdim.
Ailenin en küçük çocuğu, tek kızıydım. Ailem çiftçiydi, hayvancılıkla geçiniyorduk; 1960’larda sıkıntı büyüdü, 1970’lerde köyle bağımız koptu. Köyden kente göçen binlerce ana baba gibi bizimkiler de okumamız için elinden geleni yaptı. Okuduk. Anam babam bizimle birlikte okudu.
Okuryazar olmayan anamla askerde okumayı öğrenen babam şaşırtan, övünç veren söz ve davranışlarıyla has Anadolu insanlarıydı.
DTCF YILLARI VE DEV-GENÇ!
- DTCF’ye, 1967-68 ders yılında giren Sevgi Özel, öğrenci olaylarının tırmanması, 12 Mart (1971) darbesiyle yoğunlaşan siyasal baskılar, her gün kavga dövüş ile geçen dört yılda nasıl bir Dev-Gençliydi? Neler gözlemliyor, nasıl direniyordu?
Bu konu içimde bir yaradır; evet, Dev-Gençliydim. Keşke daha etkin olabilseydim. Üniversite yıllarım evde de okulda da sıkıntılıydı. Yakın olduğum sınıf arkadaşlarım gerici, tutucu değildiler; ama en az siyasal gündemi konuşurduk. Konuşkan bilinirim, aynı zamanda ağzı pek biriyim, şimdi de öyleyim. Öğrenci derneği başkanı sınıf arkadaşımızdı; okulda, ülkede olup bitenleri yüksek öğretmen okullu birkaç arkadaşla tartışırdık.
Fakültenin muhbir kaynadığına inanıyorduk. Çoğumuzun kökleri, bir ayağı köyle kasabadaydı, gecekondulu yaşamı tatmıştık. Burs alamayan, iş arayan ve çalışanlar, bir simit parası olmayan devrimcilerle ülkücüler vardı.
O günlerde makine bulunursa bildiriler öyle teksir edilir, bazen benim gibi gizli destekçiler samanlı kâğıtlar arasına karbon koyarak çoğaltırdı. Bana gizli ödevimi, öğrenci derneğinden biri getirirdi.
Okuldaki kimi forumlara, yürüyüşlere yüksek öğretmenli arkadaşlarımla katılmıştım. Eve yürüyerek dönüyor; kimi kez okuldan aldığım Dev-Genç imzalı bildirileri posta kutularına atıyordum.
Yetmemiş; keşke bildiri çoğaltmayı, imzalamayı, yürüyüşlere katılmayı devrimcilik sanmasaymışım. 70’i devirince yakınmanın yararı var mı?
- Üniversite yıllarınızda en çok hangi yayınları takip ediyor, kimleri okuyup tartışıyordunuz?
İki abimin iyi okur olması, şansımdı. Çetin Altan’ın, İlhami Soysal’ın, Mümtaz Soysal’ın İlhan Selçuk’un, Uğur Mumcu’nun kim olduklarını onlarla öğrenmiştim. Kimi arkadaşlar okula Çetin Altan’ın yazılarını kesip getirirdi. Günlük gazete alabilen azdı. Dergileri, gazeteleri paylaşıyorduk.
DTCF’nin kantininde unutulan her gazete, dergi değerliydi. Çantamda çoğu kez evden getirdiklerim olur, kantine az giderdim. Kantinde Hayat, Ant, Hisar, Varlık, Akis dergilerinin yanı sıra film, ses sanatçılarını anlatanlar da unutuluyordu.
1969, 70 olabilir. Ortanca abimle Ankara Hukukun önündeki kalabalıktan Çetin Altan’ın konuşacağını öğrenince itiş kakış girmiştik. Çetin Altan’a kızma nedenlerimden biri budur, bizim kuşağı kandırdı.
Öykü, roman ne bulursak okuyorduk, şiir kitaplarına sarmıştık. Kitabevlerinde bizden öncekilerin gizli saklı okuduğu Nâzım Hikmet’in, birçok şairin kitaplarını buluyorduk. Memleketimden İnsan Manzaraları’yla savrulmuştum. Ahmed Arif’in Hasretinden Prangalar Eskittim’i, Attilâ İlhan’ın Ben Sana Mecburum’u elimizden düşmezdi.
En sık gittim(iz) yerlerden biri Bilgi Kitabevi ile Sergi Kitabeviydi. Arkadaşlarımla okula yakın sinemalara koşardık. Abimle pazar günleri, Devlet Tiyatrolarının ucuz matinelerine giderdik. Kerim Afşar, Baykal Saran, Haluk Kurtoğlu, Macide Tanır, Beyhan Saran, Çetin Tekindor gibi efsane oyunculara hayrandık. AST’ın, Halk Oyuncularının oyunlarını bir kez izlemek doyurmazdı.
Sınıf arkadaşlarımın tıpkı düşünsel, duygusal dünyam gibi merak etmediği bir yanım daha vardı. Cebimdeki kuraklık nedeniyle pastaneye, kitapçıya, sinemaya yalnız giderek delikanlı gururumu korurdum. Bu alışkanlıklarını TDK’de çalışırken de sürdürdüm. TDK benim için kitap, dergi, etkinlik dolu bir hazineydi.
- Öğrenciyken ödev yapmak için gittiğiniz, öğrenciliğiniz boyunca ara ara girip çıkacağınız, adını kitaplardan bildiğiniz birçok yazarı, dilciyi, Agop Dilâçar’ı göreceğiniz TDK kitaplığının ilaç gibi geldiğini yazıyorsunuz.
DTCF’nin büyük kütüphanesinin yapımı bitmemiş, asistanların açtığı bölüm kitaplığından yararlanıyorduk; ama kaynakların çoğu yoktu. Bir hoca Deny’nin,“Türk Dili Gramer”ni Milli Kütüphanede ya da TDK kitaplığında bulacağımızı söyledi.
TDK’ye ilk gidişimde ders çalışacağım yeri bulduğumu anladım. TDK kitaplığı hem ufkumu hem gözümü açtı. Birkaç kez gidip geldikten sonra kitaplık yönetmeni Aliye Nuran Yarkın, rahat çalışmama olanak sağladı.
Dergiler, kitaplar önemdeydi. Dil Devrimini içselleştirenlerle karşı olanların yazdıklarına da ulaşabiliyordum. Nuran Hanım istediğim kitabı çıkarıyor; ama ödünç vermiyordu. Gerçek dersi burada alıyordum. Kitaplıkta ara ara hocalarımdan kimini görebiliyordum; yalnız Prof. Hatiboğlu selam alıp veriyordu.
‘12 EYLÜL DARBESİYLE KİMİ HOCALARIN MAKYAJSIZ YÜZÜ GÖRÜNMÜŞTÜ!’
- DTCF’de hocalarınız kimlerdi? Ülke 12 Mart darbesine giderken okulda neler oluyordu?
DTCF’nin Türk Dili Bölümüne girdiğimizde bizim fakültenin bu bölümüyle İstanbul Üniversitesinin (İÜ’nün) aynı bölümünün saç saça olduğunu bilmiyorduk.
İÜ’nün kimi hocaları TDK kurulurken Atatürk’ün yanında, hatta içindeyken Ata’nın ölümünden sonra, özellikle DP iktidarıyla Harf ve Dil Devrimlerine bayrak açmıştı. 1960’lar bitip 70’ler toplumsal, siyasal olumsuzluklarla akarken birkaç hocamızın diliyle davranışları İstanbul’dakilere benzemişti.
Kimi hocalarımızı, örneğin Prof. Dr. Hasibe Mazıoğlu, Prof. Dr. Saadet Çağatay ve Prof. Dr. Ahmet Temir’i, Prof. Dr. Kanan Akyüz’ü dinlerken zaman tünelinde gibiydik. Durum, Prof. Dr. Zeynep Korkmaz’la karışık, Prof. Hasan Eren’le tuhaftı. Onların eski mezunlardan kalan ders notları olmasa ayvayı yemiştik.
İyi ki 1983 öncesi DTCF’de Prof. Dr. Vecihe Hatiboğlu, Prof. Dr. Doğan Aksan, Prof. Dr. Gündüz Akıncı gibi hocalarımız vardı.
Sınıf arkadaşlarım akranlarımdı; 12 Mart darbesiyle kimi hocaların makyajsız yüzü görünmüştü. Bazı derslerde durup dururken bir sözcük ya da terim üzerinden adı anılmadan Dil Devrimi masaya yatırılıyor, kimi arkadaşlarımız sinsice kurgulanan bu oyunun ayrımına varmıyordu.
“Bana ne sağdan soldan, bana ne devrimden devrimcilikten” havasında olanlar vardı. Koskoca poroflar kullandığımız sözcüklere bakıp “yanıt” diyeni “solcu, komünist” belliyor, “cevap” diyeni “milliyetçi” sayıyordu.
TDK dernekti TDK üyesi olan poroflar, TDK yönetimine aday olmuşsa, “solcu, komünist” saydıklarına sıcak bakıyor, seçimi kazanamamışsa öfkeyi sınıfa taşıyordu.
Olup bitenlerin ayrımında olmayan ya da “apolitik” durmayı yeğleyen arkadaşlarımız hocasına göre bilerek bilmeyerek bir dil geliştirmişti. Türk Dili ve Edebiyatı okumanın tadına varamıyorduk.
- Kitabınızda “Bilim, sanat dünyasının ve halkın benimsediği, 40 yıl önceki TDK’nin nasıl bir yer olduğu bugün pek bilinmiyor. Kuşkusuz eksiği, yanlışı olmuştur; ama doğruları çoktu. İçine bakmak gerekiyordu” diyorsunuz.
TDK’de nasıl bir çalışma ve dayanışma ortamı vardı?
İlişkiler emeğe, insana saygıyla özenliydi. Demokrasinin olmazsa olmazı dilin, düşünce özgürlüğünün mutfağında yaşıyorduk. Hepimiz öncüllerimiz gibi TDK’nin tek kurşunkalemine, tek yaprak kâğıdına baba malı gibi sahip çıkıyorduk.
Yaşamı evimiz, işyerimizle sınırlamazdık. Çoğumuz toplumsal olayları, oluşumları izler, tartışırdık. Toplumsal çıkar için yapılan yürüyüşlere katılıyor, imza atıyorduk. Yönetimin düşüncemizi, duruşumuzu baskılayan tutumuna hiç tanık olmadım. 12 Martın Nihat Erim hükümeti ortalığı kasıp kavuruyor, yalanlar havada uçuşuyordu. Biz, TDK’de demokrasiyi yaşıyorduk.
- Dil Devriminin yapıcısı Mustafa Kemal’e sevgisi, gönül borcu her dakika katlanan bir dilcisiniz. Yirmili yaşlarda Türkiye Türkçesi Temel Dilbilgisi programında yer alan kitaplarda imzanız var.
Bu program yarım kalmıştı; siz tamamladınız. 2018 Ağustosunda Türkiye Türkçesi Temel Dilbilgisi adıyla yayımlandı ve gelirini Dil Derneği’ne bağışladınız. Anlatır mısınız?
TDK kapatılınca birçok tasarımız, izlencemiz yarım kaldı. Sözünü ettiğiniz yapıtı tamamlamak için çalışırken Yalan Dünyasının Yalancıları’na 2-3 yıl ara verdim. Çünkü Türkiye Türkçesi Temel Dilbilgisi’ni hazırlarken 1980’lerden 2000’le akan zamanda yapılan çalışmaları araştırmak, dilbilimsel sözlükleri, tüm kaynakları, makaleleri okumak zorundaydım. Bu sürede hem zaman hem de (maddi) kaynak bulmam gerekiyordu; mutluyum, yapıt ortaya çıktı.
‘KIRK YILDA DÖRT KUŞAK DİL BİLİNCİ ZEDELENEREK YETİŞTİRİLDİ!’
- 12 Eylül paşalarının karşıdevrimcilerle kurduğu resmi TDK’yi değerlendirirseniz başta ne gelir?
Atatürkçü düşünceye, Atatürk’ün kalıtının Dil Devrimi ve TDK’nin bilimsel kimliğine yakışmayacak biçimde harcanmasına, ölçünlü dil ve yazım birliğinin bozulmasına yol açan yitirilmiş 40 yıl… Bu kırk yılda yaklaşık 4 kuşak dil bilinci zedelenerek, sözdizimi bozularak yetişti; daha ne diyeyim?
- Bedrettin Cömert ile yoldaşlığınızı, 24 Ocak 1993’te öldürülen Uğur Mumcu ve Mustafa Ekmekçi arkadaşlığınıza ilişkin neler söylersiniz?
Bedrettin Cömert’le TDK kitaplığında tanıştım, eski gazete ve dergilerde araştırma yapıyordu. Kuruma geldikçe arar ya kitaplıkta ya kurumun girişinde söyleşirdik. Çok güzel konuşurdu, kısacık söyleşileriyle kocaman bilgi aktarırdı. 1978’deki kurultayın 3. günü TDK’ye gelirken öldürüldü.
Mustafa Ekmekçi, “hayır” sözcüğünü az kullanan, tanıdığım en güler yüzlü insandı. Uğur Mumcu ile gazeteye sık geldiği günlerde Ekmekçi’nin odasında çok güldüğümüz, çok düşündürücü dakikalar geçirirdik.
Kitapta bu sevgili canların dışında eylem ve söylemleriyle andığım onlarca onurlu, dürüst aydın var. SBF’nin efsane dekanı Prof. Dr. Cevat Geray, TDK’nin seçilmiş son başkanı Prof. Dr. Şerafettin Turan, öz abim gibi gördüğüm Dr. Haldun Özen, TDK’deki “arı abim” Ali Püsküllüoğlu, anıt dilciler Ömer Asım Aksoy ve Emin Özdemir… Ekin tarihimizin simge adları Tahsin Saraç, Orhan Asena, Talip Apaydın ve niceleri.
Ülkemizi bugün de ayakta tutan düşün, dil, yazın, bilim insanlarından çoğunun yakınındaydım.
‘1923’TE KURULAN CUMHURİYETTEN ELİMİZDE NE Mİ KALDI? HER DURUM VE ZAMANDA MUSTAFA KEMALCE DÜŞÜNMEK!’
- Yalan Dünyasının Yalancıları’da “Aynı Öykünün Kahramanları, Öyküsü Hüzünlü Bir Dil, Atatürk Kurumlarını Niçin Yıktılar, Atatürk Kurumunun İçi Dışı, Yayın Dünyası Yalan mı Üretiyor, 1923’ten Bu Yana Elimizde Kalanlar” başlıkları altında gerçekten birkaç kuşağın yaşadıklarını, Türkçenin öyküsünden kesitleri anlatıyor, ekin yaşamına iz bırakan aydınları tanıtıyor; dünden bugüne politikanın ve politikacıların kullandığı dili kaynak göstererek irdeliyorsunuz.
Yapıtın sonundaki dizin gibi sorunuz da önemli. 1923’ten sonra elimizde ne kaldı?
1923’te kurulan cumhuriyetten elimizde ne mi kaldı? Her durum ve zamanda Mustafa Kemalce düşünmek!
Sağı solu kemirilmesine, içi dışı karartılmasına karşın Türkiye Cumhuriyeti elimizde! Şimdilerde“laik, demokratik, sosyal bir hukuk devleti”oluşumuz epey su kaldırır; ama demokrasi maskeli siyasa bile başı sıkıştıkça Mustafa Kemal’in kurduğu cumhuriyetin kurallarına, kurumlarına sığınmak zorunda kalıyor. Kulluğu yeğleyenler topuz kendilerine dokunduğunda yurttaş olmaktan, yurttaşlık bilincinden dem vuruyor.
Mustafa Kemal, “Benim manevi mirasım akıldır, fendir” demedi mi? “Yurtta barış, dünyada barış” ilkemizden vazgeçer miyiz?
Türk aydınlanmasının öncüsü Atatürk, çağdaşlaşmayı amaçlamış, bunun için devrimci bir anlayışla davranmak gerektiğine inanmıştı.
Devrimci anlayışı yitirmedik. Mustafa Kemallerin ardıllarıyız; bu karanlık süreci Harf ve Dil Devrimleriyle özgürleşen Türkçeyle anlaşarak akıl, bilgi ve sanatla dirilterek aşacağız.
En Çok Okunan Haberler
- Türkiye'nin en ünlü tekstil devi kapandı
- SMA'lı bebeğin babası intihar etti!
- Muğla'da helikopter kazası: 4 kişi öldü!
- 'Su sorununu çözmek, DSİ'nin görevi değil'
- Soğuk havada TIR kuyruğu 30 kilometreyi geçti
- 'Ev hapsi' kararının ardından ilk kez konuştu
- Öğrencisinin Suriye'de Bakan olduğunu öğrendi
- 190 milyon dolarlık dev rövanşta kazanan belli oldu!
- İstanbul Barosu hakkında soruşturma!
- Evini kiraya verecekler için geri sayım