Utku Varlık: ‘Gerçeği düş gücüyle açıklıyorum’

Ressam Utku Varlık’ın “Sanrı” başlıklı sergisi Bozlu Art Project’te devam ediyor. Paris’te yaşayan Utku Varlık ile bir söyleşi yaptık. “Sanat empoze edilen bir algıdır” diyen Varlık “kültür adına kendi kaleni koruyamadığında sürekli gol yersin” diyor.

Utku Varlık: ‘Gerçeği düş gücüyle açıklıyorum’
Abone Ol google-news
Yayınlanma: 21.07.2020 - 11:49

Uzun yıllardır Paris’te yaşayan ressam Utku Varlık şu sıralar halen devam eden İstanbul’daki son sergisi “Sanrı”da kendisine ilham veren edebi kaynaklardan yola çıkarak ürettiği işlerini buluşturdu sanatseverlerle. Pandemi yüzünden ara verilen ve sonra yeniden açılan sergi Bozlu Art Project’in Şişli’deki  Mongeri Binası’nda 28 Ağustos’a dek sürecek. Biz de bu vesileyle mail yoluyla Utku Varlık’a ulaştık ve sorularımızı yönelttik.


‘BENİ HER ŞEY İLGİLENDİRİR’

İlham kaynaklarınızdan biri de edebiyat ve “Sanrı” serginizde sizi etkileyen yazar ve şairlere selam yolluyorsunuz. Edebi metinler sizi nasıl etkiliyor, bununla başlayalım mı?

Okumak! Zamanın daraldığı bu günlerde, farkında olup da okuyamadıklarımız bir yana, belleğimin beni yönettiği her kaynak, benim “merak bahçem”deki yeşeren bilgi, elimin altında her zaman olanlar, kitaplarım; yani bin türlü yansıma beni yönetiyor. Söyledim, büyük bir bilgi okyanusunda yüzüyoruz. 60 yıllarında bizim için lüks olan, erişemediğimiz, görmediğimiz, duymadığımız, yabancı dile özgü okuyamadığımız tüm yazılı basın şimdi elimizde ve kontrolümüzde ama zaman da ona göre daralıyor, bir seçim gerekli oluyor. Şu şekilde arındırmıştım kendimi, Gorki’ye özgü: “benim yazarlarım”, “benim müzelerim”, vs. Çünkü sanat tümüyle “empoze” edilen bir algıdır, kültür adına kendi kaleni koruyamadığın sürede sürekli gol yersin! Yine erken yıllarımızda çevremdeki tüm yazarlar ve entelektüel takımda yabancı dil bir sorundu, okumak açlığını neyle gidereceksin? Editörlerin ekonomik zorluklarla yayınladığı kitapların çevirilerine bugün baktığınızda gerçekten kötü. İşte eski kuşaklar genellikle dışta bulamayınca kendi içlerini açtılar işleve, belki şiir bizde bu kadar görkemli. Benim yazıdaki ilgi alanlarım sanki “ucu açık metaforlar" misali yaptığım resme bir şey fısıldarlar, dedim ya beni her şey ilgilendirir.

Rüyalar da sanki sizin için önemli… Düşsellik sürreel bir tarzda yansıyor işlerinize. Gördüğünüz düşleri hatırlar mısınız hep ve bunların ne kadarını tuvale aktarıyorsunuz?

İçerikte “düş” benim onu gördükten ya da yaşadıktan sonra kullandığım bir kurgu değil. Ben düşten söz ettiğimde onun “mekanizmasından” söz ediyorum. Beynin paradoksal işlevindeki gerçeği düş gücüyle açıklıyorum. Bir takım duygusal içerikteki anlatım, yalnızlık, mutsuzluk, korku gibi temalar bir odaklanma sorunu, bir düş kurgusunu iyi bir şekilde harmanlamak hem düzeyde hem derinlerde, bir şiirin işlevinde.


‘GÜZELLİK BİZİ ÖRTEN BİR TÜLDÜR’

Sergide 1964 tarihli kısa filminizden imajların kullanıldığı bir de video var. Kısa filmin hikâyesini dinleyebilir miyiz sizden?

Akademi’de Anatomi dersinde yaşadığım bir sanrı; İstanbul Tıp Fakültesi Anatomi enstitüsünde hocamızın genç ve çok güzel, sarışın bir kadın ölüsü üstünde “güzellik nedir” olgusunu açıklaması. Moral; güzellik bizi örten bir tüldür, kaldırdığımızda herkes aynıdır! O gün yaşadıklarımızı ve enstitünün müzesinde gördüğümüz kavanozlardaki fetüsleri bir ölüm motifi etrafında bir filme çekmek; aldığımız izin yalnız bir gece çalışma gerektiriyordu. O günün olanaklarıyla, birkaç kaset negatif film ve süper 8 kamerayla arkadaşım Necati Ayden çekerken ben de elimde ışık olarak el feneriyle kadavraları aydınlatıyorum! İşte beynimizin “fenomen çekmecelerinde” özenle sakladığımız birikimlerden yola çıkarak giderek bir “sanrı”yı paylaşmak, örneğin Rilke’den hareketle paralel bir imge yaratmak ama 1964’de teknik yoksulluklarla çektiğimiz “GİZ” filmi varsayılan bir nesnenin öyküsüdür, onca yıl mekanımın boşluğunda asılı kaldı! Bir sallayın belleğinizi, ne düşecek? Ben sallıyorum, “ölüme dair” içeriğine yalnız Rilke değil aynı yıl dönem dergisinde üç sayfa Turgut Uyar’ın uzun şiiri “Ölü Yıkayıcılar” bana bu kurguyu iletmişti, belleğimden yazıyorum şimdi:    

ÖLÜ AKŞAMININ DURGUNLUĞUNA

1935 de bir akşam

Bir salı akşamı sanırım.

Perdeleri kapadık. Öyle kaldı artık.

Duvarların uzaklığında ve durgunluğunda

1935 de bir akşam

öyle

kaldık.


‘PARİS BENİ HER ZAMAN BESLEDİ’

Uzun yıllardır Paris'te yaşıyorsunuz. Orada olmak sanatçı olarak size ne kattı sizce, ya da tam tersini düşünüyorsanız, sizden neler aldı götürdü?

Paris’te yaşamak bir seçimdi benim için. Bilerek, sınayarak ama bir ülkeye çapa atmak kanımca o kadar kolay değil. Yaşamak adına, hepimize göre değişik bir mekân kavramı var. Erken yıllarda ülkemizin yaşadığı inişli çıkışlı, politik, ekonomik tüm çarpık yönetim ve de daha sonra içine düştüğü labirent, çok erken yaşlarda bunu düşledim, bu toplumda bana ters düşenler yalnız benim yarattığım bir kuruntu değildi. Anlatmaya gerek yok ne kadar sığlaştığımızı. Şimdi dilini unutmadığın sürece yine ülkene dair “aydınlık bir yörünge” saklıyorsun içinde; işte o bizim pozitif kişiliğimiz! Paris beni her zaman besledi, erken yıllar, yani 70 yılları “Paris bir şenlikti”, pentürün en güzel yılları, açlığımızı giderdiğimiz kültür adına her şey ama günümüze dönersek yaş ve deneyim adına başka bir “virtüel zaman”dayız, belki “zaman paradoksu”; kim düşünebilirdi dünyaca yaşadığımız bu “virüs sanrısını”?

"Benim resimlerim insan beyninin öteki tarafına mesajlar gönderiyor, Ay'ın karanlık yüzü gibi" diyorsunuz. Bunu biraz daha açacak olursak, ne var o karanlık tarafta ve siz nasıl bağlantı kuruyorsunuz insan beynini o tarafıyla?

Sizce insanı ”deşifre” ettik mi? Korkuyu ve ölümü kullanarak büyük inanç labirentleri yaratanlar, her on metreye onların tapınaklarını betonlayanlar, yine insanı birbirine düşürenler, göçlere ve sefalete sürenler, bilinci hücrelere kapayanlar! İşte insanın beynindeki inancın bir algı olarak kökleşmesi, aklına ve kalbine yük olan her şey; insana dair “ay’ın karanlık yüzü”, o karanlık ki bir kara büyü, bir efsun; kapalı olduğu bir kesitte beni ilgilendiriyor, BORDERLINE!

Üretmek, sanat üretimi, yıllar geçtikçe artan-azalan ya da motivasyon anlamında dönüşen bir şey mi sizce? Nasıl deneyimlediniz bunu kendi hayatınızda?

Önceleri farkında olmadan yanıt verdiğimiz sanat üretimi, bugün bence bir “iç sıkıntısına” dönüştü. İşte bu “melez anlatımlar” giderek zevksizliği harmanlayan müzelere, büyük koleksiyonlara, paranın yönettiği yerlere gelip kristalleştiğinde şunun farkına vardık; bu sahte bir sanat dünyasıdır ve bu sıradanlığı bize “empoze” edenler kimlerdir? İşte “farkında olamamak yine bize özgü bir şey!

‘APTALLIK VE CEHALETİ YÖNETEN DİN TACİRLERİ…’

Şu sıralar Türkiye yine dünya kamuoyunun dikkatlerini üzerine çekmiş durumda. Aya Sofya'nın müze kimliğinden çıkarılmasından bahsediyorum. Siz neler düşündünüz bu haberi duyunca ve burada nasıl algılandı bu son çıkış?

50 yıllarındaki “etnik mozaiği” kıranlar, yine aynı adamlar. Aptallık ve cehaleti yöneten din tacirleri bir “mekânın da belleği” olduğundan habersiz, zamanın paradoksunun onlara oynayacağı oyunu bilseler böyle küçük oyunlara girmezlerdi. Antik kentleri dinamitleyenleri unutanlar belki bunu da kabul edip unutacaklardır; peki biz: THE SILENCE OF THE LAMBS (Kuzuların Sessizliği)

‘ZERO HİPOTEZ’ DAİR

"İnternet’de bir blog’um var, hemen hemen 238 yazı yer alıyor orada ve bundan hareketle iki yıl önce “Zero Hipotez” kitabım Bozlu Sanat Yayınları’ndan aynı adı taşıyan sergimle paralel yayınlandı. Kitapçılarda boy gösterdiğinde, büyük kitapevleri sattıkları kitapları önce okumadıkları -bir fikir edinmek- için, benim anılarımın yönettiği, ‘narration’ içeren kitabımı sanat tarihi raflarında gördüm. Üstelik bir kitabın okuyucuya ulaşmasına yardım eden büyük gazetelerin “Kitap Ekleri” de görmemezlikten geldi, büyük yayınevlerinin yönetiminde olduğu için belki, bir iki satır içinde kaynadı gitti. Şimdi farkına vardılar, internette satılıyor. Şu günlerde ikinci kitabımı yazıyorum, birincisinin deneyimini de düşünerek!"



Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler