Siyasetin göbeğinde 60 yıl
Cüneyt Arcayürek, Türkiye’nin tek parti döneminden 2015’e kadar olan inişli çıkışlı siyasal tarihinin en yakın tanığı. Ankaralı gazeteciler duayeni Arcayürek’le, Ali Fırat Atabaş günlerce süren söyleşiyi onu kaybetmeden önce yaptı. Her satırı bir tarih...
İsmini çocukken evdeki kütüphanede yan yana duran sıra halindeki kalın seri kitapların üzerinden ezberlemiştim. 2004 yılının son aylarında Kanaltürk Ankara Bürosu’nun kapısında kendisi ile karşılaştığımda; on yılı aşkın sürecek ve bana birçok ders ve tecrübe kazandıracak bir abi-kardeş ilişkisini tahmin bile etmemiştim.
“Politika Durağı” döneminde; her pazar sabahı hiç sektirmeden programdan yarım saat önce binaya gelir, stüdyoya çıkıncaya kadar gördüğü iyi/kötü ne varsa muhatap fark etmeksizin söyler, notlarını masanın kendi tarafına muntazaman kafasındaki sıra ile yerleştirir ve yayına çıkmayı beklerdi. Ben de heyecanla yayını bekler; bir yandan programda anlatılanları kaçırmamaya bir yandan da gelen mesajları derlemeye çalışırdım. Gelen tüm mesajları basılı olarak kendisine teslim eder, önemli bulup işaretlediklerimi tek tek okurdum. İlişkimiz bu şekilde başlamıştı.
Yeter ki kafasına yatsın...
Basın Sitesi’ndeki evinde Türk siyasi Tarihine birer demirbaş olarak geçen kitapları için daktilo ile yazdığı binlerce sayfa nedeni ile fıtık olmuştu. Bu yüzden birçok meslektaşından önce bilgisayar ile yazı yazmaya başlamıştı. Aslında değişikliklere karşı çok önyargılı idi. Düzeninin bozulmasından, kendi planı dışındaki bir plana uymaktan hiç hoşlanmazdı. Ama aynı zamanda da bir pragmatistti. Yeter ki kafasına yatsın; eski düzeni bırakır yeni düzen için planlar yapmaya başlardı. 2006 yılında emektar masaüstü bilgisayarı yerine taşınabilir bir bilgisayar kurdum kendisi için...
Önceki tecrübelerimden biliyordum ki; yetmiş yedi yaşındaki bir kişiye son sürüm teknolojik bir cihaz kullandırmaya çalışmak zorlu bir sınavdı. Hem de Cüneyt ARCAYÜREK gibi katı kuralları olan birine bunu yaptırabilmek daha da zorlu bir sınavdı. Ama hiç gocunmadı. Oturdu, beni saatlerce dinledi, notlar aldı; kendi deyimi ile “reçetelerini” hazırladı.
Yazıları ile ilgili yapılacak araştırmalar, çok da sevmediği görsel basında olan biteni kendisine raporlamam ve yeni internet basınının durumu hakkında değerlendirmelerim Cüneyt Bey’in bana “dostum, çalışma arkadaşım” demesini sağladı. Bir duayene saygı duymak ve gıpta etmek ile o duayenin yaşamının bir parçası olup abi-kardeş ilişkisi kurup çalışma arkadaşı olmak arasındaki farkı kelimeler ile nasıl anlatabileceğimi bilemiyorum. Sadece kendisinin mesleğine olan bağlılığını ve son nefesine kadar gazeteci kalmasını kısaca anlatmak isterim.
En önemli unvan: Muhabirlik
Cüneyt Arcayürek ‘köşe yazarlığı’ tanımlamasını asla kabul etmedi. Kendisinin her zaman gazeteci olduğunu; bu işteki en önemli unvanın muhabirlik olduğunu ısrarla tekrarladı. Yazdığı köşe yazılarında da aslında hep haber peşinde koştu. Bir de belge peşinde koşardı. İşlerinde o kadar sağlamcıydı ki; belgesi ile ispatlayamayacağı, şahit gösterip doğrulatamayacağı hiçbir hususu paylaşmazdı. Ama sürekli araştırır, sonuca ulaşmak için gece gündüz didinirdi. Her zaman “Ben gazeteciyim, bu halk benden haber bekliyor. Yaşadıklarımı, gördüklerimi aynen aktarmak benim en büyük borcum... İsteyen bana nankör desin, isteyen ispiyoncu... Umurumda değil. Vız gelir tırıs gider. Yeter ki yazdığım doğru olsun, yeter ki ben halkı bilgilendirmiş olayım” derdi.
Bu yazı dizisi onun düşüydü
Yaşamının son dönemleri sağlık açısından çok sancılı geçti. Ama o inatla, belki ölümü bile göze alarak son nefesine kadar çalışmayı, gazetecilik yapmayı tercih etti. Bu yazı dizisi de bunun bir kanıtı... Arcayürek, demokratik parlamenter sistemin insan onuruna en yaraşır yönetim şekli olduğuna yürekten inanırdı. Bu nedenle kendi hayatı üzerinden Türkiye’nin bugünlere nasıl geldiğine dair, hem şahsi bir hesaplaşma hem de kendisinde iz bırakmış olaylar ve şahsiyetlere dair bir nevi nehir söyleşisi yapmayı düşlemişti. Hayatına yeni şahsiyetler sokmayı pek sevmediği için de bu projesini benimle paylaştı. 2014 yılının Eylül ayında başladığımız ve haftalık olarak planladığımız söyleşiler yedinci buluşmadan sonra sağlık sebepleri nedeni ile tamamlanamadan yarıda kesildi. Ama bu yedi görüşmede bile Türkiye’nin geçmişine ve bugününe dair birçok önemli konuyu ele alabildik.
Basına baskı kurmayı Menderes başlatmıştı
-Cüneyt Bey cumhuriyetin de ilk yıllarında doğmuşsunuz. Büyük bir dönüşümün yaşandığı dönemin tanığısınız. O yıllara dönelim mi?
Cumhuriyetin ilanından 5 sene sonra doğmuşum. Annem Ankara Kız Lisesi’nde öğretmenlikten emekli. O zaman Ankara Kız Lisesi çok önemli bir yer. Atatürk’ün çok önem verdiği bir lise. Afet İnan orada tarih öğretmenliği yapıyor. Atatürk zaman zaman geliyor, sınıflara giriyor, kızlarla konuşuyor. Annem çalıştığı için anneannem ile geçiyordu günlerim. Beş veya altı yaşlarındaydım; Atatürk, Kız Lisesi öğrencilerini, Gazi Orman Çiftliği’nde bir öğlen pikniğine çağırdı. Annem beni giydirdi; gittik öğrencilerle birlikte. Atatürk’ün geleceği haber verilence herkes tek sıra halinde dizildi.
Ben annemin yanında, Atatürk geldi ve yavaş adımlarla o sırayı baştan aşağı yürüdü, kimiyle konuştu, kiminin elini sıktı. Bizim yanımıza gelince, benim başımı eliyle kaldırdı, baktı, yanağımı okşadı, elini uzattı, uzun parmakları yumuşak bir el, o eli öptüm. Atatürk, başka bir türlü, bugüne sığmayan bir adam. Ben çocukluğumda çok iyi hatırlıyorum, arkadaşlarla Atatürk bulvarına inerken, Atatürk geçerdi. Bir imparatorluğu yıkmış, yerine Cumhuriyet kurmuş. Düşmanları da az değil... Ama korkmuyordu, açık bir arabada önünde iki motosiklet arkasında iki motosiklet ile geçerdi. Bir de şimdikilere bak...
-Ama o günlerde Ankara küçük bir kasaba gibi herhalde.
Ankara tabii, çok küçük... Atatürk burayı modern bir kent haline getirmek istediği zaman, çağırdığı yabancı mimarlara ona göre bir talimat veriyor, onlar da o küçük nüfusa göre bir kent projesi yapıyorlar. Nüfus kısıtlı, ama Falih Rıfkı’ndan okumuştum, baş edemediği bir şey var. O da arsa spekülatörleri... Atatürk bile baş edemiyor bu spekülatörlerle, düşünebiliyor musun? Çocukluk arkadaşlarımdan birisi Saracoğlu’nun oğluydu. Yılmaz... Babası Başbakan.... Onunla Çankaya’ya çıkardık. Onların orada evi vardı. Biraz ilerisinde Atatürk’ün evi... Onun yakınında Fevzi Çakmak’ın evi. Biraz daha altta Pembe Köşk ve bahçesi… Mareşalin evi orada... Onu Atatürk istemiş. Atatürk önemli kararlarını önce Fevzi Çakmak’a söylemiştir. Adam Genelkurmay başkanı. 23 Nisan’larda biz İsmet Paşa’nın evine gider, elini öperdik. Oradan Çakmak’ın evine gider, elini öperdik. Sonra Cumhurbaşkanı’na giderdik.
-Gençlik yıllarınıza gelirsek, üniversite tahsili ve gazeteciliğe başlamanız hangi dönemde ve nasıl bir atmosferde oldu?
Babam öldüğünde annem genç bir kadın ama yeniden evlenmemiş. Çocuklarını büyütmüş. Babam ben 3 aylıkken ölmüş. Beni hastanede görmüş ‘bana benziyor’ demiş 3-4 gün sonra da ölmüş. Annem bize babalık yaptı. Annem doktor olmamı istediği için Tıp Fakültesi’ne kaydoldum. Üniversiteye başladığım yıllarda 2 odalı bir eve taşındık. Karşıda bir apartman vardı. Tanıdığım Atilla diye bir çocuk var, babası Başbakanlıkta müsteşar muaviniydi.
Sarı saçlı mavi gözlü bir de ablası vardı. Ablası her hafta piyano dersi alıyor. Sabahattin Bey diye biri geliyor. Bir de bir çocuk geliyor çok konuşan. Belli ki Atilla’nın ablasına âşık. Çetin Altan’ı ben orada tanıdım. Çetin Altan çok tuhaftır hem hukukta okuyor hem de Ulus gazetesinde muhabir. Aramızda bir arkadaşlık doğdu. Parasızlıktan şikâyet ettim. Tıp fakültesi pahalı bir fakülte. ‘Gel ben seni orada çalıştırayım’ dedi. Beni Ulus gazetesine götüren Çetin Altan’dır. Benim gazeteciliğe başlamam da öyle olmuştur. Ulus gazetesi CHP’nin organı. Biz orada büyük odada uzun bir masa sadece ben değil Çetin Altan, Kemal Malvarlı ve Gazanfer Kunt vardı.
O dönem başyazar Falih Rıfkı Atay’dı. Çetin’le beni polis muhabiri yaptılar. Polis bir de bizi dövmüştü hatırlıyorum. Gazeteciliğe en iyi noktadan değil, en alttan polis muhabirliğinden başlanıyordu. Ulus gazetesinde imza çıkması tarihsel bir olay. Düşünebiliyor musun sonradan CHP’nin başına gelen Bülent Ecevit, Falih Rıfkı’nın sekreteri, telefon bağlıyor. Ama sanatsever, arada bir gidiyor resim sergilerine bir eleştiri yazıyor veriyor gazeteye, o eleştiri 15 gün sonra çıkıyor sergi bile kapanmış. Çetin Altan Ecevit’le “Ne oldu ya senin sergi yazısı” diye dalga geçerdi.
-Türkiye eleştiriye daha açıktı herhalde...
Basın üzerinde baskı kurma işini Adnan Menderes icat etti. Adnan Bey, baskı mekanizmasını iki şekilde kullanmıştır. Birincisi resmi ilanlar; ikincisi kâğıt tahsisatı. Niye resmi ilanlar? O zaman böyle bir özel sektör yok, reklam yok. Resmi ilanlar önemli bir gelir kaynağı gazeteler için. Kâğıt fabrikaları da devletin elinde özel tahsisatla veriliyor. Sana kızdı değil mi kaç ton alıyorsun ayda 50! ‘Yüzde 25’e indirdim’ diyor. Demirel döneminde de özgürdü basın. Baskı kurmaz, çok kızdı mı gazete hakkında dava açardı. Ecevit zaten basından gelmiş biri.
Cüneyt Arcayürek'i aramızdan ayrılışının 1. yılında anıyoruz
En Çok Okunan Haberler
- Colani'den İsrail hakkında ilk açıklama
- Emekliye iyi haber yok!
- Devrim Muhafızları'ndan Suriye çıkışı
- Adnan Kale'nin ölümüne ilişkin peş peşe açıklamalar!
- İngiliz gazetesinden Esad iddiası
- 'Seküler müdür kalmadı'
- Dönmek isteyen gençler için şartını açıkladı
- CHP'nin ilçe başkanından açıklama!
- Üniversite öğrencisi, trafikte öldürüldü
- ‘Kartlar bloke edilebilir’ uyarısı!