Cüneyt Baba...
Cüneyt Baba...
Benim için Cüneyt Baba’ydı o, Cüneyt Arcayürek değil. Ve kâbusumdu.
Ankara gazeteciliğim sırasında her sabah Hürriyet’i elime çekinerek alırdım.
Korkulu rüyam, Cüneyt Baba yine ne atlattı sorusuydu.
Haberle yaşardı o.
Atlatma haberler yaşatırdı Cüneyt Baba’yı.
Bakla gibi imzası ve fiyakalı fotoğrafıyla Hürriyet’in tepesinde, sürmanşetinde bir süre gözükmezse, huzursuz olurdu.
Hatta huysuzlaşırdı.
Onun bu hallerini bilenler, böyle zamanlarda Baba’nın yanına pek yaklaşmazlardı.
Cumhuriyet’in Ankara temsilcisiydim.
1980 yılbaşının ertesi günü sabah erken İstanbul’dan Ankara’ya dönüyordum.
Uçakta elime Hürriyet’i alınca, başımdan aşağı kaynar sular döküldü.
Cüneyt Baba, sürmanşetten nanik yapıyordu:
“Ordu uyarı mektubu verdi!”
Genelkurmay Başkanı Evren ve kuvvet komutanları Çankaya Köşkü’ne çıkmış ve Cumhurbaşkanı Korutürk’e verdikleri bir mektupla, dokuz ay sonraki 12 Eylül darbesinin ilk işaretini çakmışlardı.
Baba yine atlatmıştı.
Ankara’ya iner inmez, doğru Uğur Mumcu’ya gittim.
Ne yapabilirdik? Baba’nın canını biraz olsun nasıl acıtabilirdik?
CHP lideri Ecevit’in kapısını çaldık. Başbakan Demirel’in karşısında ana muhalefetti.
Ecevit’in ‘uyarı mektubu’na ilişkin değerlendirmeleri ertesi gün atlatma haber olarak Cumhuriyet’in manşetini süslüyordu.
Sabah vakti erken aradı.
Kutluyordu beni, ama bu gibi durumlarda sesinden hiç eksik olmayan alaycı titreşimleri bana belli ederek...
Birbirimizi kollardık
İkimiz de Çankaya’da, eski basın sitesinde oturuyorduk.
Sitede başka Ankara gazetecileri de yaşıyordu. Hatırlayabildiklerim:
İlhami Soysal, Mehmet Ali Kışlalı, Örsan Öymen, Nizam Payzın, Mustafa Ekmekçi, Behiç Ekşi.
Cüneyt Baba karşı blokta, üst kattaydı.
Ben ise giriş katında, Mustafa Ekmekçi’ye ait tek odalı evde kiracıydım. Sevgili Ekmekçi, bazı sabahlar kapımı çalar, o sevimli ve muzip yüz ifadesiyle beni çorbaya davet ederdi.
Akşamları arada bir başımı pencereden uzatır, Cüneyt Baba evde mi, değil mi kontrol ederdim. Böylece onu markaja aldığımı sanırdım.
Neredeyse her akşam telefonlaşırdık.
Cüneyt Baba’nın bana sempatisi vardı. Ben de onu olanca huysuzluğuna rağmen severdim. Gazeteciliğe, haberciliğe olan sevgisiydi beni ona yaklaştıran...
Bu arada mesleki çıkarcılık da bizi birbirimize yakınlaştırmıştı. Haber konusunda arada bir işbirliği yapardık. Birbirimizi kollardık. Daha çok o bana yardımcı olurdu.
1979, 1980 yıllarında televizyon devlet tekelindeydi. Özel televizyonlar yoktu. Siyasi tartışma programları da canlı çekilmez, banda alınırdı. Ama böyle bir programa bir kere çıktın mı, sokakta bir anda tanınır hale gelirdin, popüler olurdun.
1979 sonları olmalı.
Böyle bir televizyon programına ben de davet edilmiştim, Cumhuriyet’in Ankara temsilcisi olarak.
Hürriyet’ten Cüneyt Arcayürek değil, yanlış hatırlamıyorsam Başyazar Oktay Ekşi vardı.
Güncel siyaset tartışacaktık.
Baba biraz bozuktu davet edilmediği için. Beni aldı karşısına, uzun uzun taktikler verdi, Oktay Abi’ye karşı...
Performansımdan memnun kalmıştı. Program sonrasında, Ankara Oteli’nin barında keyifle yudumlamıştık viskilerimizi...
11 Eylül ve sonrası
Hatıralar dipsiz bir kuyu gibi...
Baba’yla o kadar çok ortak anımız vardı ki.
Hiç unutamadıklarımdan biri, 1980 yılı 11 Eylül gününe aittir.
Politika kulislerinin puslu havası akşamüstüne doğru iyice koyulaşmıştı.
Akşama doğru bürodan çıktım. Yalçın Doğan’a gittim. Sağa sola telefon ettik, ama pek dişe dokunur bir şey çıkaramadık.
Arcayürek’i aradım yeniden:
“Baba, ne var ne yok?”
“Vallahi yok bir şey. Fakat eve gelirken etrafı şöyle bir kolaçan ediver. Genelkurmay’ın, TRT’nin önünden geçiver arabayla. Bakalım bir hareket var mı?.. Eve gelince de bir telefon salla bana.”
Gece yarısını geçiyordu Yalçın’dan çıktığımda.
Cuma, 12 Eylül 1980. Saat 01.10. Genelkurmay Başkanlığı:
Işıklar yanmıyor!
Çünkü arka tarafta çalışıyorlarmış...
Eve gelir gelmez Arcayürek’i aramıştım:
“Baba, ne Genelkurmay’ın ışıkları yanıyor ne de TRT’nin önünde tanklar var” deyip hemen yattım.
Çok geçmedi, başucumdaki telefonun çınlamasıyla sıçradım.
Saat 02.15.
Cüneyt Baba, “Hasan, kalk kalk! Sesleri duyuyor musun?”
“Ne sesi yahu, dalga mı geçiyorsun gecenin bu saatinde” deyince Baba sesini yükseltti:
"Tank sesi oğlum, tank sesi. Pencereye yaklaş da kulağını aç biraz!”
Gerçekten tank sesiydi bunlar; gecenin sessizliğini yırtan... Tank paletlerinin asfaltla buluştuğu yerden çıkan, gıcır gıcır, kulak tırmalayıcı sesler...
Çankaya’ya tırmanıyor, Oran’a doğru kıvrılıyorlardı... Apar topar giyinip Baba’nın Volkswagen’ına atmıştık kendimizi. Cüneyt gazlıyor.
“Meşrutiyet’te inip büroya gideyim” diyorum ama Cüneyt dinlemiyor:
“Birlikte olalım daha iyi, Hürriyet Matbaası’na gidelim.”
Baskı bitmiş, her taraf sessizlik içinde.
Telefonlara sarılıyoruz Cüneyt’in odasında. Sıkıyönetim’den Albay Yalçın’a soruyoruz:
“Sınırlı bir operasyon mu, askeri müdahale mi?”
Yanıt:
“Hiçbir şey söyleyemem. Saat 04.00’te radyoyu dinleyin!”
O kadar.
İstanbul’u arıyoruz:
“Baskıyı durdurun, bir şeyler oluyor.”
Sağa sola telefonlar; evet kesin:
“Ordu el koyuyor.”
Cüneyt’le birlikte birer teleksin başına geçiyoruz.
Ancak birkaç satır geçebiliyorum. Teleks birden susuveriyor, hırıltılı bir sesle.
Mesleğine düşkün gazetecilerin kulağına nedense pek hoş gelen o teleks tıkırtıları kesiliveriyor ansızın...
Telefona sarılıyoruz: Onlar da işlemiyor, kesik...
Sanki gazeteciliğimiz bir anda işlevini yitirmişti.
O anı, hiç unutamayacağım, Cüneyt’le bir süre öyle bakıştık çaresizlik içinde.
Evet, ne yazık ki “film kopmuştu” artık...
‘Demirel dünyası’
Cüneyt Babay’la ortak anılarımız hep gazetecilikle ilgiliydi.
Baba’nın askerde, daha doğrusu Genelkurmay’da, devlette ve DPAP- DYP dünyasında, belki daha doğru deyişle “Demirel dünyası”nda hiç tükenmeyen çok iyi haber kaynakları vardı.
Arkasında da Hürriyet gibi bir gazete olduğu için Cüneyt Baba “Ankara gazeteciliği”nde ayrıcalıklı bir yere sahipti.
Ve o yerini “gazeteci milleti”ne özgü, bazen kıskançlığa varan bir titizlikle yıllar boyu korumaya çalışmıştı.
1974’de Kıbrıs müdahalesinde adaya ilk çıkan, Hürriyet’in birinci sayfasını fotoğraf ve yazılarıyla kaplayan gazeteci o olmuştu.
1963’de Kıbrıs’la ilgili “Johnson Mektubu”yla imzasını yine müthiş bir atlatma haberin altına atmıştı.
1981’de ben genel yayın yönetmeni olduktan bir süre sonra Cüneyt Baba da Cumhuriyet’e gelmiş, mesleki heyecanını da bize taşımıştı.
1991 genel seçimleriyle birlikte Cumhuriyet vazosu kırılınca, birbirimizden kopmuştuk.
Ben Sabah’ta çalışırken Baba’yla seyahatlerde karşılaştığımızda bazen duygusal anlar yaşar, dertleşirdik.
Hayat böyle.
Zaman köşeleri törpülüyor, yumuşatıyor.
‘Atlatma’yı sevmiştik
Demek yıllar benim için de hızla geçiyor. Ölümlerin arkasından çok yazı yazmaya başladım.
İlhan Selçuk... Örsan Öymen… Çetin Emeç… Uğur Mumcu… Mustafa Ekmekçi… Ercan Arıklı… Ufuk Güldemir… Turan Yavuz… Mehmet Ali Birand…
Unuttuklarım var mı?..
Bilemiyorum, olabilir de.
Şimdi de Cüneyt Baba.
Geçtiğimiz günlerde Kanlıca’da, gazeteci- patron geleneğinin son temsilcilerinden Erol Simavi’nin cenazesindeydim.
Hürriyet’in patronu Erol Bey’i ne kadar çok dinlemiştim Cüneyt Baba’dan. Kızdığı zamanlar olur, sevdiği zamanlar olurdu. Ama genellikle iyi söz ederdi Erol Bey’den…
Ben de Sevgili Arcayürek’ten, Cüneyt Baba’dan iyi söz ediyorum.
Aynı mesleğe gönül vermiş, haberi, “atlatma”yı sevmiştik.
Gazeteci milletinin ve Arcayürek’in hayatındaki her şeyi olan sevgili eşi Esin Hanım’ın başı sağ olsun!
Rahat uyu Cüneyt Baba.
En Çok Okunan Haberler
- Suriye'yi nasıl terk ettiğinin ayrıntıları ortaya çıktı!
- Petlas'tan o yönetici hakkında açıklama
- Nevşin Mengü hakkında karar
- 3 zincir market şubesi mühürlendi
- Geri dönüş gerçekten 'akın akın' mı?
- Eski futbolcu yeni cumhurbaşkanı oldu
- Fidan'dan 'Suriye Kürtleri' ve 'İsrail' açıklaması
- AKP’nin tabutu CHP sıralarına kondu
- Müge Anlı'nın eşine yeni görev
- Bakanlık 5 ildeki lahmacuncuları ifşa etti